Rüyamdaki Patika

Sonsuz bir kıyıya giden, uzun ve dar bir patikadan geçiyorduk Sara’yla. Henüz yeni kesilmiş bir yağmurun nemli griliği vardı havada, çamura yüz tutmamış toprak da bu nemden nasiplenmişti. Bulutlar öfkesizdi, rahatlamıştı. Her biri birbirinden farklı boyutlarda olan Kayın Ağaçları, dar patika boyunca bize eşlik ediyordu, pıtır pıtır taneler damlıyordu yapraklarından. Düzensizce dizilmelerine rağmen bir ahenk içinde oldukları fark edilebilirdi. Bir sincabın ağacın gövdesinde kendi kendine oyun oynadığını sezebiliyorduk kıpırtısından ve susuzluğunu dindirmiş türlü kuşların keskin ve ince bir tonla ötüşlerini duyuyorduk. Patika ne kadar uzarsa uzasın, her adımda daha da yaklaşıyorduk kumsala.

Ardımıza baktığımızda ise sadece patikanın ufuksuz uzantısını görüyorduk. Aramızda önceye dair sakin bir konuşma geçiyordu, sakin konuşmayı tatlı bir heyecanın omuzlarına bırakıyorduk. Hafif bir yel okşuyordu Sara’nın saçlarını ara ara. Dönüp baktığımda bundan keyif aldığını görebiliyordum. Yan yanaydık ama ellerimiz kavuşmasa da omuzlarımız sık birbirine değiyordu. Omzu ılıktı Sara’nın, yumuşaktı. Omuzlarımız her birbirine değdiğinde göz göze gelmiyorduk, bazen sadece dudaklarımızla sırıtıyorduk, koca patikayı böyle yürümüştük. Gözlerindeki ışıltı tıpkı Kayın Ağaçlarının yapraklarından damlayan damlacıklar gibiydi. Nemli toprağa bakardı ara ara, yetinemez birkaç cümle kurardı bakarken. Ara ara koluma dokunur ve ünlem veya bağlaç ile başlayan bir cümle ile seslenirdi. Seslendikten sonra anlatmak istediği şeyi parça parça izah eder, mutlaka sempatik bir espri yapar ardından patikaya bakardı. Bunun hoşuma gittiğini ona o kadar belli etmemiş olmama rağmen, her patikaya bakışında fark ettiğini seziyordum. Tatlı bir tadı vardı yanımda yürüyüşünün, konuşuşunun, dokunuşunun, kokusunun ve omuzlarındaki ılıklığının.

Patikanın sonlarına doğru geldiğimiz Kayın Ağaçlarının seyrekleşmesiyle fark ediliyordu. Seyrekleştikçe ufuk çizgisinde ılık bir deniz büyüyordu gözlerimizde. Kumsal henüz bariz olmasa da kendini belli ediyordu. Kuş sesleri sürekli geride kalıyor, yerini dalgaların uzaktan gelen sessizliğine bırakıyordu. Sincaplar, kertenkeleler, tavşanlar ve kelebekler geride kalmıştı. Sara’nın saçlarını ara ara okşayan hafif yel sıklaşmış ama şiddetini korumuştu. Patikanın sonlarına geldikçe konuşmalarımız sıklaşsa da cümlelerimiz kısalmıştı. Kısa cümlelerle ve eskimiş sözlerle de yetinebiliyorduk. Heyecanla beklenen kumsal mıydı yoksa deniz miydi emin değildik ama uzaktaki denizin nefis bir kokusu geliyordu burnumuza, ılık ve tuzlu bir deniz kokusuydu. Kokuyu her duyduğumuzda gözlerimiz kısılıyor, dudaklarımız gevşiyordu. Sara’nın her zamankinden tatlı bir çenesi vardı. Boynuna dokunan saçlarından gıdıklanmıyordu. Omuzlarımız sık sık birbirine değmeyi bırakmış, avuç içlerimiz uysal bir coğrafyada buluşmuştu. Kuru ve ılıktı avuç içlerimiz. Bazen bileklerimiz birbirine dokunuyor ve kanlarımızın sıcak akışını duyumsuyorduk. Patikanın ardına bakarken göz göze gelmelerimiz azalmıştı. Bizi bekleyen sakin denizli kumsal için meraklıydık. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmasa da ara ara sanki göremiyormuş gibi boynumuzu biraz daha yukarı doğru uzatır sanki daha ileriyi görebilirmiş gibi bakınırdık. Bunu yaptığımızın farkındaydım. Komik ve tatlı olduğu için saçma gelmiyordu.

