
Tasarlanmış ve mükemmel olacağına inanılan her hayatın mutlak akıbeti: Çöküş. Aklınıza devasa, aynalı camlarıyla göğe uzanan bir binanın tuz buz olması ve olduğu yere çökmesi geldiyse de kabul; bir bataklıkta son çırpınışıyla büsbütün dibe çöken bir elin son manzarası geldiyse de. Çünkü bazen büyük bir şiddetle, bazen de sessiz sedasız çöker gideriz.
*
Yılacak, susayacak, ölecek, doğacak, buruşacak, saçılacak, duracak, uyuyacak ve uyanacak. Ne hazin bir silsilenin içinde çatlayacak başı. Kıvranan ellerinin boşluktaki gölgesinden ürkerek uyanmasından evvel rüyasında koca bir ışık ağacını sokağın ortasına taşıyacak ve geceyi aydınlatacak.
Yüzündeki ifadeleri hatırlayıp bir hayal devşirecekler onun için. En umulmaz kazalardan, en gülünç tavırlardan, en düşük ihtimallerden toplayacaklar uzuvlarını. Geçmişi, kendi geçmişlerini, diri kılmak için yeniden var edecekler onu. Hayaletlerin üzerine basarak yükselen bir yaşamın paydaşı oldukları için yapacaklar tüm bunları. Kelimeleri dizecek, sesleri toplayacak, gece vakti söylenen tüm şarkıları hatırlayacak, ani yükselen bir hazzın birden kesilmesinin uyandırdığı o dehşetle yarınlara bakacaklar. Ne hazin bir silsilenin içinde yaşıyor insan. Ne olmadık, ne olmayacak heveslerin peşinde sürükleniyor. Ne çok istiyor yüzünün aydınlık olmasını ama ne karanlıklar içinde yitip gidiyor!
Altın tozu serpilmiş koca bir ağacın yapraklarına bakarak oturuyorum, yaşım ufak henüz. Ilık bir ikindi esintisi geçiyor gövdemden. “Ne olacak?” diyorum. Hayvanlar hakkında yazılmış koca bir kitabı, kırık dökük yazımla ufacık bir deftere sığdırmaya çalışıyorum o sıralar. “Ne olacak” diyorum. “Yazabilecek miyim? Ne olacak? Yaşayabilecek miyim? Ne olacak?”
Ağzımda ilk sigaralarımdan bir sigara. Sakallarım yeni yeni çıkmaya başlamış. Kara kışta çatıları bembeyaz şehrin manzarasına bakıyorum tepelerden. Yine sorular soruyorum. Ne hazin soruların pençesinde kıvranır insan. Ne hazin merakın, şehvetin, aşkın, tutkunun, yoksulluğun, varlığın içinde yuvarlanır. İkindi esintileri geçer gövdesinden, kış olur, ayaz olur. Sabah karanlıklarında koşar hayalinin peşinden. Yaşamak aslında bir menfaat edinme biçimidir böylece, anlar.
*
Chopin’in Piano konçertosundan “Allegro Maestoso“una kulak verirseniz onda masalsı diyarların insanın tüylerini diken diken eden masumiyetiyle ve içinde bulunduğunuz hakikatin korkutucu yüzüyle aynı anda karşılaşırsınız. Varlığı inkar etme arzusu bu besteyle bir vecd haline gelir. Gölgelerin, şekillerin, renklerin ve çocuk yaşlardan bu yana dünyayı tanımak adına bildiğiniz her şeyin, geçmiş zamanı anlatan bir öykünün üslubuyla notalara dökülmesidir bu eser.
Geçmiş zamanın sesidir. Her şey bitmiştir. Tebessümleriniz, aşklarınız, kelimeleriniz, topyekûn siz; kainatın göğsünde uyunan bir uykudaki o tatlı rüyalar gibi geride kalmışsınızdır artık. Bundan sonra yaşanacak olan geçmişin zaman üzerindeki çoğalışından ibarettir sadece. Ne annenizin hatırladığınız o ilk tebessümü, ne ilk kez geçtiğiniz sokaklar, ne dokunduğunuz ilk tenin sıcaklığı, her şey mutlak bir sonun pençesinde kıvranarak yazgıya, bu bestenin yazgısına yenik düşmüştür. Geçmişin duygusuyla dolup taşarsınız yalnızca. Yaşamı, yarım kalan şeylere ait o pişmanlık yüklü hüzünle görmekten başka çareniz yoktur.
Büyük müzik dindiğinde yaylıların arasından yalnız başına duyulan piyanonun ilk başta bir isyan kadar esrik ve iddialı; ama sonra teslimiyet kadar pişman ve mahçup sesi muhteşem bir yakarma duygusudur. Tıpkı Chopin’in kendisi ya da tıpkı bizler gibi. Geçmiş, bu eserin içinde incecik bir örümcek ağı gibi örülmekte ve nereden estiği bilinmez bir rüzgarla bir o yana, bir bu yana salınıp durmaktadır.
