Yola Doğru: İkili Yaşam

Birçok öykü, bir çok söz, bazen saçmalamak, bazen sırf yazılmak için yazılır. Bir şeyler elbette anlamlandırılmaya, ifade edilmeye çalışılır, var-oluş dediğimiz, arayış dediğimiz şey de yaşamı yaşadığımızı bilmek değil de denir ki zaten, sırf bu yüzden insanın biraz olsun hissettikleriyle var-olduğunu hissetmek, işte… Sırf bu yüzden şu anılar, düşler yazılmaya, düşlenmeye devam ediliyor, Dirilişte şöyle bi’ söz geçiyor bu düşüncelerimin üzerine, “yazmak, ölümden bir şeyler çalmaktır,” diye, esasen ölümden veya başka bir şeyden bi’ şey çalma istencim, inancım da yok. Sadece, anlık mutlulukların ve hüzünlerin içinde yer etmiş şarkıların yarattığı olayları görüyor ve bu öyküleri hissediyorum…
Hissetmek bazen fazla da gelse, denemekten asla vaz geçilmiyor. Fazla tütün içmenin ve kahvenin ağırlığı beni koltuğa yapıştırıyor, kulağıma bi’ sivri sineğin bıraktığı ince ses yankılanıyor, hep denirdi zaten, “her şeyin fazlası daima zarardı,” diye, olduğum halde; yalnız, biraz üşümüş, vücudun bayılmışken zararı düşünecek bi’ hal var mıydı, diye, yine de kenarda öylece hüzünlü bi’ blues şarkı çalar ve kendi yüzünü kendi avuç içlerinle süzersin. Bir an da aklına çok şey gelir, bi’ yolun sıcaklığı, bi’ arkadaşın gülümsemesi, her şeye rağmen ayağı kalkarsın, mutfakta kirlenmiş bir kaç bardağı çalkalar ve tezgaha ellerini yapıştırırsın, kendi kendine çok şey düşünür ve kaybolursun ama inanırsın, inanır, geçmişinde yok-olmak, geleceğinde var-olmak isterken, kendini hatırladığın kadar var-oluyor, unuttuğun kadar yok-oluyorsundur, bu bulantıya karşı cevabın o tezgahın önünde, “Dirt In The Ground sözleri ve sessizliğin olmalıdır.” dersin, sessizce seni rahat hissettirmesi için de yıkadığın bardakları duvarın yanına düzersin.
O hisler bir kaç bardağı düzeltmek ve yüzünü ellerinle süzmekle rahatlatırken biraz kendine gelirsin, aydınlanmayla bu ağırlığı duşta süzmeyi düşünürken, aklına esasen çok şey gelir… ama o his… O his, seni bir şekilde duşa itmeye kalkar her şeye rağmen, kalkıp banyoya gidersin, ılık su saçlarının arasına girince aklına gelen her şeye, “çok fazla bulanıyor kafam ve artık bu bulantıyı kusmam gerekiyor,” diye yakınırsın yıkanırken, banyodan çıkarken hafiflediğini hissedersin, sessizce içerideki yatağa uzanıp, battaniyeyi üzerine çekersin, tavana bakarken bir çok anı, bir çok şey canlanır karanlık tavanın içinde,
“şu tavanlar iğrenç toplumun, yapmacık kahve sohbetlerinden daha anlamlıdır,” diye düşündürür çoğu kez, tavanda uyuyan sineğe bakıp, yüzünü son kez sıvazlarsın ve gözlerini kapatıp, kendini, kendi bilincine bırakırsın her şeye rağmen…
Uyumak bazıları için bi’ kaçış, bazıları için bi’ devrim, bazıları için bi’ protestodur. Yine de bazıları için uyumak dahi hiçbir şeyi değiştirmiyordur, değiştirmeyecektir, belki hiçbir şey olmayacaktır, halen iğrençliğin, bulantının içindesindir, yine de o şarkı… o kitap… her şeye rağmen geceye armağan ettiğimiz düşler, düşlerin yıldızların arasında yeni bi’ gezegen yaratma istenci, çoğu duygudan daha samimi… daha inandırıcıdır.
Bizler özgür kuşlarız, kusarken!
O beyaz dağlara ve yollara doğru, daha öteye bulutlara ve düşlere,
Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklerde tiksintiyle,
Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğim o yerlerde iştahla…
Aleksandr Puşkin – Hazel Dahbest
Yola Doğru: Yaşam Kırılması
“Hava ısınabilirdi, ama yanımdaki plak asla ısınmamalıydı,” diye düşünüyordum. Çünkü yaşam dursa dahi müzik durmamalıydı, insanın, bir başka yaşamı varsa, herhalde çok uzaklarda araması saçmaydı, kenarda çalan bi’ şarkı nasıl oluyordu da bi’ iğne yardımıyla beni istediği yere sürükleyebiliyordu. Bazen yatakta uzanıp, tavana bakarken; kısa etekleriyle deli gibi dans eden kadınları, sert ayakkabı uçlarını tahta döşemeye ritim tutarak vuran erkekleri görüyorken, şarkının sesini daha çok açmak istiyordum.