Sonsuzluğa uzanan kumsalın başladığı yer patikanın bittiği yerde birbirleriyle karışıyordu. Bulutlar ufkun üzerinde kısık ve morumsu bir kızıllıktaydı. Bulutlar birbirlerine sıkı sıkıya sokulmamıştı, yukarı taraflarında baskın hatları olan köpük kıvamındaydılar. Deniz mavinin en soluk tonundaydı. Dalgaların hafif bir coşkunluğu ara ara sert bir şekilde kumsala çarparak yükseliyordu. Pastel renklerde küçük taşlar kumsal boyunca epey seyrek bir şekilde dağılmıştı. Kayın Ağaçları arkamızda kalmıştı ve patikanın dar bir noktada tükendiği ardımıza baktığımızda görülebiliyordu. Kumsal boyunca sonsuzluğu kırıp geçecek tek bir detay yoktu fakat ardımıza baktığımızda patikanın tükendiği yer bu ezberi hemen bozabilirdi, doğrusu çok da güzel bozardı, harikaydı. Sara benden önce davranıp ayakkabılarını çıkarmıştı, ardından ona uymuştum. Henüz yeni çiselemiş bir yağmurun nemi, parmak aralarımıza giren ılıklığını alamamıştı kumların. Yürüdükçe ayak parmaklarımızın arasına giren kumlar, yerini dalgaların ıslattığı sıkılaşmış kumlara bırakıyordu. Burada pastel renkli taşlar da sıklaşıyordu. Suyun ılıklığı sıkılaşan ıslak zemini serinletiyordu. Biraz daha yürüdüğümüzde parmak aralarımıza dolan kumlar, yerini ılık deniz dalgalarının heyecanlı köpüklerine bırakmıştı.

Kumsalın sonsuzluğuna yürümektense kumsalın hafif nemli diyebilecek kadar kuru bir yerinde oturmuştuk bir süre sonra. Sara oturur oturmaz başını omzuma koymuştu yavaşça. Kumsal da, ufuk da sonsuzluğa uzuyorken; Sara başını benim omzuma koymuştu. Ufkun sonsuzluğu kadar güzel, kumlar kadar yumuşak, dalgalar kadar heyecanlı, deniz kadar ılıktık. Parmaklarımın iç yüzüyle Sara’nın yüzüne dokunuyordum ve çenesine kadar geziniyordum. Ara ara dönüp birbirimize baksak da, bir süre sonra konuşmaya başlamıştık. Konuşmalarımız da bizim gibi usul ve heyecanlıydı. Geçmişten ve gelecekten bahsetmek yerine bugünün tekil güzelliğini birlikte paylaşacak kadar cesurduk çünkü dünümüz kendi halinde eğlenceli ve güzeldi, yarınımız rahat bir meraklılıkta. Ben yaşadığımız güzel günleri anlatır, ara ara dudaklarından öperdim. Sara ise bugüne dair tatlı çıkarımlarda bulunup bana verdiği huzurun farkına vardığını fark etmezdi. Kumsal kadar biz de uzuyorduk aramızda, dalgalar gibi yükselip, hafif bir yel gibi duruluyorduk. Süzme peynir ve yeşil zeytinle doyuyor, tatlı bir şaraba susuyorduk.

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak