Artık rahatlıkla ‘Hayatımın kitabını yazdım’ diyebilirim. -Paul Auster

7 yıl aradan sonra yazdığı romanı ‘4 3 2 1’ sonrası yorgun ve endişeli. 70 yaşına bastığına, dünyada ifade özgürlüğünün tehlike altında olmasına ve Trump’ın başkan olduğuna inanmakta güçlük çekiyor. Artık daha çok ses çıkarmaya karar veren yazar Paul Auster ile Brooklyn’deki evinde buluştuk.
Paul Auster için sıradan bir cumartesi sabahı… ‘Townhouse’ olarak bilinen üç katlı müstakil evinin giriş katında yalnız; sessiz, derli toplu ve düşünceli oturuyor. New York Times’ın hafta sonu baskısını, çoktan satır satır okumuş. Röportajı bekliyor.

“Bitiremeden öleceğim” korkusuyla yazımını üç yılda bitirdiği, önceki romanlarına benzemeyen, bir karakterin doğumundan yetişkinliğe kadar olan çağını dört farklı anlatıcının ağzından aktaran, yaklaşık 900 sayfalık mavi ciltli romanından birkaç kopya, kızı Sophie’nin yeni albümüyle yan yana, mutfaktaki küçük sehpanın üzerinde. Göz nezlesinden, Brooklyn’e dikilen gökdelenlerden, Trump’tan, edebiyatı ve son kitabı hakkında sert yazılar yazan eleştirmenlerden şikâyetçi. Bir elinde mendil, diğerinde e-sigarası, sakin bir tonda konuşmaya başlıyor…

Henüz Trump şokunu atlatamamış görünüyorsunuz…

– Endişeli ve kaygılıydım. ABD halkının büyük bir kesimi Hillary Clinton’a ısınamadı bir türlü. Ona karşı nefret beslediler hatta. Bu yüzden yarışa ciddi bir dezavantajla başladı. Basın, en başından beri açığını aradı. Zaman zaman suçladı, hatta şeytanlaştırdı. Milyonlarca demokrat seçmenin, daha Cumhuriyetçilerin adayı ortada yokken bile Hillary’ye oy vermeyeceği belliydi. Seçimin seyrini Trump sempatizanlığı değil Hillary nefreti değiştirdi. Üstüne, cinsiyetinin dezavantajını tahmin ettiğinden daha çok yaşadı. Amerikalı, beyaz kadın seçmenin yüzde 52’si, bütün seksist, hatta kadını aşağılayıcı söylemlerine rağmen Trump’a oy verdi. Kulağa gerçekleşmesi imkânsız bir oran gibi geliyor ama oldu; gerçek bu.

ABD, kadın başkan fikrine henüz hazır değil mi sizce?

– Hazır olduğumuzu zannediyordum. Değilmişiz meğer. Şurası artık kesin: İleride kadın başkan seçilirse bu kesinlikle Cumhuriyetçilerden çıkacak. İngiltere’deki Brexit referandurum sonuçları aslında ciddi bir sinyaldi. Dünyada artık her şeyin olabileceğini, Trump’ın bile kazanabileceğini düşündüm o sıra. FBI Direktörü James Comey seçime 10 gün kala ‘e-mail’ soruşturmasının tekrar başlatılacağı açıklamasını yapmasaydı, hâlâ kazanma şansı çok yüksekti.

Donald Trump için “Politikacıların göremediğini gördü, duyamadığını duydu” diyenlerin sayısı da çok.

– Katılmıyorum bu analizlere. İnsanlar Obama’ya da ‘Umut’ mesajı için oy vermişti. Trump, insanları heyecanlandırma ve kışkırtma konusunda bir deha. O, gücünü kalabalığından alıyor; kalabalık da gücünü ondan. Karşılıklı besleniyorlar.

