Patti & Grinko
Kim olduklarını henüz diyemediğim ama birbirlerinin varlıklarını sadece kendi varlıklarıyla şenlendiren iki kişiydi, diye bildiğim, iki kişinin öyküsünü anlatacağım. Öykünün birinci bölümü bir yıl önce yazılmıştı (2018 Yazı). Vakit bize tesir ettikçe, tercihlerin tecribi bizi yıkıyordu. Belki de şenlendiriyor. Her durumda bir şeyler olup duruyor…
Herhalde her şey gibi bu öyküde ki kişilerde değişime uğramıştır. Ama şunu fark ettim ki, belki de Grinko ve Patti’den öğrendim ki, var-olanların her şeyi değişebilirmiş, belki cümleleri, belki burunları ama aralarında ki çocukça sevgileri asla değişmiyormuş. Belki yitiriliyor, belki azalıyor veya günden güne kabarıyor ama bunu bu toplumdan sıyrılanlar asla yapmıyordu. Çünkü bu dünyayı kabul etmeyenler, olduğu halleriyle oldukları hisleri yaşıyorlardı. Çünkü bunu bize anlatan, Patti Smith’in deliliği, Grinko’nun nahif parmaklarıyla tanışan, kendilerine Grinko ve Patti diyen iki yaşamın içinde tek yaşanmışlık taşıyan kişiler vardı.

Sırf bunun için yaratılmadınız mı?
Bir anlığına da olsa,
Yakın olmak için birbirinizin yüreğine!
İ. Turgenyev – Hazel Dahbest
Öyküye başlamadan önce, Patti ve Grinko’nun kütüphanede tanışmış iki genç olma ihtimali olabileceği gibi olmama ihtimali de var. Yine de gerçekliğin tanımı tartışmadayken gerçekliğe kulak asmamak ve, “Patti Smith – Going Under” şarkısıyla başlamak güzel olacaktır.
Yeryüzünde
Trenin içine girdiğimizde rüzgârdan arınmış ve heyecanlı gözlerle vagona girmiştik. Bu gecenin tıpkı okul çıkışındaki çocukların yaşantısı -okulun kapısından koşarak eve gidene kadar kavga etmeyi, ağlamayı tekrar barışarak oynamayı başarmaları- gibi olmasını istiyorduk. Bize ait olan kompartımana geldiğimizde, sürgülü kapıyı açtım. Patti’nin gözleri kompartımanı süzüyordu. Gece on civarıydı ve çantalarımızdan birkaç not defteri, mum ve N. A. Nekrasov’un “Yalnız Taşlar Burada Ağlamıyor” adlı şiir kitabını da çıkararak kompartımanın ortasındaki masaya saçmıştık. Patti heyecanla telefonu eline alarak, masanın üstüne sırt üstü yattı ve kollarını tavana doğru kaldırarak telefondan, “Bob Dylan & Patti Smith – Dark Eyes” şarkısını çalmaya başladı. Bu sırada trenin zili yankılanıyordu kayıp istasyonda. Sanki bir şeyler kaybolsada gitmek için heyecan kaplıyordu içimizi.