Gittikçe sürat kazanan ve bir düşüşü andıran salınımın ardından, gücünü son bir yaşam kıpırtısı gibi umursamazlığın neşesinden alan güçlü ve ani bir yükselişle sessizliği andıran tınılara çarparsınız. İşte orası, var olmaya karşı duyulan pişmanlığın zirvesidir… Eser, tıpkı dinleyiciye hissettirdiği geçmiş duygusu gibi geleceğe ve yeniliğe adım atmaz, bu döngüyle devam ederek, söner. Ardından sanki varlığa karşı isyan duygusuna konulmuş iki nokta ile biter. Sonra yumuşak bir dokunuş gibi konçertonun ikinci eseri “Romance” başlar. Bir kıyamet sonrasının ilk dakikaları gibi: Mütereddit ve yorgun.
*
Beni bu tepkisizliğin cehenneminden kurtar. Susmanın ve daima susmayı arzulamanın cehenneminden. Güneşli sabahlarda sıra sıra dizilmiş ağaç gölgelerinin serinlettiği ıssız yollar nasıl üşütür insanı, öyle üşümek, söylemek ve anlatmak istiyorum. Avazım çıktığı kadar bağırmak belki. Bir sebepler zincirinin bağlandığı son halkayı iki elimle havaya kaldırıp işte burada demek istiyorum.
Kimseler fark etmese de büyük bir baş dönmesinin içindeyim. Dönüp duran bir çark gibi işliyor dünyam. Sürat kazanıyor, gizli devinimi çıldırtıyor beni. Her şey yerli yerinde olsun isterken, her şey yerle bir oluyor.
*
Kalabalık nereye kayboldu? Hani şu kalabalık… İçinde kendimizi emniyette hissettiğimiz şu heybetli curcuna? Orada kayıptık, bilinmiyor, görünmüyor, hatırlanmıyorduk!
Neden karanlıkla birlikte seyrelir insanlar? Her insandan bir insan olmanın hazzı, yüzü hafızalara düşse bile bir akşam vakti unutulacak bir figür, kalabalığın bir parçası olmak hani, neden esirgeniyor bizden ve insanlardan?
Oysa herkes sıradan olduğu için yaşamını sürdürür. Ne zaman kalabalıklar çekilse insanın etrafından, o zaman bir birey olur, bir birey olarak kalır… Kierkegaard bile bir birey olmanın zorluğunu ölümden sonra göze almıştır. Onun mezar taşından bellidir bu.
*
Aynı yollarda yürüdük. Aynı yollarda. Milyonlarca insan içinde, şu koskoca zaman içinde, ne büyük şeydir aynı yollarda yürümemiz. Aynı şekilde ölmeyeceğiz, biliyorum. Benim, hani o meşhur vakit vâki olduğunda loş ışıklar altında gerçekleşmesini beklediğim bir ölüm hayalim var.
Ben bu kadar ölümleyken, seninle ölümü hiç konuşmadık değil mi? O en sevdiğim eserde de dediği gibi “kafamın içi hep ölüm ihtizazlarıyla dolu” Aldırma.
Güneşli günler. Yüzünün yarısının sarı bir mucizeyle aydınlandığı günler. Çam iğneleri ardından damlayan sarı bir yaşam özüydü hakikate başkaldırışım. Bak eski taşı, eski toprağı ve eski yazıyı böyle geride bıraktım ben. Pastel renkler, ışık, güzel notalar, pitoresk bir manzara, eski bir otel odasında içilen güzel bir kadeh şarap, aheste aheste yanan mumlar, çatlayan başımı unutturacak hürriyet duygusu. Ne güzel, ne yeni bir manzumeydim hayatın ortasında. Eski olan her şeye sırtımı dönmüştüm. Aynı yerlerden geçtik sonra. Aynı yerlerden. Hepimiz, kirli papuçlarımızla, güzel bir şiir gibi, aynı ritimle, aynı inançla, yaz sabahlarında sadece bunun için uyanırdık hatta. Neler söylerdik? Geçen saatlerin tenini ürperten bir alev vardı nefesimizde. O nefesi taze dudaklarımızdan savurarak konuşurduk. Sakınmazdık.
Yeni düzeni eski şeylerle anlatamam. Aynı yollarda yürümemizden başlayıp, aynı yerlerde öleceğiz demem gerekirdi oysa. Bugünlerde bütün hisler bu basitlikle, yani bir nevi başlangıç ve sonun eşitliğiyle çözülüveriyor. Başlangıç ve sonun aynı olacağına dair müthiş bir aldatmaca var her yerde. Hayır… Aynı yerlerden geçmemiz de, o aynılığın içine gizlenmiş bir eskilik değil miydi hem? Eskiyi büsbütün terk etmek imkansız, anladım.
*
Bin duvar olsa da aşılması gereken, binlerce köşe başı beklese de beni hiç bilmediğim, yanlış akşamlarda, ışıltılı sofralarda oyalansam da, sessizliğin ortasına damlayan bir su damlası gibi olacak yine iç çekişlerim.
*
Sayfaları sarı, kalınca kapağı lekeli bir kitabın başında karşıladım sabahı. Cinsini bilmediğim kuşların ölüsünü süpüren çöpçülerin arasından yürüdüm. Başımda kanadını germiş, başka, devasa bir kuş gibi zaman; bir İngiliz şairin genç yaştaki ölümünü hatırlayarak geçtim yaşamın içinden.