Bir an kendime geldiğimde, “Cold Cold Ground” çalıyordu, bu müzikle deli gibi dans eden insanları görebiliyordum, “neden ayakta dikiyorsun” deyip yanımdan geçen kadının yüzünü göremedim. Birkaç saniye tavana, birkaç saniye karşımda deli gibi dans edenleri seyrediyordum, yine de gözlerim o kalabalığın içinde bana selam veren o’nu arıyordu.
Aklımın karmaşasından ayrılamazken omzuma sert bi’ darbe almıştım, dans edenlerin arasına doğru yüz üstü düştüğümde kendimi zorla sırt üstü çevirmeye çalışıp, tahta döşemeye sırtımı yaslayıp, yerde özgürce uzandım, tavana bakarken etraftaki kalabalığın bacaklarındaki inancı, dansı, şehveti görebiliyordum, sarı tondaki ışığın gözlerime dolduğuna şahitlik ederken, illüzyon ve gerçekliğin kırıldığı noktayı hisettim, “tavana bakarken tanrının neden bu denli acımasız olduğunu, bir yandan da o kalabalığın içerisinde bir yerde onun dudaklarının nasıl bu denli güzel olduğunu,” düşünüyordum, dans edenlerin arasından bi’ kadın delice üzerime doğru geldi, sarı tenli kadın ellerimden tutup hızla beni kaldırmıştı, müzik öylesine yoğun geliyordu ki, kadın beni deli gibi etrafında döndürmeyi başarabilmişti. Bir yandan da deli gibi bağırıp, anlamadığım bi’ dilde bir şeyler söyleniyordu, sarı tenli kadın hızlıca kafamı göğüslerine soktu.
Kafamı kaldırdığımda “Little Amsterdam” barında hüzünlü bi’ buluz şarkısı duyarken bir anda Marla Singer’ın her gece üşenmeden gitti terapilerde buldum kendimi. Herkes ağlıyordu, “bir şeyler ters gittiğinde, devamlı kötüsü olmaya devam ediyor” diye düşünürken, “yanılıyor ve yanlış yoldasın” dedi.
Bu sefer hızlıca irkilip etrafı kontrol edecekken, olduğum yerden irkildim, duvarda asılı olan Vasiley Perov’un Dostoyevski portesine baka kaldım.
Yüzümdeki terleri elimin tersiyle silip, telefonu elime aldım, bildirimler epey yığılmıştı, “kaç saattir düş kuruyordum,” diye düşünürken kafamın ağrısından bu düşünceyi de ertelemiştim, mutfakta son kalan kahveyi yaptıktan sonra Yunan tütünü (George Karelias and Sons) sarıp koltuğa yığıldım. “Tavana bakarken içilen bi’ tütün, her şeyi daha anlamlı kılar o an için”.
“Saçmalama Dahbest”, dedim kendi kendime, durmadan kendimle konuşmama devam ettim, “artık bir şeyler değişmeli, kabul etmek, yaşamın yaşanılır bi’ yanının olmamasının yanında, sadece yaşamın var-olması vardı,” diye döküldü kelimeler yerlere, kenarda her gün giydiğim siyah gömlek, eskimiş ve beyazlamış pantolonu gördüm, “yine yıkamayı unuttum” deyip hızlıca tekrar giyindim. Üzerine sıktığım deodorant çok iyi hissettirmişti.
Bu sefer nereye gitmem gerektiğini pek kestiremedim. 60’lardan kalma bi’ bar bulunamazdı bu yy.’da, zaten bulunsa da işe yaramazdı. Binanın soğuk demir kapısını kapatıp etrafıma bakındım, içimde anlamsız bir şekilde etrafta koşmak, bi’ asfaltın üzerinde sevdiğim dostlarımla oturmak, gitmek… Gitmek vardı. Ama geri döndüm, eve girdim.
Tekrar bi’ tütün sarıp yazmaya başladım, yazdıklarımın üzerini çizip tekrar yazdım. Bu yaşama isteği, hayatı kaçırma korkusu nasıl oluyordu da insanı bu denli bunaltabiliyordu emin değildim o an için ama bi’ şey vardı, belki de henüz şeyleşmemiş bi’ şey.