Bob Dylan ve Patti Smith’in Karanlık Gözleri
Tren rayların üzerinden yavaşça süzülmeye başladığı an. Trenin camına takılmasınlar diye pencereyi aralayıp. Yıldızların parlak ışıklarını kollarımızda saklıyorduk. Tren giderken, zaman hiç durmuyordu. Yinede tarlaları ve ormanları geçip duruyorduk. Ama öylesine güzel çilek tarlaları ve Ay’ın parlak yüzü vardı ki gökyüzünde, gözlerimizi pencerenin öteki tarafına sonra kollarımıza saçılan yıldız ışıklarına çeviriyorduk. Bacaklarımı kompartımanın ortasında duran masaya uzatırken Patti’nin karnıma yasladığı saçları sevmeye başladım. Gülümsemesini içimde saklamam, delice sevmem. Aklımı yerinden çıkaracak gibiydi. Heyecanlı sesimle, çılgınlar gibi kompartımana haykırıyordum. Yalnızlığımın verdiği hüzün de vardı ama “dudaklarının ve saçlarının duygusuyla gidiyorduk,” diye biliyordum. Bugüne kadar düşlediğim saçlarla ve gözlerle gidiyordum. “Gecenin ferah rüzgârı, kokun gibi saçılıyordu kompartımanda,” diye devam ediyordum. Bazen susmak en güzel sevişmedir ya. Öyle yapıyorduk. Susarak konuşuyorduk. Soru sormadan anlaşmamız gibi. Ben de susup sadece gözlerine bakmaya başladım.. Öylesine parlıyor, öylesine çilek tarlalarını andırıyordu ki. Kendimi kaybediyor gibiydim.. Boş odanın içinde duran iki tuval gibiydik çünkü.. Özgürce, kuralsızca boyuyor ve çiziyorduk.. İnsanların, bürokratların dediklerinden çok, birbirimizin saçlarını dağıtmayı kale alıyorduk. Burnunun burnuma değişi, vücutlarımızın özgürce kompartımanın içinde dans edişi.. Bize yetiyordu.. Biz soru sormadan anlaştık, kitapların altını çize çize seviştik… Tam manası ile denizde uçan iki kuş.. Gökyüzünde yüzen iki balık gibiydik… Susuyorduk… Çünkü gözlerimiz temas ederken yeni bi gezegen yaratmıştık… kompartımanın ortasında duran masaya çıkıp öylece dans ediyor. Şarkılar haykırıyorduk… Ani hareketlerimiz soğuk suyun üzerimize dökülmesini andırıyordu.. Kafanı camdan dışarıya çıkardığın an.. Gülümsemeni içimde saklayışım… Saçlarını toplayarak avuçlarımın içinde tutuşum… Rüzgarla dans eden parmaklarını saçlarımın içine gömmem… Her şeyini içime almam gerekiyordu… Kollarından tutarak içeriye çekiyordum seni, gülerek, “vay be” dememin üzerine koltuğa atıyordum. Sonra yanına kıvrılıyordum yavaşça… Bacaklarına sarılırken kafamı koyduğum karnını da hissediyordum… Birkaç saat tren gitmeye devam etti… Gözlerin kapandığında gün kararıyor ama tenin parlıyordu.. Dudakların etrafa kokumuzu saçıyordu.. Saçlarının yorgunluğuna dalıp yumuşak gözlerinle uykuya dalmıştın.. Göz kapaklarını sevmeye başladım burnunu öperken, herkesin nefret kustuğu hazlarla uykuya dalmıştık trende…
Gün gece yarısını geçmeye başlarken rayların ve rüzgârın ince sesi kompartımanın içene zorla giriyordu. Patti’nin ve Grinko’nun nefeslerine ortak oluyordu bu ince sese. Minik bi’ şarkı gibi kompartımanın içinde dönüyordu sesler. Patti’nin uykulu gözleri, “Yine mi?” diye açılmıştı. Gözyaşları, Grinko’nun anlına düşerken,
– Grinko, uyan! Yine babamı gördüm, derken gözyaşları yanağından süzülerek. Grinko’nun yüzüne damlıyordu.
Yine anlamsız ve manasız telaşeler başlamış gibiydi.
