Döne Döne Yok Olmak Yörüngede

Mutlak bir karanlık var bu mavinin ötesinde. Orada çırpınıyor bende olan ne varsa. Fizik diyorlar, uzak  bir bilim dalı sanata. Uzay diyorlar, çok çok öte yeryüzünde yaşanan gerçekten. Venüs’ü yıldız zannetmişler onca zaman. Göktaşı yağmurlarını ise kayan yıldızlar. Çaba göstermeden almak istedikleri ne varsa yağan göktaşlarından, pasta üstünde sönen mumlardan, fincan diplerinde kalan telveden daha nicesinden sormuşlar. Şimdi aydınlığından kaçmak istediğim güneş yakarken yüzümü içimde yavaş yavaş aynı istek beliriyor, bir daha ve bir daha: Bu durgunluktan kaçıp hareketin içinde kaybolmak.  

Üstgeçide çıkan merdivenleri çıkıyordum. Islak trabzanlara dokunarak. Tartan zemine adım attığımda hafifliyordum. Ayda yürür gibi zıplıyordum sanki. Karşıdan gelen insanlar sağımdan solumdan hızla geçiyordu. Ben önümdekileri geçiyordum. Yüzüm ıslanıyordu. Kimse yüzüme bakmıyordu. Ayakkabılarımdaki çamurlar canımı hiç sıkmıyordu. Metrobüse inen merdivenlere geldiğimde şehrin gri görüntüsü karşımda. Şöyle bir bakıp devam ediyordum. Kucaklandığım kalabalık müsaade etmiyordu durmama. Hiçbir özelliğimle öne çıkmıyordum. Herkesten biriydim. Hiç kimseydim ya da. Bu güven duygusuyla karışıyordum diğer damlalara. Kimsenin kimseye benzemediği bir yerde farklılıklarım keskin sözlerle, kem gözlerle törpülenmiyordu. Öyle öyle büyüyordum. Taşıyordum bazen kendimden bile.

Kumların üzerine uzanmış, vücutları tamamen gevşemiş, aynı anda düşüncelerini de uzak kıyılara savurmuş bu insanların oluşturduğu kalabalıksa hiç benzemiyor şehrin huzursuz kalabalığına. Hareket durmuş. Burada kalabalığa karışıp kendinden taşmak mümkün değil. Yıldızların arasındaki bir gezegen kadar belirginim. Gevşeyememiş vücudum, kumlara sere serpe uzanamamış… Dikkatim dağılmamış, düşüncelerimi suya bırakıp kafamı boşaltamamışım. Rahat edememişim. Durmak olmamış meselem. Yörüngemi çok önceden belirlemişim ve dönüp durmak istiyorum sadece mutlak karanlıkta. Böylece her yerde parlayabilirim. Parlaya parlaya yok olabilirim.

O şehirde kalmayı çok istemiştim. Çok başka bir hayat yaşamak istemiştim. Otobüse atlayıp ev bakmaya gittiğimiz gün, sıcak sonbahar güneşinin altında genleşip büyümüştü sanki umutsuzluğumuz. Güneş düşünmemizi engellemek için beynimizi eritmişti kumsalda uzanan insanlara yaptığı gibi. Otobüse bindiğimizde hâlâ ne yapacağımızı tam bilmiyorduk. Bir an durduk da saçma mı bulduk tüm bu çabamızı, yoksa ev mi çok uzak geldi, hatırlamıyorum, indik birkaç durak sonra. Beni eritip büyümemi sağlayacak o kalabalığın bir parçası olamayacağımı acı bir şekilde anladım o an. Sefil bir duygu kapladı içimi. Yılgınlık. İsyan. Daralma. Aşamayacağım bir dağ gibi büyüdü onun içindeki kötümserlik. Yolları arşınlamak, insanları, sokakları evleri geçmek, kalabalığı yarıp ilerlemek, yokuşları, tepeleri hatta dağları geride bırakmak, saatlerce yürümek, denizler aşmak, hatta kıta değiştirmek kolaydı. Ama varlığımı bir meteor ışıması kadar bile aydınlatmayan o karanlığı aşamadım içindeki. Çünkü hakikatin o olduğunu biliyordum. Parlayıp geçen tüm duyguların ötesinde o karanlıkta döne döne ışığımı savuramayacağımı da biliyordum. Beni görünür kılacak olan karanlık bu değildi. Mutluluğun mavi göğü ne kadar geçiciyse ondaki karanlık da o kadar kalıcıydı. Ve ben durduğu yerde parlayıp parlayıp sonra kendi içine çökecek bir yıldız değildim; yörüngemi kabul edecek bir güneş arıyordum.

Havlusunu sallayıp kumları silkeliyor yanımdaki kadın. Kumların bir kısmı rüzgarla savrulup üzerime geliyor. Bacağıma bakıyorum. Sonra kadına. Bana doğru çevirdiği yüzünde kocaman simsiyah güneş gözlükleri var, bakışlarını göremiyorum. Dönüp gidiyor bir şey demeden, ifadesiz yüzünü de alıp.

“Yanlış galaksi.” diye mırıldanıyorum.  

The following two tabs change content below.

pinarogut

Latest posts by pinarogut (see all)

Email adresiniz paylaşılmayacak