Bir anda banyonun kapısı açıldı ve korkuyla koltuğun üzerine çıktım, makyajı akmış kadın, “bu en sevdiğim siyah çorabımdı -dünden kalmaydı sesi- ve sen yırttın” dedi,
Düş kurmadığımı çok iyi biliyordum, “sen kimsin” dedim. “Dün geceden beri 70’lerden kalma bi’ barda dans ediyordun, yani sayıklıyordun, ben de yanında işte, oturdum öylece, senin düş dolu yüzünü izlerken aralara girip seni tahrik etmeye çalıştım” diye mahcupça söylenip, sarhoş kafasıyla “ne yani, güzel eğlendim ama” dedi, öyle şaşkın şaşkın baktım yüzüne, ne diyeceğimi bilemedim, “bazen en iyi cevaplar hep gece yatakta düşünürken insanın aklına gelirdi zaten” deyip, düşüncemi inatla kesmek istercesine, “siktir et… düşünme” dedi ve yanıma sokuldu, koltukta bağdaş kurup, şaşkın şaşkın olanlara bakarken, sarhoş kadın kafasını bana yaslayıp bir anda hüzünlü dudaklarıyla, “böyle yaşamak istemiyorum, böyle olmaz,” derken saçlarını sakin sakin sevmeye başladım, hıçkırık sesleriyle konuşmasına devam etti, “daima sarhoş oluyor, insanlarla tanışıyor ve herkes her şeyi aynı düşünüp, aynı yapıyor ve bundan da zevk alıyorlar… Galiba ben de öyleyim… Galiba…” diye söylenirken bi’ anda bi’ çocuğun bi’ oyuncak istemindeki hüzün vardı dudaklarında,
Bazen hüzünlü birine verilecek en güzel şey, ya bi’ playlist hazırlamaktır, ya da konudan tamamen bağımsız bir şey okumaktır. Yanına doğru kıvrıldım, sıkıca arkasından sarıldım, saçlarının arasından boynuna dudaklarımı yaslayarak geçen gecelerde yazdığım manifestoyu okumaya başladım,
Unutulmuş bi’ sokağın içinde, buharlaşmayı bekleyen bi’ gözyaşıydı bu yüzyıl,
Sanki rüzgâr, bi’ piyanonun notalarıydı ıssız bi’ sokak arasında gezinen,
Nasıl da ölümü bekleyen bir çınar ağacı sessizce üzerine yığılan asfaltın acısıyla, şehrin altında yasamayı seçer,
Keşke, iyilerden ve adilerden uzak dursaydı da, yaşasaydı birkaç saniye, akıtmasaydı içindeki pınarı ölmüş gözlere,
Yaşamınızın içinde parıldayan bi’ pınar olsaydı da, yaşatsaydı sizi birkaç saniye,
Sokağın arasına bakan pencerelerden, iyi ve kötü diye adlandırıldı çoğu şarkının adı, hiç yoktu bilgi bunların içinde,
Herkesin ince ve hırıltılı sesleri doldu bir anda asfaltın altında yasamayı seçen çınarın gözlerine,
İyi de, hepsi tutkulu bir yalandı sessizce akan akıllardan,
Ve bitti, sanki bir anda tutkulu yaşam gözlerinin içinde,
Artık asfaltın eritilemez bi’ ‘yaşama isteği’ olduğunu anladı,
Ve herkes, sokak arasındaki kokuşmuş çöplerden tiksinirken, o, erdemli bir ölümü seçmişti,
Sahiden hiç duydunuz mu unutulmuş bi’ sokak arasında ki inletiyi,
Sahiden hiç duydunuz mu birbirimizin yaşama isteğini,
Ne çabuk herkes ölümü ister oldu,
Ne çabuk unutuldu erdemin öğretileri,
Ölmeye susamış ve ölümde susamış, sizler!
Ne çabuk unuttunuz gençliğinizin hakikati,
Ne çabuk bitti yaşam bir anda!
Ölümün son anında, küçük bi’ pencereden, aniden tükürülen şen bi’ balgamla erimiş ve yok olmuştu herkesin sesinde,
VE, O, ERİYİP YOK OLMUŞTU HERKESİN SESİNDE…
Ağlaması geçmiş ve bir anda gülmeye başlamıştı, “baksana halime, çocuk gibiyim, kimse anlamıyor beni, bir anda bir yere, bir anda başka bir yerde olmak çok zor,” dedi. Ben de “sen kimsin” dedim, “bilmiyorum,” dedi çocuk gibi ve inanmıştım gerçekten kendisinin kim olduğunu bilmediğine, çünkü bir insan, karşısındakini anlayabilirdi ama kendisin bi’ başkasında unutmuş kişi, asla kendisini anlayamazdı, “Sen… Sen çok iyi birisin ama bana çorap parası vereceksin,” dedi, “şu an hiç yok,” dedim, ayağı kalktı, güldü, “zaten zamanı gelmedi daha ahmak,” dedi ve çıktı evden.
Yola Doğru: TON-618 İllüzyonu
Olanlara öylece baka kaldım, şaşırmamıştım esasen, ama hiç beklemediğim anda olmuştu olaylar, zaten beklenmedik bi’ misafir karşısında heyecana girmek gibiydi hislerim, ne yapacağımı kestiremeyince, ben de evden çıkıp, nere gideceğimi bilmezken, en son kendimi, yine kendi kendime konuşurken kütüphanenin önünde buldum.
İnsan kendini bulmalıydı, artık o’nu aramak, arayışın sonunun olmayacağını bilmek, gecenin bi’ karanlığında yıldızlara bakarken kaybolmaya sebep oluyordu. İlk gözüme çarpan parlak yıldızın 30.000 derecede yandığını ve etrafa mavi parıltılar saçtığına inanıyordum, zaten fizikken de bu böyleydi. Duygularımı, bilimle tasdiklemek beni rahatlatsa da, bilime çok fazla inanmamam gerekiyordu.
Bu kadar hayal kurmak insanı bulantıya sokabilirdi. Belki de Sartre, “yapa yalnızım bu koca şehirde ama şehrin üzerine yürüyen koca bi’ ordu gibiyim de” değimini yalnız başına bi’ kütüphanenin önündeki karanlıkta yıldızlara bakarak tekrar yazsaydı, bir nevi bilişim çağında olsaydı, “yapa yalnızım bu karanlık kalabalığın içinde ama yıldızlara karşı bakan, koca bi’ hayalperestim,” derdi.
O an banyodan çıkan kızı anımsadım, siyah elbiselerinin içindeki zarif duruşunu da anımsadım, mavi saçlarını da anımsadım, o’nu anımsadım. Yıldızlara tekrar baktım ve “oradasın… buna sadece inanıyorum,” dedim. Bazen birine veya birbirine inanmak tek eylemdir, çıkış yolu olmadığında, bazen yola, bazen o’na inanmak gerekir.
Belki de bu kadar hayal kurmamalıydım veya bir kadına karşı bu kadar istek beslememeli, durdum öylece, sırıttım, “şimdi o güzel kızla ben mi seviştim,” dedim kendi kendime. Olduğum yerde kahkaha atmaya başladım, sanki komşumun çimenleri değil de kendi bahçemdeki çimenlerin daha yeşil olduğunu hissettim, “Tom Waits’in “Road To Peace” ‘i çalıyor gibi geldi, öyle yoğundu ki o his, o şarkı öyle yüksek sesle geliyordu ki kulaklarıma, bacaklarım heyecandan titriyor ama yüzüm olabildiğince sırıtıyordu, bir tütün daha sarıp bu eğlencemi gökyüzündeki yıldızlara doğru armağan ettim, elimle o parlak yıldızı gösterip, “sende kaybolmak pahasına, kendimi unutuyorum,” dedim.
Kulaklarıma “I hope that, I don’t fall in love with you” dolarken, sanki bu gecenin şaşalı bir gece olmadığını ama kendimle dans ettiğim bi’ gece olmasını çok sevmiştim. Bazen her şeye rağmen yaşam minik bi’ gülümsemeye sığabilir, diye düşündüm ve inandım da.
Kendi kendime tekrarladığım sözler, belki de bir inanç, belki de bir illüzyon yaratma istenciydi,
“I had a beer and now I hear you call out for me,
And I hope that I don’t fall in love with you”
Sözlerini bir yandan gülerek, bir yandan sardığım tütünü içerek yıldızlara uğurladım.
Nerede karşılaşacağımız, birbirimizi nerede bulacağımız, henüz belli değilken, gerçekliğin ve illüzyonun tanımı henüz bilinmezken, seni aramak her şeyden daha gerçekti, sanki, her şeyin cevabını bilirken, seni düşününce, hiçbir şeyi bilmediğimi hissediyordum, sanki senin düşlerken tozlarıma ayrıldığımı, bi’ yıldıza ait gezegenden kopan o parçanın dünya atmosferinde tozlara ayrılıp, gözlerime düşmesindeki samimiyeti hissediyordum.
Kütüphaneden kitapları aldım büyük bi’ hızla, eve doğru yola koyuldum, giderken birçok şarkı çalıyordu, bazen sarhoş oluyor, bazen hüzünlü, bazense mutu, her bir adımda bir devinim olurken aklımda,
“And martha, Martha,
I love you can’t see?”
Diye söyleniyordum, kendime, “yaşam ne yaşamak için kaçar ne de kaçırmak için yaşanır,” deyip gözlerimi kapatarak yürümeye devam ettim. Reflekslerin etkisiyle gözelerimi açmak istesem de açmayacağımı çok iyi biliyordum, yüzüme bir yandan rüzgâr, bir yandan araba seslerinin kulaklığın içine bıraktığı ince ses vardı. Zamana karşı yürüyor ve elimdeki tütünü içmek için hiç dudaklarıma götürmüyordum, Tom Waits’in boğuk sesi beni daha fazla cümlelere itiyordu, sanki o rüzgârın içinde dans ediyor, ya da bir şarkıyla tavana bakarak şuursuzca tavandaki rutubetleri izliyordum,
O sıra birisi ayağı kalkıp,
“And an open invitation to the blues” diye bağırmıştı.
O sesin hiddetiyle gözlerimdeki korneanın parçalandığını hissettim, her şey olabildiğince bulanıktı, yine de köşelerde yere yatıp ağlayanlar, parçalanmış korneama rağmen onların büyük bi’ inançla ayağı kalktığını gösterebilmişti, bir anda ayağı kalkmayı başaran herkes, deli gibi dans etmeye başladı, bir yandan da bilincini kaybetmişleri uyandırmayı da başarıp, birlikte hep bi’ ağızdan salonun ortasında,
“Cause I’m the ice cream man honey,
I’ll be good to you”
diye bağırmaya, haykırmaya devam ettiler. Kalabalığın arasından birisi, çıktığı masanın üzerinde daha fazla durmayı başaramayıp yere çakılmıştı, sanki bu düşüş, “hayatının ilk yalnız yol deneyimi gibi ürkütücü ama heyecanını kalbimde hissedebilmesindeki inanç gibiydi,” yerde sırt üstü yatıp, büyük bir zevkle kadınların eteklerinin nasıl barın içindeki havayla dans ettiğini deneyimliyordu. Sanki o an herkes, yaşamı o an için yaşıyordu, anın dışında o’nda yaşıyordu herkes yaşamı.
Büyük bi’ çarpıntıyla kendime geldim, yerdeki parkelerden biri eksik olmalıydı ki ayağım boş kalan parkenin yerini tamamlarken takılıp yüz üstü yere düştüm, kafamı yere çarptığımda sanki her şeyin üst üste gelişi beni olabildiğince ağlatacak gibiydi. Anlımın kanamasından ziyade kafamın ağrısı çok canımı acıtıyordu. Gözlerim herhangi bi’ kimseden peçete istemek için etrafı süzdü ama kimse yoktu, kanayan yeri koluma sürmeyi düşündüm ama siyah gömleği çok sevdiğimden içimdeki önemsiz atleti çıkarıp, kafama sardım.
Kafamdan başlayıp, ellerime kadar inen acıyla sessiz sessiz eve gidiyordum, kulaklarım ve dudaklarım anlamsız bir şekilde uyuşmuştu, asla müzik durmadı, yıldızlara uğurladım tütünü bu sefer dudaklarıma götürüp,
“Now I’m smoking cigarettes,
and I strive for purity,”
diye mırıldanarak sokak lambalarının altında sallana sallana eve doğru ilerdim.
İllüzyon ve Gerçekliğin Arasında, Güneşin Parıltısı

O uyurken, sessizliğin içinde tavana bakılarak içilen bi’ tütün, her şeyi daha anlamlı kılar, neden sarhoş değiliz ki bu yıldızların altında
Yaşam da bir illüzyondu, gözlerimi çevreleyen mercek sanki büyümüşte göğü kaplamış gibiydi, sanki bi’ parçam benden ayrılmış ve form değiştirmişti, insan eksikti, tam da böyle hissederken kendini tamamlamaya çalışan bi’ şiir veya şarkı olmalıydı.
Bazen canının yanmasın rağmen devam edersin, çünkü bilirsin, orada, o’nda ve sende ondan bi’ şey vardır. Anlamsızdır, ama arayış bazen bi’ seksin, bazen sarhoşluğun, bazen yolun içinde olur, henüz duymuyorsun, biliyorum ve o plak nasıl iğnenin ucuyla sevişerek kendine has notlarını çıkarıyorsa, ben de bayılana kadar bu şarkıyla sevişebilirdim.
O an için boş koltuğun üzerine saçılan güneşin parıltısı vardı, tekrar o’nu gördüm, nasıl oluyordu da bu eve girebildiğini aklım almıyordu, o’na bakarken, seks öncesi uyuya kaşındaki masumiyeti izledim. Ses çıkarmamaya dikkat ederek, saçlarının yanına “sen de, senin için ise ben de, unuttuğumuz şey var,” yazılı küçük bi’ not bırakıp, ses çıkarmadan evden ayrılmıştım. Oldu da soğuk evin içinde üşürse, o mektup o’nu kucaklayıp yatağa yatırır, diye düşünmüştüm,
Bazen yolda, gerçekten çok duygusal veya bi’ erkek orospusu olduğumu hissedebiliyordum, yüz üstü yatağa yatarken, eteğinin gerilerek açılmasındaki zevkte aklım bulanıyordu ama uyuyan yüzü… Her şeyi berraklaştırıyordu uyuyan yüzü…
İnsan bazen kusmak ister yaşama karşı, bazen deli gibi bi’ blues şarkısında dans etmek, bi’ tren yolculuğunda illüzyonu anlayabilirsin, camdan süzülen yaşamın sahteliği, karşımda uyuyan senin yüzünde gerçekliği, çok net görebiliyordum.
O uyurken, sessizliğin içinde tavana bakılarak içilen bi’ tütün, her şeyi daha anlamlı kılıyordu, neden sarhoş değiliz ki bu yıldızların altında, hiçbir şeye anlam veremiyordum, sadece bir sana, bir o tarafa bakıyordum,
Bazen anlamsızca etrafa bakınmak, sokakların içinde en anlamlı eylemdi. Bir saniye önceki hisle, bir saniye sonraki hislerin birbirinden kopuk olması, “neden her şey bu denli iç içeyken, bu denli birbirinden kopuk gibiydi,” diye düşündürdü anın içinde,
Her şeyden kopuk yaşayan kafeler sokağı da çok saçmadır, yine de bazen her şeyi kendinde saklar ve unutursun, orada bi’ kahve içmek, artık her şeyi daha anlamsız kılar ama yaz yağmurlarının gece habercisidir o tiksinç kahveler.
İnancım vardı bu sözlere ama tüm düşlerim her bir kahve bardağında unutulup erimeye başlamıştı, çünkü bi’ yerde 30’una gidersin ve Marla Singer gibi kaybolmaya devam da edersin, kimseye anlatamazsın hissettiklerini, biraz sessizleşmiş, biraz hissizleşmişsindir, biraz da yalnızlaşmış, bu yüzden Tom Waits ve Dostoyevski, “There’s a world going on, Underground,” der.
Yeryüzünün neredesinde olduğumu pek sorgulamıyordum, yerin dibinde yaşamak bazen her şeye rağmen bi’ protesto, bazense bi’ mecbureyetti, yine de her şeye rağmen bir anlığına da olsa bazı şeyler yaşanması gerekiyor ve yaşanıyordu, diyebiliyordum, çünkü her şey saflaştığında başlıyor geçmişin özlemi, anlara sıkışan anılar, insanı eksiltiyor, “yine yanlış yoldasın” diye karşıma çıkmıştı, “bu sefer inan çok yoruldum, hislerden dahi, yaşadığın şeyi kendine dahi anlatamadığın zaman o şarkı sonsuz döngüye alınır, çünkü bilirsin, sonu değil hiçbir şeyin, bitmedi henüz, ama çok yoruldum. İnanıyorum elbette, belki şarkılara, belki rüzgara, belki hafifçe sana yassıyan mum ışığına, ama… çokta yorulmuşum, sadece kendime ait bir yere gitmeliyim, belki de gözlerine, belki de daha öteye,” diye saçlarına, bacaklarına öylece bakarken söyledim, “biliyor musun, insan bi’ parçasını devamlı geçmişinde saklar var-olmak için, bana okuduğun manifesto, bizim için zamanı bükmekti, bizim var-olmamız için o okunmalıydı,”
Konuşurken, biz demesi içimi açıyordu, öylesine hoşuma gidiyordu ki şu “biz” sözü, belki de 21.yy.’ın var-oluş gayesi “biz” kelimesi olmalıydı, kitapların arka veya ara satırlarında unutulmuş hisleriz sadece, bazen o kitabı, o şarkıyı sırf o his için açmak istersin, ama bazen o hisse uygun müziği bulamazsın, ya zaman yanlıştır, ya da parmakların o heyecanda çalışmayı reddeder, bir anda dudaklarına yapıştım.
Bizim için artık fizik kulları, felsefi ahlak yasaları veya toplumun ahlak kuralları yok olmuştu, bir şekilde, bazen eriyor, bazen var-oluyorduk. Hüzünden kaçmıyor, bir şekilde gecenin altında yıldızları izliyorduk, bazen birbirine inanmak, tavanda var olan betonun atomlarını dahi ayırabilirdi, bu yüzden yan yana yeşil çimenlere uzanıyor, bazı günler ağlıyor, bazı günler deliriyorduk, gökyüzündeki yıldızları izlerken, ben de sol yanağımı yeşil çimenlere yatırıp, o’nun sağ yanağını izliyordum, istemsizce mırıldanmıştım,
“Come closer don’t be shy,
Stand breath a rainy sky
The moon is over the rise,”
“Çağrı” dedi, sessizce yıldızlara bakmaya devam ettim, bu sefer tüm inancıyla “Dahbest” dedi, ve tekrar gülümseyerek sessiz kaldım,
“Don’t say goodbye to me,
Describe the sky tome”
Diye sözleri yıldızlara uğurlayıp bana doğru döndü, ben de burnumu burnuna değdirip, gözlerinin içinde öylece yıldızların arasında geziniyordum,
Yıldızların altında iki kişi korkusuzca gökyüzüne bakabiliyorsa, toplum için kaybolmuş, birbirleri için orada var-olmuşlardır.
Geceye o an için yağmurun sessizliği de eşlik etmişti, ikimiz için uzun bi’ gece ama yıldızlar için daha uzun bi’ geceydi, yıldızlara bakarak gönderdiğimiz atomlar elbette bizi yıllar yıllar sonra orada tekrar var-edecekti, şimdi olduğu gibi, kim aksini ispat edebilir ki, belki de dünyada ikimizin öpüşme olasılığı, çok uzaklarda var-olmuş yıldıza ait bi’ gezegenden, şuan öpüştüğümüz noktaya bakan bizim atomlarımızın yarattığı inançtı, ve o bakış esnasında gözlerimizden ayrılan atomların birer parçasıydık şuan, bizlerin atomlarıyızdır belki de, yine biz olmuş, bizizdir…
Yola Doğru: Yaz Sıcağı
“Biliyor musun Çağrı, insan belki çok uzaktadır, hem kendinden, hem toplumdan, nasıl deneceğini bilmiyorum, insanın bazen bir şey diyememesi bi’ şarkıyı istemsizce ezberlemesine, devamlı o şarkıyı dinlemesine benzer, anlıyorsun değil mi? Yani…” derken gerçekten anlayıp anlamadığımı kontrol etmek için gözlerime baktı, “Bi’ yaz sıcağında sahilde koşarken o şarkıya eşlik etmek gerekir, bi’ anlığına da olsa her şeye rağmen yaşanması gerekenlerin yaşanması için belki o şarkı, belki de o yıldızın altında sevişmek gerekir,” diye söyledim.
Bazen Tom Waits’in inancıyla “Time” dinleyerek, batıya doğru gitmek gerekir. Her şeyden arınmak için değil de, her şeyi orada tekrar var-etmek için, bana baktı, sustu, “gelemem,” dedi, “seninle olan her şey çok güzel ama… gelemem sadece,” dedi.
Bazen herkesin bi’ filmde yaşama isteğinin olmasını anımsıyorum, sonra fark ediyorum ki yaşamlar sahte kafelerde birer kahkaha veya gözyaşına bulanmış sahte postlardan ibaret, belki de gitmek gerekli artık, kendisiyle insanın gitmesi gerek…
Her zamanki gibi nereye gideceğimi bilmezken, “gideceğim yerin bi’ yer olmasından sakınarak gideceğim,” diyerek yola çıktım.
Sıcağı işitmeye başladığımda, asfaltın üzerinden çıkan buhar, ayakkabıların altını eritecek gibiydi, yaşama yabancılaşmış kimse, geriye, normal yaşam geri dönemiyordu, yolda söylenen bi’ atasözü vardı, “yolda geçmiş veya gelecek yoktu, saniyenin binde biri dahi anda yakalanamazken, ânı yakalamaya çalışanlarındı özgürlük,”
Bazen çok uzaklara bi’ su şişesi ve küçük bi’ sırt çantasıyla gidilir, geçmişe sıkışmış hiçbir şey, o an için anın dışında kalan geleceğe armağan edilmezdi, sanki o ruh hali,
Yeni Türkü’nün sözlerini anımsattır,
“Başka bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta,
Burası gibi değildir gideceğim memleket,”
Çok mu uzaktayım, çok mu kafam dağıldı bu aralar, kendimden çok mu uzaklaştım şimdi. İstemsizce gözyaşlarımı sıcakta göğe doğru uğurlarken, bir yandan da dudaklarımdan,
“Ner’de gördüklerim, ner’de o beklediğim,
Rengi başka, tadı başka”
Sözleri ve anıları uğurladım, insan şunu çok net anlıyor, “çoğu kez, sözleri, anıları değil, kendini uğurlar birçok kez değirmenlere karşı insan,”
İnsanı var eden, anılara sıkıştırdığı o şarkılarken, o kitaplarken, artık insanın kendisi onlar olur, Dostoyevski Omsk kalesinden ayrılırken, rüzgârın ninnisi ve Yeni Dünyanın sözleriyle giderken, artık onlar olmuş bi’ Fyoder olarak gidiyordu.