TRUMP’TAN DAHA CİDDİ BİR MESELE: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Özellikle İngiliz basınında ABD’deki politik iklimin Türkiye ile benzerliği sık sık yazılıyor…

– Katılıyorum. Trump ve Erdoğan benzer özelliklere sahip liderler.  İkisi de çabuk sinirlenen, farklı görüşlere ani ve sert tepkiler veren politikacı portresi çiziyor. Beş yıl önce bizzat başıma geldi, oradan biliyorum…

Şaşırmış mıydınız?

– Haksız yere tutuklanan gazetecilerin yanında durduğumu ifade etmek adına, bir protesto olarak Türkiye’ye gitmeyeceğimi söyledim. Belki en fazla hükümet yanlısı bir gazetede sözlerimi eleştiren bir makale yazılır diye düşündüm. Dönemin başbakanının bizzat cevap vereceği, saldırıya geçeceği aklımın ucundan geçmedi. İlerleyen birkaç gün, karşılıklı cevap vererek geçti. Baktım, faydası yok ve söylemek istediklerimi zaten söyledim, sonrasında susmayı tercih ettim.

1980’lerde, dönemin PEN Yönetim Kurulu üyelerinden Arthur Miller ve Harold Pinter Türk yazarların askeri rejim karşısında yanında durduklarını göstermek adına Türkiye’yi ziyaret etmişlerdi. Sizse desteğinizi protesto edip gelmeyerek göstermeyi tercih ettiniz. Neden?

– Pinter ve Miller’ınTürkiye ziyaretini çok net hatırlıyorum. Bense protesto ederek Türkiye’ye gitmemeyi tercih ettim. Haksız yere tutuklanan gazetecilere, yazarlara yeteri kadar destek verilmediğini düşünüyordum. O dönem, Türkiye’de tutuklu olan Türk gazeteci arkadaşlarım, daha sonra verdiğim demecin hapiste nasıl da sevinçle karşılandığını, unutulduklarını ve kimseden destek gelmediğini düşünürlerken bir anda umutla dolduklarını söyledi. Bunu duymak beni çok mutlu etti.

Bir gün Türkiye’ye gidecek misiniz?

Türkiye’ye gitmenin şu an benim için iyi bir fikir olacağını sanmıyorum. İsmini söylemek istemediğim biri tarafından hoş karşılanacağımı zannetmiyorum.

Şimdi PEN’e başkanlık yapacağınız konuşuluyor…

–  Otomatik olarak sizi başkan yapamıyorlar.  Önce adaylığınızı koymanız gerekiyor. Uzun süre direnmiştim. Umarım kazanırım.

Fikrinizi ne değiştirdi?

– Trump! Diğer tüm vatandaşlar gibi, hayatımı değiştirmem, daha aktif yaşamam ve karşı durmam gerektiğini fark ettim. PEN, mükemmel işleyen bir organizasyon; ‘özgür düşünce’ adına fayda sağlayan bir platform. Sadece Trump karşıtlığına destek vermek değil mesele. Trump’tan daha ciddi bir kriz var artık: İfade özgürlüğü.

Bu konuda nasıl değerlendiriyorsunuz ABD’nin geldiği noktayı?

ABD’de basın, tarihinde görmediği bir baskı ve saldırıyla karşı karşıya. Türkiye ve otoriter bir tavırla yönetilen diğer tüm ülkelerde olduğu gibi, şimdi ABD’de de ifade özgürlüğü tehlike altında. Geçen hafta, Washington’da Trump karşıtı gösterileri takip eden beş gazeteci tutuklandı. Oysa sadece görevlerini yapıyorlar, haber niteliği taşıyan toplumsal bir olayı takip ediyorlardı. Bu sadece ABD değil tüm dünya adına çok ciddi bir tehlikenin sinyali.

