Kahve Arası Sanat Konuşmaları

Kahve Arası Sanat Konuşmaları – Ömer Alkan, Selman Bilgehan – Fihrist Yayınevi

Kahve Arası Sanat Konuşmaları, Ömer Alkan ve Selman Bilgehan ortaklığıyla diyalog türünde kaleme alınmıştır. Yayını Fihrist Kitap’a ait olup, genel yayın yönetmenliğini Ömer Alkan’ın kendi üstlendiği kitap, Ekim 2020’de okuyucusuyla buluşmuştur. İsmiyle hemhal olmuş bu kitabı elinize bir fincan kahve alıp okumaya koyulabilirsiniz.

Kitap, kahveyle demlenirken derinleştirdikleri sanat konuşmalarını Ömer Alkan’ın “Şiire düştük, Hakikate tutulduk, insanları unuttuk. Yıkımı durduramadık (s.119).” söylemi ve Selman Bilgehan’ın bu diyalogları kitaba aktarma fikri ile kaleme alınmıştır.

Ömer Alkan, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirmiştir. Hâlihazırda kurduğu yayınevinin genel yayın yönetmenliğini ifa etmektedir. Söylem (anlatı), Kan, Kın, Kor, Kut (şiir) Fihrist’ten çıkan diğer kitaplarıdır. Selman Bilgehan ise, 11 Mart 1996’da Polatlı’da doğmuştur. Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümü mezunudur ve aynı üniversitede Tarih bölümünde yüksek lisans yapmaktadır. Fihrist Yayınevinin internet sayfasında makale ve denemeler kaleme almaktadır. Ömer Alkan ve Selman Bilgehan, daha önceden, Fihrist Youtube kanalında sundukları Girişme ve Sonuç adlı atölye çalışmasında diyaloglarıyla tanıdığımız bir ikilidir, yeni projelerinde de karşımıza Kahve Arası Sanat Konuşmaları kitabıyla çıkıyorlar.

Haneye girerken kitabın bize ismiyle sunduğu gibi Ömer Alkan ve Selman Bilgehan arasında geçen konuşmaları, kendi deyimleriyle “gevezelik” olarak, sanat üzerine günlük konuşma dilinde bize sunuyorlar. “Sevgili arkadaşlar, kahvemizi yudumlarken, o açılan zihnimizin damarlarının genişlemesini hissedelim, şöyle derin bir nefes çekelim (s.116).” Okuduktan sonra anlayacaksınız ki bu kitap bittiği yerde başlıyor. Yazarın amacının bir bilgi akışı sunmak olmadığını, bilginin ışığında sanata teşvik etmek ve zihinde kıvılcımlar yaratmayı hedeflemek olduğunu göreceksiniz. Bu minvalde içerik altı bölüme ayrılmıştır ve on dokuz alt başlığa bölünmüştür.

Haneye girdikten sonra kendinizi yapay zekâ ve sanat bahsinin içinde buluyorsunuz. Uygun bir algoritmayla geliştirilen yapay zekânın ürettiği bir sanat ürününün, tanrının yaratışıyla robotun üretimi arasındaki ince çizginin nasıl ayırt edileceği sorusunu Selman, Ömer’e yöneltir. Öncelikle aradaki fark belirlenir; yürüdüğü için canlı diyebiliriz bir robota ama bu organik yapıda bir canlılık değildir. Estetik tartışmanın sınırlarını kendi türümüz içinde almamız gerektiğini savunur Ömer. Tabii buraya gelmeden önce konuyu temelden kavramak gerekmektedir. Öncelikle sanatın ne manaya geldiğini incelemeye koyulurlar. Ömer Selman’ın kucağına yüzyılların tartışması olan “Sanat nedir?” sorusunu bırakıverir.

Selman sanatı Ömer’in yöntemiyle açıklamaya başvurur, yani geçmişten beslenerek geleceği aydınlatma fikriyle… Platon’un Devlet kitabında yer alan Sokrates ve Glaukon’un bir resim üzerine ettikleri müzakerede Sokrastes’in kullandığı ayna (mimesis) metaforunu örnek gösterir. Bu metaforu Lucas de Here’in on altıncı yüzyılda Van Dyk-ck’in resimlerinden bahsederken de kullandığını ifade eder. Ve dahi on sekizinci yüzyıla geldiğimizde edebiyat alanında Dr. Johnson’ın Shakespeare için, onun okuyucuya ayna tuttuğunu söylediğini alıntılar. Ömer sanatı tarihsel gelişimini açıkladıktan sonra konuyu robot veya maymundan ayrıldığımız noktaya getirir ve bunu üç ayrı başlıkta toplayarak okuru Selman ile birlikte zihin karmaşasından çıkarır. Bunlar, doğadan aldıklarımız, farklı algı ve uygulama kapasitelerimiz, son olarak da kültürel mirasın sanatı ve sanatçıyı diğerlerinden ayıran bir süzgece sokması olarak başlıklar altında toplanabilir. Sokrates’in aynasından Selman’a doğru metafor kahveye dönüşür ve bu öznel açıklamayla ikili söz konusu mevzuya güzel bir gedik açmaktadırlar.

Bu tartışmalardan sonra Ömer, sanatın nesnellik ve öznelliğin buluştuğu bir orta noktasının olduğunu hatırlatır ve tekrar geçmişe bir ışık yakarak bizi on dokuzuncu yüzyılın kuramcılarının tespitlerine götürür.

“Korkunç bir adam giriyor ve aynaya bakıyor (s.24).” mısraıyla on dokuzuncu yüzyılın nesnellikten kopuşunu anlayabilmemiz için Baudelaire’i Selman’ın merceğiyle inceliyoruz. Baudelaire’in kendini avangart olarak niteleyen sanatçılara olan husumetinden, Charles Dickens’ın Oliwer Twist’i sayesinde başardığı güce, yani sanatın iyileştirici gücünü kullanmak istemenin ne zararı olacağı düşüncesi gibi beyin fırtınası yapılacak bir zihin zinciri oluşturur Selman, ve Ömer bu zincirin halkalarını çözmeye koyulur.

Ömer Alkan bu bağlamda sanatın öznellik yönü ve sanatçının bireysel tavrının on dokuzuncu yüzyılda sanat tartışmalarında nasıl bir kırılma noktasına geldiğini Da Vinci’nin bireysel yaşantısıyla açıklamaktadır. O yüzyılın bireycilik ve özgürlük düşüncesinin, sanat adına söylenilenlerin toplumsal değişikliklerle olan bağlantısına değinir. Yumurta-tavuk ilişkisinde Baudelaire-toplum ilişkisini zihinlerimizde berraklaştırır ve bir çıkarımda bulunur Alkan: “Baudelaire, toplumunun, o toplum da değişimin ürünüdür (s.30).” Dönemin yaşantısı ve romantizmin getirdiği aykırılığın, Saint Simon ve Baudelaire gibi sanatçıların eserleriyle yansıdığını savunur.

Kahve tüketildikçe konu derinleşir, konu derinleştikçe kahve demlenir tekrar ve tekrar… Cevaplarıyla heybemizi doldurduğumuz sorularla tekrar başa döneriz ve robotları sanatsal düşünceye sokmakla girdiğimiz belirsizliğe, birinci makine çağında da “makine ve seri üretim” ile girildiğini anımsatır bize Ömer. Burada Selman’ın merakı sanatın veriye dökülerek kusursuz bir biçimde işlenmesi durumunun Andy Warhol’un serigrafisi olarak iki tartışmayı doğurur. Birincisi pop art sanatı, kolajlar ve imgenin bilgi çağında yığınlaşması ikincisi ise sanat-zanaat ikilemine varmaktadır.

Sanat konuşmalarına yeni bir soruyla gelir Ömer: “Kusursuz sanatın üretimi bir robotla mümkün mü?” Ve bu noktada cevabı yine tanımlardan yola çıkarak vermeye çalışır. “Kusursuzdan” önce “sanatı” anlamamız gerektiğini, aslında sorunun cevabını sorunun içinden çıkararak açıklar: “Sanat kusursuz olamaz, olursa şuradaki filtre kahve makinesi gibi üstten koyduğunu alttan alırsın. Bu da sanat olmaz veya bu sanatsa sanat kimsenin umurunda olmaz. Sanatı kıymetli yapan şey, insanları bu sıradanlıktan çıkarması, heyecanlandırması ve insanın zihninde veya ruhunda yeni kalıplar açması (s.34).”

Sanata kusursuzluğun atfedilmesiyle Selman’ın zihninde altın oranın kapısı açılır. Altın oran, doğayı kusursuz bir şekilde yansıtmanın beraberinde estetik kavramını ortaya çıkarmıştır. Yani altın orana uygun bir şekilde ortaya çıkan sanat ürününün beğenimizle olan ilişkisinin, algıya matematiği karıştırarak kusursuza yaklaşmayı hedeflemek olduğunu açıklamaya çalışır. Fakat Ömer ise altın oranı bir tehlike olarak değil de bir anlatım biçimi olarak görmektedir. Altın oranı matematiğin sanatıyla ilişkilendirir, çünkü sanatı canlılığın bir ürünü olarak görür. Bu canlılığın insana haz vermesi ve heyecanlandırmasını matematiğe de yansıtabileceğimizi ifade eder: “Matematik günlük akışımızdaki sıradanlığı aşmamıza vesile olabilir çünkü matematik bir dildir ve şiirleşebilir (s.44).” Ömer, sanatın sınırlarını genişlettikçe ve onu her yere koyduğumuzda, sanatı zanaat olarak görmeye başlayacağımızı düşünür.