Belki de çok anlamsız bu olanlar, belki de…
Yine de insan, şu küçük yerkürenin içinde aylak aylak yaşama tutunamayanken, şu sözü hatırlamalıydı, “birbirini seven iki kişi, sevişirken birbirine en anlamlı atomlarını bırakır,”
Baktığım şu yolda, kendime ait hissetmek, yola, güneşe, sıcağa ait hissetmek, birçok anlamsızlığı hatırlatırken, beni daha çok sessiz ama bir o kadar da gözlerimi derinden açan, heyecanlı gözleri olan birisi yapıyordu,
O sıra yine şunu fark ettim, “şu yaz sıcağında asfalta ayakkabısı yapışan herkes, herhalde not defterlerinde uçurtmalar uçurup, düşlerinden yıldızlar kaydırıyordur,”
Bazen tavan karşı içilen bi’ tütün, bazense gidilen bi’ yol, her şeye rağmen o’nu aramak, cevabı onda bulmak, kendinden uzaklaşmak, bi’ var-oluş biçimidir, o hisle iç içedir her şey, ve cevap oradadır, orada…
Kendimden, şehirden, toplumdan ve biraz da o’ndan uzaklaştığımda bir aracı durdurmam gerekir miydi, diye düşündüm, emin değildim ama yirmi otuz metrelik rampayı geçtikten sonra bir yerde, yaşlı bi’ ağacın gölgesinde yunan tütünü içilebilirdi. Saçlarımın arasına sıcak dolarken yüzüme zevkle çarpan rüzgârı hissediyordum. Rampa bitince, karşımda ucu görünmeyen deniz, buğday tarlaları, kısa zeytin ağaçları ve uzun bir değirmen vardı, belki de… sen varsındır. Yürümeye devam ettikçe, kendimden uzaklaşıyor ama bir o kadar da kendim oluyordum. Ben olmuş her şey, beni benden çalarken, hiç fark etmediğimi anımsıyorum, bu yüzden yolda ilerlerken gerçek ben dediğim, yani “biz” oluyordum, birbirlerine inanan dostlar, aşklar, sevgiler ve özgürlük oluyordum.
Belki de çok duysaldık, belki de yaşamın en şımarık çocukları olduk, kim bilir, belki de en yapmacık hayalperestler, yine de yaşamın sahteliğine inanmayı veya reddetmeyi seçen çocuklar değildik,
İlerideki sahilin ucunda, buğday tarlalarını fark ettim, çıplak vücudundan hiç rahatsız olmayıp deli gibi buğday taneleriyle dans eden adamı görünce, yüzüme çarpan rüzgarın sessizliğine dalıp, onun çılgınlığını bi’ şarkının fiziki hale bürünüşündeki düşü seyrettim, ufak sesler işitiliyordu ama duyduğum sözler sadece, “Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaş yaşadık, ne de büyük buhranı, bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buranımız, hayatlarımız,” derken tarlanın yolla birleştiği yerde, deli gibi haykırmaya başladım, içimden akan her şey, yeniden doğuyordu ama bu doğuş, atomlarımın artık adımdan, kendimden, her şeyden uzaklaştığımı söylüyordu! İnsan bazen adından dahi kaçmak ister, o zaman özgür hissedersin, beni görünce olduğu yerde durdu ve ellerini dizlerine koyup, kafasını etrafında çevire çevire benimle birlikte haykırmaya başladı
Yanıma geldiğinde, “nere gidiyorsun” dedi, biraz bekledim, gözlerine baktım, gerçekliğini sezdiğimde, “gideceğim yere” diye yanıtladım, avuçlarının arasına yüzümü aldı, anlını anlıma yapıştırıp,
“Dahbest, biliyorsun değil mi?” sustu,
“hangisini” dedim,
“Biz tanrının istenmeyen çocuklarıyız” dedi,
“Bırakalım, öyle olsun” dedim…
Zaman aktı ve ben ilerledikçe, daha fazla gidesim geldi, ve daha fazla ilerledim yolda, ayaklarım ağrımaya başladığında biraz durmak istedim,
Sessizleştim rüzgarla, yüceldim yıldızlarla, arkamda kalan anıları uğurladım mahremsizce, ve o şarkıda ki ses geldi,
“But Charlie don’t jump, stay in this world,
Charlie don’t jump, there’s so much to live for,
Charlie don’t jump, a lovers coming soon,
Charlie don’t jump, there’s someone who needs you”
Öykülerin sonuna geldiğimde, daima o kitap aklıma gelir, “siktiğimin öyküleri daima biterdi,” diye yazar o kitapta, ve bu hislerin sonunda aklıma, gözlerdeki aşk, yıldızlardaki seks ve yollarda ki arayış, asla bitmezdi hissi, tekrar gelir…
– SON –

Çağrı Dahbest