– Babamı görüyorum, yine trende gidiyorduk. Grinko, uyan! -sesindeki boğukluk ve sessiz olma çabası, hıçkırıklarını durduramıyordu.- Uyu Grinko, sen de yeterince gözyaşı döktün zaten. Ben sessizce anlatırım, ama duy beni tamam mı? Sesimin titremesine, gözyaşlarıma aldanma ve sadece dinle. Eğer duyuyorsan şu an. Sus tamam mı? Sadece dinle! Yine, o eski trendeydik. Kandıra’dan İstanbul’a gidiyorduk. Hani o eski, gerçi sen trenleri iyi bilirsin. O tahtadan koltukları, çizikli ve bazı yerleri çatlak camlı ama içerisi huzur dolu trenler vardı ya. Onlardan birisiyle gidiyorduk işte. Altı yaşındaydım ve tahta koltuk kalçamı öyle acıtıyordu ki tren ilerlerken ama babam hemen fark ederdi. Hemen omuzlarına alır, inek gibi, moolamaya başlardı. Çünkü bilirdim Grinko. Babamın yanında çıplak gezsem bile kimse bana göz ucuyla bakamazdı. Ben delice bağırırdım trenin içinde. Gözleri ve donuk suratı birkaç saniye kalırdı gözlerimin içinde. Bir anda başlardı benle kahkaha atmaya. İnan ki insanın içinde küçük yaşlarda bile hüzün vardır. Bazıları abilerine, bazıları annelerine yaslanırdı. Ben de babama yaslanırdım. Parmaklarıyla saçlarımı sever sonra örerdi. Şimdi sen örüyorsun ve öpüyorsun, ama niye babam o yaşlarda bırakıp gitti. Biliyordum Grinko. Babam daima, “insan doğası gereği, doğaya dönmek zorundadır,” derdi. O sözü duyduğumda, “toprağı benden daha çok sevdiğini” düşünmüştüm. -Gözyaşlarının içinde yüzü gülümsemişti.- Gülmeme bakma be. O zamanlar altı-yedi yaşında minik bi’ kızdım. Öyle düşündüm işte. Bilmiyorum Grinko. Cümlelerim hep o rüya gibi eksik ama eksikde olsa, sen anlıyorsun. İnsan şu yaşamda kendini dahi anlamazken beni var edip. Bir de acılarımı anlamaya kalktın. Nasıl oluyor Grinko! Nasıl bu kadar içiçeyiz! Uyandığında yine gözlerine bakacağım. Yine unutacağım her şeyi… Olsun, birlikteyiz ve yolda… Seviyorum seni işte! Baksana şimdiki trenler daha yumuşak, daha hızlı ama hissiz. Ne bir çocuk kahkahası geliyor, ne de kış ayında bi’ kar tanesi cama yapışarak şiir okuyor. Gözlerimin içine bakarak derdin ya , “İnsan yaşamı düşünmeye başladığı zaman yaşam yaşanılmaz oluyor.” diye. Öyle Grinko. Hep haklıydın. Babamı hatırlatıyorsun bana Grinko.. Eğer şu gözyaşlarını babam için döküyorsam, sırf senin o saf kalbin için. Yoksa bar köşelerinde et yığınlarını kovalayan diğerlerine benzeyecektim… Seni seviyorum Grinko…
Gözlerini trenin tavanına dikerken, içinde dönen anlamsız duygularla parmaklarının yanağıma bastırmasına uyanmıştım. Masum ve ince bir sesin kulaklarıma iliştiğini duydum. “Gı…rin.. ko. Gı…rin…ko” diye ismimi heceliyordu.
– Efendim, dedim uykulu sesimle.
– Gecen parlak olsun, dedi gülen yüzüyle.
– Erkencisin bayağı.
– Hıı.. Öyle yüzünü izliyordum işte, dedi bir şeyler saklar gibi. Birçok şey eksikti aslında dudaklarında ama Grinko’nun Patti’ye bakarken gördüğü tek şey huzurdu. Bir şey duymamış ve anlamamıştı.
– Çok izleme, senin gibi çirkin olurum. dedim ellerimle kafamı korur gibi yaparak..
– Döverim seni bak, derken sesi daha çocukta çıkmıştı. Karnına koyduğum kafamı kaldırıp. Karşılıklı bağdaş kurmuştuk koltuğun üzerinde. Yüzüm cam tarafına, Patti’in ise kapıya doğru bakıyordu. Saçlarının arkasında süzülen dünyanın bi anlamı yoktu. Çünkü gözlerimizin arasında kalan yer tek gerçekliğimizdi.