Seçim sonuçları, geniş halk kitlelerinin seçilmiş otoriter figürlerle sorunu olmadığını gösteriyor bir yandan da…

– Orta sınıf, dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi ABD’de de parlak bir dönem geçirmiyor. Fakat bu yeni bir gelişme değil. 60’lardan beri orta sınıf, geçim sıkıntısıyla, işsizlikle boğuştu, boğuşmaya da devam ediyor. Sürekli artış gösteren bir trend bu. Kızgın ve küskün orta sınıf, ülkelerin seyrini, tarihini değiştirecek kritik kararlarda etkin rol oynadı, oynamaya da devam ediyor. Şansını, gayet sert ve provokatif bir tonda “Ben sizi kurtaracağım, her şeyi onaracağım” diyen bir lider adayında görüyor; Trump ve benzeri liderler böyle yükseliyor. Her şeye ve tüm bu sebeplere rağmen 60 milyon insanın böyle bir adama oy vermesi saçmalık. Trump gibi bir alternatifin varlığını anlayabiliyorum ama onun başkan koltuğunda olmasını aklım, mantığım almıyor.

Trump, orta sınıfın dertlerini düşünmüyor

ABD’nin işsizlik oranı ya da ‘orta sınıf’ın geçim derdi Trump’un umurunda değil… Bugüne kadar yaptıkları ortada. Kim bu adamın gerçekten orta sınıfın dertlerini düşündüğüne inanır? Her olayda Meksikalıları suçlayıp duruyor. Amerikalıların işlerini elinden asıl alanlar onlar değil ki, robotlar! Son model fabrikaların hiç içini gördün mü? Araba üretim fabrikaları mesela… Neredeyse hiç insan yok, bütün işi robotlar yapıyor. 

ARTIK UZUN CÜMLELER KURUYORUM, SANKİ KELİMELERLE DANS EDİYORUM

Son romanınız, ‘4 3 2 1’, neredeyse 900 sayfa. Kariyerinizin en hacimli ve uzun ürünü olarak lanse edildi. 70’inci yaşa denk gelmesi tesadüf mü?

– Planlamadım, kendiliğinden böyle oldu. Kitabı dörde bölüp, bir karakteri, dört farklı anlatıcının gözünden anlatma fikri vardı kafamda. Uzun olacağı belliydi.

Yazarlığınızda bir değişim görüyor musunuz?

– Yazarlığım, yıllar içinde hep evrildi, değişti, gelişti. Son 10 senede uzun, çok daha uzun cümleler kullanmaya başladım. Neden bilmiyorum, içimden böyle gelmeye başladı. Sanki artık kelimelerle dans ediyorum, etraflarında dönüyorum, yuvarlanıyorum. Bugün, nasıl hissettiğim ve nasıl biri olduğumla müthiş bir uyum gösteren bir değişim ve ritim bu. Meğer bugüne kadar tüm yazdıklarım, beni bu kitabı yazmak için hazırlamış.

Kitabı yazmaya babanızın öldüğü yaşta başlamışsınız. Bir erkek, bir yazar, babasının öldüğü yaşa geldiğinde nasıl bir psikoloji içine girer?

– Babam, 66 yaşında, son derecek sağlıklıyken bir anda hayatını kaybetti, ‘küt’ diye gitti. Ölümü tam bir şok etkisi oldu. Oysa uzun yaşayacak birine benziyordu. Sigara içmez, alkol kullanmazdı. Her gün tenis oynardı, son derece fit bir görünüme sahipti. Bir gün kalp krizi geçirdi ve öldü. O kadar. Babamın yaşadığından daha fazla hayatta kaldığımı fark ettiğim gün, içimi tuhaf ve korkutucu bir his kapladı. Kitabı yazmaya tam da bu ruh halinde başladım ve dört yıl boyunca “Belki de ölmek üzereyim” düşüncesi bir an olsun peşimi bırakmadı, aklımdan çıkmadı. “Bu kitabı bitirmeden ölemem. Başıma bir şey gelmeden, bir an önce bitirmeliyim” diyordum sürekli. Belki de bu yüzden, 900 küsur sayfalık kitabı yazmayı müthiş bir hızla, neredeyse 3 yılda bitirdim. Artık 70 oldum -ki bu da son derece tuhaf ve saçma geliyor– ve kitabı tamamladıktan sonra tüm düşünceler bir anda yok oldu.

Ölüm korkusu baki mi?

– Hepimiz, sürekli ve farkında olmadan bir şekilde ölümü düşünürüz. Gençliğimde de çok düşünmüşümdür ölümü. Bu da normal. Kitabı yazarken hissettiğim tam olarak korku değildi. Babamın başına gelenin aynısının bana da olacağını hissettim. Ölmeden önce insan hisseder, sezermiş bir şekilde. Üç yıl, o hisle yaşadım.

Korkmuyor musunuz artık ölümden?

– Korksan ne olacak? Kabul etmekten başka bir çareniz yok ki…

NEW YORK’LULAR BENİ SEVMİYOR

Başta The New Yorker ve New York Magazine olmak üzere, kitapla ilgili şu ana kadar çıkmış kritik yazıları, değişen tarzınızı, üslubunuzu ve duruşunuzu eleştiriyor…

– Evet, bugüne kadar çıkmış olanların çoğu nahoş ve evet, epey ağır. Daha iyi niyetli ve insaflı yazılanlar da var: The New York Times, San Francisco Chronocile… Henüz çıkmadı onlar.

Neden bu kitabınızla ilgili ilk başta arka arkaya ağır eleştiri yazıları çıktı sizce?

– Çünkü çoğu New York bazlı yayınlar bunlar. Sebebini anlamadığım bir şekilde New York’lular beni sevmiyor. Sevilmiyorum burada. Siri için aynı durum geçerli. Sevmiyorlar bizi. Karşılar bize. Tepkililer.

Neye bağlıyorsunuz bu tepkiyi?

– Nedenini ben de çok merak ediyorum. Gözle görülür bir kin var. Belki de doğrudur; eve ne kadar yakınsan, o kadar fazla insan tarafından saldırıya uğrarsın. Birçok sanatçı dostumun da başına benzer durumlar geldiğini duyuyorum. Çok sevgili Pedro Almodóvar’ı ne zaman görsem “İnsanlar İspanya’da sürekli saldırıp duruyor bana” diye dert yanar. Dünyanın geri kalanı müthiş bir hayranlık besliyor. Aynı şekilde, bir başka sinemacı dostum Alman Wim Wenders… “Ne yapsam Alman medyasına yaranamıyorum, her seferinde ağır eleştirilere maruz kalıyorum” der, oysa Almanya dışında herkes üzerine titrer.

KENDİMİ HILLARY GİBİ HİSSEDİYORUM!

Üstelik yaşadığı şehirle çok sık anılan bir yazarsınız. Üzücü olmalı…

– Üzmekten çok kafamı karıştırıyor. New York’lulara ne yapmış olabilirim ki… Sanki koca bir önyargı duvarı var karşımda. Bu açıdan, bazen kendimi Hillary gibi hissediyorum!

Tüm bu önyargılar, eleştiri yazıları sizi endişelendiriyor mu?

– Her şeyin güzel olacağına inanıyorum. Yayıncım, kitap satışa çıkmadan sipariş üzerine sipariş aldı; birincisi çıkmadan ABD’de ikinci, İngiltere’deyse üçüncü baskıya girdi. İnsanlar okumak istiyor, sabırsızlanıyor. Benim için önemli olan bu. Alıştım bu duruma. Ben bir hedefim. Sürekli hedef gösteriliyorum.

Neden?

– Çok uzun zamandır ortalıktayım çünkü. Benim gibi tipler bir noktadan sonra sevilmez, istenmez. Geniş kitlelerin beğendiğini beğenmemek gibi bir moda var bir süredir. Çok da kafa yormuyorum buna. Boş ver. Eleştirilmek, yok sayılmaktan daha iyi.

Geleceğe dair ne umduysam tersi çıktı

Kitabı yazmaya başlamadan evvel verdiğiniz demeçlerde “Hayatımın kitabını yazmaya başlıyorum” demişsiniz… Fazla iddialı değil mi?

– Hayır, gerçekten de öyle çünkü… Çok fazla karakteri, şehri, dönemi, olayı iç içe barındıran, çok katmanlı ve gövdeli bir iş olacağı başından belliydi ve daha önce böyle bir şey yazmaya hiç kalkışmamıştım.

Hâlâ aynı fikirde misiniz? Çıkan sonuç sizi tatmin etti mi?

– Kesinlikle. “Hayatımın kitabını yazdım” lafını rahatlıkla söyleyebilirim. İlk hali, basılan versiyonundan daha uzundu. Her bölümün kendi içinde, ‘novella’ tadında, farklı hikâyeleri de vardı.

Kim bilir, belki onlar da yakında ‘novella’ serisi olarak yayımlanır…

– Geleceğe dair tahminlerde bulunmayı bırakalı çok oldu. Ne zaman bir fikir yürütsem hep yanıldım. Buna kendi hayatım dahil. Kendimle ilgili gelecek tahminlerimin hiçbiri tutmadı.

Ne umuyordunuz, ne çıktı?

– Aklına ne gelirse… Söylediğim her şey yanlış çıktı, tersi oldu.

KİTAPLA BAĞINI NE KADAR HIZLI KESERSEN  SAĞLIĞIN İÇİN O KADAR İYİ

Kitabın son cümlesini tamamladıktan sonra ne kalıyor geriye? Sebepsiz bir tedirginlik? Haklı bir mutluluk?

– Genelde küçük, artçı niteliğinde, mutluluk anları hissederim, sonra bu yerini despresyona bırakır. Uzun süre depresyondan çıkamam. Bu seferki farklıydı. Son cümleyi tamamladım. Sandalyeden doğrulmamla beraber sendelemeye başladım. Yorgunluktan az kalsın düşüyordum. ‘Bayılmak üzere’ gibi bir his filan değildi. Daha çok, bacaklarınızın bu bedeni daha fazla taşımak istemediğini fark etme durumu… Kimse de yoktu evde. Zar zor bir yere tutundum. Anlık bir panik, sonra geçti ve garip bir şekilde iyi hissetmeye başladım kendimi. Bir süreliğine… Sonra kitapla ilgili düşünmeyi bıraktım.

Üç yıl boyunca aylarca, günlerce üzerine kapandığınız bir iş, karakterleriyle birlikte yaşadığınız bir romandan bahsediyoruz. Nasıl oluyor da üzerine düşünmeyi bıçak gibi bir anda kesebiliyorsunuz?

– Kitabı yazmayı bitirdikten sonra senin olmaktan çıkıyor; okuyucuların oluyor. Bağın kopuyor, hissetmiyorsun, düşünmüyorsun bile. Bebek doğurmaya benzetiyorum. Doğum sonrası tuhaf bir boşluk hissedersin içinde. Artık senin bir parçan olmadığını ve onu özgür bırakman gerektiğini ne kadar hızlı idrak edersen, ikinizin de sağlığı adına o kadar iyi. Bu ilişki dinamiği yazarla romanı içinde geçerli.

Bahsettiğiniz küçük mutluluk anları yaşla beraber artıyor mu azalıyor mu?

– Artıyor sanırım. Yaşlandıkça, kendimi gençken mutlu olduğumdan daha mutlu hissettiğimi fark ettim. Çok tuhaf değil mi? Eşimin ve kızımın varlığından, yakın dostlarımla vakit geçirmekten, hayattan hiç olmadığı kadar zevk almaya başladım. Dünya karanlık bir dönemden geçiyor olabilir ama dışarısı hâlâ güzel.

Bu cümleyi kurmanızda 70 yaşın etkisi var mı?

– Ne yazacağımı, ne yazmak istediğimi bilmiyorum. Aklımda tek bir fikir, bir cümle dahi yok. Kabul, biraz anksiyete yaratıyor. Ama çok da dert değil. Varsın, bir sonraki cümleyi yazmak yıllarımı alsın.

HER FELAKET, MUCİZELERİ DE BERABERİNDE GETİRİR

Provokatif söylemlerin, kışkırtmaların, kutuplaştırmanın, nefret kültürünün prim yaptığı bir dönem bu. ‘Ötekileştirme’ hastalığı nasıl çözülür, toplumlar tekrar nasıl birleşir?