Selman sanatın ve doğanın devamlılığındaki üretimle, çalışan-üreten sınıfın üretiminde endüstrileşmeyle, kaybolan ve unutulan zanaat kavramına Marx’ın gözlüğüyle eleştiri getirir ve Ömer’e bunun sanat anlayışında kökten bir değişime sebep olup olmadığını sorar. Fakat Ömer bunun büyük bir değişikliğe sebep olmadığını, yalnızca yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesine yardımcı olduğunu söyler. Marksist bakışın, yani içine yaratıcılık aktarılan ürünlerin sanatsal değer taşıması ve bu ürünün kullanılmasının da fayda getirmesiyle zincir çözülür fakat konular birbirine bağlanmış olur. Ömer bu yararı, kişinin kendi yararı, toplumun yararı ve yararlı olanın kazanan olması olarak değerlendirir.

Bu tartışmaların kapsamı, Selman’ı, harekete geçiren aksiyonla katıldığı bir atölyeden ilham alarak, Ömer’i Hane’de de böyle bir proje gerçekleştirmesi için teşvik eder. Atölyenin kapsamı, konuları,  konuşmacısının planları yapılır ve Selman, Ömer’i yoğun bir cesaretlendirmeyle ikna eder. Atölye’nin tohumlarının nasıl atıldığına, okur olarak eşlik ederiz.

Sanatı bu kadar ince ve derinlemesine ele alınıp, kavramsal karmaşaları ve tarihi gelişimi incelendikten sonra onun, tabii ki de konu bakımından da ele alınması gerekliliği kaçınılmaz olur. Her muhabbet ortamında dem vurulduğu gibi, Selman ve Ömer arasında da konu aşka gelir. Selman aşkı sorgular ve sanatta kapladığı yerin hacmini Ömer’e sorar. Aşkın can acıtıcı olduğu ve bu acıya rağmen hissettirdiği istekliliğin sanat için bulunmaz bir ilham kaynağı olduğunu ve sanatçıyı da beslediğini Ömer vurgular: “Aşk, içteki boşluk ve aynı zamanda bu boşluğu doldurma heyecanıdır. Bu sadece karşı cins değildir dolayısıyla, biri hakikate vurulur, biri tanrısına bağlanır yine de en somut ifadesi karşı cinstir sanırım (s.76).”

Ömer, sırayla, sanatın aşkı kaynak olarak görüp araçsal olarak beslenmesine, kültür birikimi ve medeniyet çatısı altında aldığı yola ve diğer kültür birikimleri gibi sanatın da zaman içerisinde metafizik bir çabaya dönüştüğüne değinir. Metafizik deyince, Nietzsche’nin müziği metafiziğin son kalesi olarak görmesini hatırlatır. Ve Selman, Nietzsche ve metafizik ikilemini yadsıyarak, sanatın metafizik yönlerden nasıl açıklanabileceğini sorar. Ömer “cevabıyla” soruyu açıklamak yerine, konuya ilişkin yeni bir açılım yapar: “Düşünsel anlamda sanat dinin yerini tutamaz, burada devreye felsefe girer. Romantikler felsefe ile sanat arasındaki sınırları yıkma uğraşına girmişlerdir. Bu Nietzsche ve sonrasında da devam eder, Söylem, Heidegger, Adorno, Derrida ve Foucault gibi birçok düşünürün yapıtlarında yaşam bulmuştur (s.90).” Romantik sanatçılardan konu açılmışken Selman, Faust’a da değinir ve romantizmin aklı bir kenara bırakıp sanatı ilahlaştırmasını yanlış bir çaba olarak görür.

Selman bu konuşmaların sonucunda, ara ara Ömer’i ikna etmek için girdiği atölye çabalarında başarıya ulaşır: “Aşk, Şiir ve Hayatın Anlamı” adını verdiği ilk atölye çalışmasını organize eder. Moderatörlüğünü Selman’ın üstlendiği atölye gerçekleşir fakat ikili ilk organizasyonun sonunda hayal ettikleri enerjiyi yakalayamazlar. Yine de bu konuşmaları havada bırakmamak için bir umutla kitaba aktarma fikrini Selman öne sürer… Ve böylelikle kitabın ismini de Selman koymuş olur. Yani atölyenin sonu kitabın başlangıcı olmuştur. Bize de kahvelerimizle sanat konuşmalarına eşlik etme fırsatı sunulmuş olur.

Kısa Bir Değerlendirme

Kitap günlük konuşma dilinde sade bir üslupla yazılmıştır. Kitabın, önsözünde de belirtildiği üzere, içeriğinin salt bir bilgi akışı ve düz bir monolog şeklinde ilerlemeyişi okurun ilgisini canlı tutmaktadır. Günlük konuşma dilinin ölçüsünü yazarlar güzel bir seviyede tutmayı başarmıştır. Kitap sizi bilgilendirirken bunu, diyaloglar arasında geçen kısa anekdotlarla monotonluğu kırıp kendini keyifle okutarak yapıyor. Sadece, medeniyet konusunda öncelikle kavramın tek bir kelimeyle açıklanması, tarihsel gelişiminden bahsedilmemesi ve sonrasındaki farklı ve bağlantısınız bir diyalogla konunun yarıda kesilerek başka bir konuya geçilmesi, kanımızca, kitabın tek kusurudur.

Mihrimah Kurtaran

14.12.2020, Kocaeli

.

Email adresiniz paylaşılmayacak