Patti’nin babasının gözlerine birkaç saniye donuk yüzüyle bakıp aniden kahkaha atması gibi Grinko da kahkaha atmıştı. Patti gözyaşlarıyla gülerken. Grinko, Patti’nin yüzünü öpmeye başlamıştı. Patti’nin üzerindeki sıfır kol, beyaz ve bedenine tam uyan bluzundaydı bir eli.
Trenin diğer tarafında yaşam süzülerek sürmeye başladı. Grinko ve Patti, kendi evrenlerinde sevişiyorlardı. Belki de yaşam buydu, iki gülüşün içinde saklı bi’ cümle. Belki de değil! Henüz, hiçbir şey belli değil. Belki de uyanacak ve simülasyonun içinden çıkacağız. Belkide azot olup yok olacağız.
Materyalist ve idealist fikirler, iki kişinin öpüşerek var oluşunu anlamlandıramazken bunun tartışılacak bir şey olmadığını fark eden yalnızca öpüşerek var-olacağını anlayan iki gençti. Devletin, okulların ve dinlerin anlamsız yapısına sıkışmamak için sevişerek var-olan iki genç…
John Lennon’nın Huzuru
Trenin merdivenlerinden inerken küçük bi’ kasabada olduğumuzu anladık. Sanki içimizdeki ses bu sefer neşe saçıyor ve kasabaya, “yağmur burada doğmalı,” diyordu. Patti’ye doğru döndüm. Avuçlarımı omuzlarına koydum ve gözlerimi gözlerine diktim, “sanki çok uzaklara geldik. Yine de birlikteyiz,” dedim. Güldük. Göz göze geldik. İç içe geçmişken Patti çantasından telefonu çıkarıp “John Lennon – Give Peace A Chance” çalmaya başladı. Her şeyin huzurla olacağına inanıyorduk çünkü bizdik… Belki çok uzaklarda ama yinede aynı şarkılarda ve kitaplarda buluşandık! Patti ve Grinko… Şarkı çalmaya başladığında etrafımızda dönüyor, çevredeki köylü sakinleri bize gülüyordu… Patti yerinde durup heyecanla, “Grinko!” diye bağırdı. Dudaklarım gülümsediğinde Patti, “Bazı şeyler bir anlığına da olsa, yaşanması gerekiyordu.” dedi…
II
GECEYE DOĞRU
Henüz gökyüzünün karardığını, üzerlerine ağırlığın çöktüğünü veya şehvetin saçıldığını demek pekte mümkün değildi ama ikisinin minik yüzleri hafifçe yeni geldikleri kasabada saçılıyordu. Sanki “Chloe Frances – gr8ful” tınıları bi’ sivri sinek gibi etraflarında gezinip onların içine girmek istiyor gibiydi. Bu sırada kasabanın birkaç km. ötesinde ki sahile gitmeye karar verdiler. Grinko her zaman ki gibi yolda Patti’nin saçlarını dağıtıp hızla kaçıyordu. Patti de o masum, sanki tüm dünyevi hasılatı bir kenarıya fırlatmışta öylece kahkaha atarak Grinko’yu yakalamaya çalışıyordu. Aralarında olan sevgi veya tutulma, bu toplum için çok basit kalabilirdi. Ama kim söyle bilir ki “ben şu veya bu şekilde yaşadım,” diye. Eminim kimse göğsünü gererek yaşadım diyemez. İşte Grinko ve Patti de bunu kavradıkları andan buyana sadece birbirlerinin gözleri arasında kalan dünyada yaşama kalkmışlardı. Bunu yapmaları gerektiğini hissettiklerinde bi’ trenin getirdiği kasabadan sahile doğru giden yolda buldular kendilerini.