– Çok doğru bir tespit. ABD, İç Savaş döneminden [1861-1865] beri hiç bu kadar kutuplaşmamış, toplum ‘bizler’ ve ‘onlar’ diye ayrılmamıştı. İnan, bilmiyorum… Keşke elimde bir çözüm önerisi olsa ve çıkıp bunu herkesle paylaşabilsem… Ortada bir fikir ya da ideoloji tartışılmadan, sadece karşı tarafa yüklenerek yapılan politikalara bu kadar körü körüne inanılmasını, çöken eğitim sistemine bağlıyorum.

İyimser misiniz?

– Nötr bakıyorum. Ne iyimser ne de kötümserim. Şimdilik dehşet içinde, gelişmeleri yakından takiple yetinebiliyorum. İzliyorum, anlamaya çalışıyorum. Bir hışım, tespitte bulunup geçici çözümler üretmek yanlış olur.

Peki nasıl olacak?

– Her felaket, mucizeleri de beraberinde getirir. Bir yandan, apolitik olarak bilinen genç kuşak bir anda bilinçlendi, uyandı, son derece aktivist ve politik bir kimliğe büründü. İki hafta önceki yürüyüş [Kadınlar Yürüyüşü] olağanüstüydü. Kayıtlara ABD tarihinin en büyük, en kalabalık yürüyüşü olarak geçti. 60’ları görmüş, Vietnam Savaşı zamanı sokağa çıkmış bir yazar olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bu hareket, öncekilere benzemiyor. Evet, umut verici bir topluluk ama şimdilik bir şey ifade etmiyor. Gelecekten endişe duyanlar yalnız olmadıklarını gördü, kalabalığın ve ‘mobil’ yaşamanın gücü hissedildi. Bunu görmek güzel. Asıl bundan sonrası önemli. Bu kalabalık nasıl çalışacak, işleyecek? Metropollerden en ufak kasabalara, kapı kapı gezecek bir teşkilat yapılanmasına gitmeli.

BELKİ DE ARTIK BENİ SÜMÜĞÜNÜ BİLE SİLMEKTEN ACİZ BİR İHTİYAR OLARAK GÖRÜYORLAR…

Yaşadığınız şehir, Brooklyn, artık bir marka, çağrışımları çok başka; genç ve yaratıcı kitlelerin, hipster akımının bir simgesi. Bu değişimi siz nasıl okuyorsunuz?

– Bugün, başka hangi şehirde bir blok boyu yürüdüğünde altı farklı dile birden rast gelirsin bilmiyorum. Brooklyn ruhunu, kimliğini, farkını birkaç ay önce başıma gelen bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım: Birkaç ay önceydi. Isıran bir ayaz, çok soğuk bir gün… Gazete, kâğıt, kalem gibi ihtiyaçlarımı aldığım dükkandan içeri girdim. İçeride çalışanların hepsi göçmen; sahibi Çinli, yardımcısı Meksikalı, kasiyer kızsa Jamaika kökenli bir Afro-Amerikan… Hepsini yıllardır yakından tanırım, çok severim. Kasada tam para çıkarmaya çalışırken, burnum akmaya başladı. Kasiyer kız “Burnun akıyor” demek ya da direkt mendil uzatmak yerine tek laf etmeden, mendil kutusundan bir parça mendil kopardı, bana doğru eğildi ve burnumu sildi. Bu olaydan tam bir hafta sonra, yine mahallede, bu kez bir İtalyan restoranındayım; yayınevimden dostlarımla yemek yiyoruz. Aynı şey başıma geldi, burnum akarken restoranın sahibi İtalyan asıllı göçmen adam yaklaştı, burnumu sildi. (Gülüyor) Belki de beni artık sümüğünü bile silmekten aciz bir ihtiyar olarak görüyorlardır… Brooklyn böyle bir yer işte. 

Email adresiniz paylaşılmayacak