Zamanında Ol

Kendimi tanımanın en güzel haliydi seni görmek. Bana hatırlattıkların ve hayal ettirdiklerin. O karlı Şubat gecesinde kilometrelerce öteden zamanı yavaşlatarak olasılıkları canlandırmıştın gözümde. Geçmiş ve gelecek tüm olasılıklar… Saniye saniye işlenmişti belleğime varlığın. Çünkü ne kadar yavaş o kadar yoğun ve o kadar gerçek…
“Bir yerlerde dağınık duran hiçliğimizin sıklaştırılmış halleriyiz hepimiz. Bu atomlar bir araya gelmiş ve senin adını almış.”
Avucunda duran elimin üzerinde gezdirdin parmaklarını. Hayretle baktığın gözlerime kilitlendi sonra bakışların.
“Evrenin hızına ne kadar yaklaşırsan kendine de o kadar yaklaşırsın. Koşup duruyorsun. Çok hızlı değişiyorsun. Bekle biraz.”
Büyülenmiş gibi bakakaldım sana. Parmakların elimde yavaş yavaş gezinirken kendimi akışa bıraktım. Sözcüklerinle ve sesinle kurduğun evreninde en karanlık boşluklara savruldum döne döne.
Dönüyordu her şey. Round and round… Bitmez bir dönüş. Yadsınamaz bir döngüsellik. Ufacık bedenlerimizin dümdüz algıladığı dünya kadar yuvarlaktı, ufacık bilinçlerimizin çizgisel zannettiği zaman. Senin karşında inanamıyordum bu kısıtlanmışlığa. Bu kadar uzaktan gelip, bu kadar yakınım olduğun için. Böyle denk geldiğin için her zerrenle bana. Seni görünce anlamıştım ki her zaman orada olduğunu zaten biliyordum. En başından beri bir ihtimalin çekirdeğinde, yaşanmayan geçmişin içinde, yoklukta bile benimle olduğunu ve özlediğimin sen olduğunu biliyordum. Sen evrenin bana vermek istediği o mesajdın. “Tesadüflere inanmam” demiştin onca benzerliği keşfedişimizden sonra. Uzak kalışımıza, imkansız görünenlere hep sükunetle yaklaşmıştın. Hiç isyan etmemiştin. Hastalıklarına etmediğin gibi… Kabul etmiştin. Herkesi ve her şeyi olduğu gibi. Bir şaka gibiydin benim dünyamda oysa. Güzel bir şaka. Özenle hazırladığı bir şaka şu koca evrenin.
“Ama geç kalıyorum.” Dedim. “Sana da geç…”
Susturdun beni.
“Geç değil. Olması gereken oluyor anla artık bunu.”
“İstemez miydin ama daha önceden?..”
“Hiç karşılaşmamak nasıl olurdu peki?” dedin soruma soruyla karşılık verip. Uzaktaki boşlukta kuşlar havalandı. Kızıl günbatımına çevirdin bakışlarını. Ben de baktım. Ateş topuna benzeyen güneş denize gömülüyordu. Yeniden birbirimize baktık.
“Geç kalmanın nedeni yavaş gitmen değildi, çevrene bakmayacak kadar hızlı olmandı aksine. Salgın olmasa da durmasan belki yine göremeyecektin. Ben de tabii aynı şekilde.”
“Belki de o büfede yan yana oturmuş da ıslak hamburger yemişizdir.” dedim gülerek. Gülümseyişini izledim.
“Belki de…”
“Çok acelem vardı.” Dedim. “İş bulmam gerekiyordu. Parasızdım. Evsizdim. Orada burada gezip duruyordum. Hamburger yiyecek zamanı bulmuşum ya, etrafa bile bakmamışımdır”
“Şimdi her şeyin var. Hala yetişme derdindesin bir yerlere.”
Başımı salladım.
“Zamanla anlaşamıyorum sanırım.”
Zamana en çok seni tanıdıktan sonra isyan ettim. Bir süre sıkıştığım belirsizliğin içinde zamanı suçlamayı daha mantıklı buldum. Oysa hepsini biliyordum. Bunları ben söylememiş miydim zaten kendime? Yazmamış mıydım? Bugüne dek düşünüp yazdıklarım yoğunlaşıp bir sen koymuştu işte önüme. Şaka diyorum ya, “işte bu acayip bir şaka” diye düşünmüştüm. Neyi görmemi beklemişti evren? Tüm bu denk gelişlerin anlamsızlığını mı yoksa anlamsızca denk gelmiş gibi görünen varlıklarımızın birbirimize hatırlattıklarını mı? Kendimizi hatırlamak mı en çok? Var oluşu yeniden sorgulamak mı? Yavaşlamayı öğrenmek mi? Dinlemeyi kendini?.. Evrenin hızına varmak mı yoksa?
“Bu kendimize varmanın en kestirme yolu.” dedin. “Zamanı anla. Ona uy. Onunla dans et. Durma. Koşma da. Yapman gereken tek şey onu hissetmek. Onun yolunda ol. Zamanında ol.”
“Zamanında ol.” dedim tekrar edip.
Zamanımda olduğun için sana teşekkür ederim. Beni bayağı dünyamın hızından çekip aldığın her defa için. Dün yanında oturup seni tanımadığım halde yarın benimle olacağın için. Beni ve her şeyi olduğu gibi kabul ettiğin için. Bana beni hatırlatan koşut ve karşıt tüm yönlerin için. Dünyadaki varlığımı belirginleştiren tüm bu duygular için.
Sana çok teşekkür ederim.

pinarogut