Sahile vardıklarında Grinko kendi kendine söylenmeye başladı, “Kelimelerin bize bıraktığı pek bir şey yoktu. Öylece baktık işte etrafa, bir şeylerin varlığına karşı tedirginliğimiz de yoktu. Ama vardık işte. Belki de yan yana oturup saçlarımızı hissettiğimiz kadar var-olup gitmek için her şey yeterliydi… Bazen oturup ağlıyorduk. Esasen çoğu zamanda ağlıyorduk. Ne için ağladığımızı artık sezemiyorduk çünkü bilmiyorduk şurada oturup ne yaptığımızı… ne yapmamız gerektiğini!” diye kendi kendine düşünürken, bir an da düşüncelerimden sıyrılıp Patti’ye sakince,
-Sana hep şunu sormak istedim Patti, neyimiz var ki şu andan başka, bir sahilin usulce saçlarımıza bıraktığı rüzgârdan, Ay’ın sessizliğinden… Söylesene başka neyimiz var?
-Evet… çok şeyimiz yok… -Patti, kafasını Grinko’nun omzuma koyup saçlarını Grinko’nun dudaklarına değdirmek ister gibi kendini Grinko’nun vücuduna bastırmaya başladı. Kendi dudakları Grinko’nun göğüslerindeyken boğuk sesiyle devam etti, – ama varırız birbirimize, vardığımız kadar var-olmaktan başka bir şey yapmak istemiyorum ben!
-Biliyorsun değil mi, seni sevdiğimi. Sana bağlı olan varlığımın hiçbir tedirginlik hissetmediğini ama sen yanımda olmayınca, saçların benden uzaklaşınca hayata karşı olan varlığım intihar ediyor gibi… Her an bacaklarına kafamı yaslayıp, sessizce bacaklarının kokusunu saçlarımda saklamak istiyorum Patti… – Gülmüştü o an, üzerine “salaksın,” diye de ekledi. Ardından Grinko devam etti öylece, – Gülme… Biliyorum çocukça cümleler veya hisler olabilirler. Ama senin yanında kendimi saklayamam değil mi?.. Öyle olsaydı yine tedirginliğimden dolayı öylece bakıp, gidecektim…
– Sevmekten başka bir şeyimiz yok ama etrafa baktıktan sonra ben de böyle düşünüyorum. Bacaklarıma saçılan saçların ve sessizlik…
Dayanamamıştım dediklerine, dudaklarım gülerken Pattiye söylendim,
-İkimizde sese dem vuruyoruz ama hiç de susamıyoruz…
-Belki… yani susmakta konuşmanın bir biçimi olsa gerek. Hem her defasında demiyor muyuz? Varlığımız ancak birbirimize vardığı kadar var-oluyor, diye. İşte bu yüzden seninle olunca hep şunu hissediyorum, anlamsızlığın ötesindeki bi’ seziş bu anlar, bir anlığına da olsa, her şeye rağmen var-olan anlar.
-Zaten… Anlasaydık bizim olmazdı…- birkaç saniye bekleyip, heyecanla karşısına geçtim. Bağdaş kurdum. Elimde olmadan gülümsedim. – O halde güzel bi’ “belki” şarkısıyla geceyi dansa kaldıralım.
Patti dudaklarını bükmüştü,
-Gece her şarkıyla dansa kalkmaz yalnız.
-Deneyelim o halde, diye büyük bi’ gururla cevapladı Grinko.
Grinko, kenardaki gri çantasından telefonu çıkarıp, “Janis Joplin – Maybe” şarkısını başlattı. Sahilde yan yana uzanmışlardı. Patti’nin ve Grinko’nun gözleri iç içe bakarken susmuşlardı… Bir yandan şarkı etrafa saçılıyor, bir yandan da denizle sevişen rüzgâr çıplak vücutlarına değip gidiyordu. İkisinin de dediği gibi hiçbir şeyleri yoktu. Esasen yaşamın içinde kendini bilen kimsenin bir şeyi olamazdı çünkü burada uyumsuzlaşan akılların yabancılaşmasından başka bir yol yoktu! Kısacık var-olma durumunda sabah kalkıp işe gitmek, ardından yorgun bedenlerin yatakları paylaşması, Patti ve Grinko için aşağılık bir durumdu! Yine de bunu düşünmemişlerdi. Sadece toplumun var-oluş gayesini bir kenarıya bırakarak üzerinden geçmişlerdi.
Topluma karşı bu baş kaldırı, onların ailelerine karşı bir söylemiydi. Çünkü Grinko kendini zevk dölü olarak gören bi’ ailenin çocuğuydu. Ailesine göre varlığı sadece bir şeye aitti. Kısası bu yaşam için bi’ döl yığınından başka bir şey değildi. Patti de yalnızlığa terk edilmiş bi’ ailenin çocuğu olarak babasının ölümüne dayanamıyordu. İkisinin kaybolmuş düşleri onları bir gün, bir kütüphanede bir araya getirmişti. Şimdi bilinmeyen bi’ kasabanın sahilinde öylece göz göze geliyorlardı! Yarın ne olacaktı veya birkaç gün, birkaç yıl sonra… Yarın yoktu işte. Aralarında olan sezgiydi. Bu durum sadece sevişmelerine olanak veriyordu. Çoğu kişinin şehveti tiksinerek kusmasına aldırmadan sadece sevişiyorlardı.
Patti gözlerini öylece kapatırken, rüzgârı ve Grinko’nun saçlarını hissediyordu. Grinko birkaç dakika sonra sessizce ayağı kalktı. Karanlık gökyüzünün altında ki dalgalara bakarken, hiddetle bağırmaya başladı. Bu sırada Patti irkilerek gözlerini açtı ve Grinko’nun heyecanlı gözlerine baktı.
Grinko haykırışına başlamadan önce Patti’ye döndü. Gülümsedi. Gözleri de güldü. Ardından karşısında ki ucu görünmeyen denize bağırmaya başladı,
Belki hiçbir şeyimiz yok,
Belki de hiçbir zaman olmayacak,
Belki tavanların karanlık yüzüne hapsolacağız,
Ama unutmayın ki, her bir sokakta, her bir anda size karşı başımızı eğmeyeceğiz!
Bir günlük ilan ettiğiniz işçi bayramını da… birkaç günlük ilan ettiğiniz dini bayramları da asla kabul etmeyeceğiz…
Asla… Gözlerimizde sevginin doğurduğu hazları paylaşacağız, belki bi’ kuyruklu yıldız olacağız, belki henüz bize ulaşamayan bi’ yıldızın ışığı, ama biz olacağız! Her şeye, her ihtimale karşı, bir anlığına da olsa var-olacağız…
Grinko bağırdıktan sonra yorgun düşmüştü. Patti bunu fark edince, hızla ayağı kalktı. Bu sırada Grinko ellerini indirdi. Yüzünü yere devirdi. Vücudundan ziyade aklı yoruluyordu artık. Onu yiyip bitiren bu baş ağrılarına yavaş yavaş katlanamıyordu. Ama gücünü hep Patti’den alıyordu. Bu güç ona “bir daha… bir daha deneyeceğiz,” dedirtiyordu. Yine o güçsüz kaldığı anda Patti ayağı kalkıp, Grinko’nun arkasına geçti. Grinko’nun kollarından tutup yine genişçe açmıştı. Ve bağırmaya başladı,
-Bir anlığına da olsa… her şeye rağmen biziz… Grinko… söylesene,
-Bir anlığına da olsa… her şeye rağmen biziz… Patti… seni seviyorum!
Patti’nin gülüşleri bu duruma eşlik ederken, sesi rüzgâr ile birlikte denizin üzerine akıyordu. Sessizlik çöktü. Grinko gözlerini ucu görünmeyen denizden çekemiyordu. Sanki gözlerinin önünde cümleler teker teker canlanıyordu. Bir nevi cümlelerin var-oluşlarına şahitlik ediyordular. Ardından Patti sakince söylenmeye başladı ama Grinko’nun yorgun kollarını da asla bırakmadı,
-Neden çok konuşmak istediğimi bilmiyorum. Seni üzeceğim diye de hep kağıtlara sordum neden eksik olduğu mu? Neden ağladığı mı? Neden yaşadığı mı? Her defasında kağıtlara sordum. Sanki bi’ gün… Bi’ gün bana bir şeyler diyecekler gibi baktılar çünkü… Gözlerime işte… Ellerime… Ama göremediler Grinko… Bu yüzden içimi gören sana defalarca haykırmak istedim, aşkla, sevgiyle… Her şeyimle işte… Bazen susuyorum… sen uyurken saatlerce beyaz kağıtlara bakıyorum. Birkaç saniye kağıtlardan gözlerimi alıp kapalı göz kapaklarına bakıyor, biraz da yüzüne, aklımın içinde kaos beliriyor işte… Bazen sıcak havalarda üzerime soğuk su döktüğünde ağlardım ya… Öyle oluyor Grinko… Yine de her şeye rağmen şu haykırdığımız cümlelerin var-oluşu gibi dirileceğiz biliyorsun değil mi?
-Seni sevdiğimi bildiğim kadar biliyorum Patti.
Grinko, arkasına doğru Patti’ye döndüğünde parmaklarını Patti’nin saçlarına sokup dudaklarını anlına yapıştırdı. Öpmeye başladı. Kokladı. Diliyle yüzünü yaladı. Ama bunları yaparken masum gülüşleri de eşlik etti. Patti’nin ıslak gözlerini yalayıp, “beni üzmezsin… biz birbirimizi üzmeyiz… Bu yüzden beyaz kağıtlarının içinden haykırıyorum sana… Varlığımı öyle ifade ediyorum… Her gece baktığın beyaz kağıtlara kendimden birkaç şey saklıyorum ki geceleri yalnız kalma,” diye…
-Grinko… -Patti, Grinko’nun ismini söyledikten sonra hep susardı. Çünkü anımsatırdı yaşamayı bu söz, anımsatırdı varlığını, anımsatırdı ki bu toplumdan kaçıp gerçek Dünya’ya gireceğini, ardından anlını Grinko’nun göğsüne yaslamıştı. Sanki ağlayacak gibiydi de – ben, dedikten sonra tamamen sustu.
Grinko da aniden Patti’nin omuzlarından tuttu, “ağlıyor musun?” Diye sordu. Patti kafasını “hayır,” der gibi salladı. Grinko, “seni pis yalancı,” deyip Patti’yi bacaklarından tutup sırtına doğru kaldırdı. Karşısında ki ucu görünmeyen denize doğru koşarken, Patti de var gücüyle bağırıyordu. Ama Grinko durmuyordu. Birkaç metre koştuktan sonra Patti’yi denizin kıyısına attı. Patti suya dalıp çıktıktan sonra Grinko, “şişko!” diye gülerek kahkaha attı. Patti, kekeleyerek konuşmaya çalıştı ama başaramadı. Ağzına tuzlu su girmişti. Bu yüzden yüzünü ekşitti ve Grinko’ya öfkeyle baktı. Ardından zar zor ayağı kalktı. “Defol… salak!” Dedikten sonra denizden çıktı. Birkaç saniye etrafına bakınmaya başladı. Grinko bu sırada sahilin kenarında minik bi’ ateş yakmak için kumları düzenlemeye başladı. Ateşi yakarken Patti ağır ağır Grinko’nun yanından geçti. Gözleri hafif hafif yanmaya başlayan ateşe bakıyordu. Sessizliğe bürünmüştü.
Grinko ateşi yaktıktan sonra minik bi’ havluyu Patti’nin omuzlarına sardı. Patti hiçbir şey demeden havluya sıkıca sarılıp ateşin göğe doğru yükselişine şahitlik etti. Ardından saniyeler, dakikalar, bir anlar, devamlı geçmeye başladı. Grinko, Patti’nin yüzüne baktıktan sonra sinirli ama afacan dudaklarını gördü, arından, “Bazı şeyler bir anlığına da olsa, her şeye rağmen yaşanması gerekiyordu,” dedi…
Hazel Dahbest & Çağrı Dahbest / 2018-2019 Yazı

Çağrı Dahbest
