
Ian Curtis’e…
Koca bir hayatın ellerimden kayıp gittiğini, sağ elimi açıp, avcumun içine dalıp gittiğimde anlıyorum ancak. Taze ve emsalsiz bir his bu. Yaşama uğraşı ile yeniden tanışıyorum. Göz kapaklarımın ardındaki parıltılı cümbüşte yanıp sönen yıldızlar. Gözlerim kapalı. Uyumuyorum ama gözlerimin kapalı olduğunu da fark etmiyorum. Öyle canlı, öyle derin bir hayal alemi… Bana uyumak üzere olduğumu unutturuyor. Ama sonra nedense yerimden sıçrıyor ve yine sağ elime, avcuma bakıyorum. Rüya mı?
*
Taze ve emsalsiz bir his dedim. Bir tane daha var. Zamanın geçmiş olduğunu artık kelimelerin aynasından yansıyan o soluk ve pek de ehemmiyeti olmayan görüntülerden değil, bizzat kendimden; kendi bedenimden ve ruhumdan hissediyorum. İlk kez bu kadar yakınım zamanın ilerleyişine.
*
Kropotkin okumanın verdiği huzursuzlukla, sabaha karşı saat 03.19’da bir sigara yakıp, güneşi çağıran kuşların ötüşlerinde gelecek günlerin aydınlığını sezmeye çalışmak. (Yoksa hesaplamaya mı?) Sanıyorum ki bu günler de, geçmişteki başka günlerin geleceği olduğuna ve dünya döndükçe Kropotkin de okunacağına göre, gelecek çok da umut vaat etmiyor.
*
Denizi bir kucaklasam! Maviye hiç böyle hasret değildim oysa. Uzaktan geçen büyük gemilere, akşam güneşiyle parlayan dalgalara böyle dalıp dalıp gitmezdim hiç. Akdeniz’e ardına kadar açılan bir kapıdır şimdi kalbim. O uçsuz maviliklere, kıyılara ve dalgaların içinde salınan pul pul balıklara bir de.
Yeşil bir taç olup, göğsümün ortasında yükselen mağrur başıma giyeceğim bir övünçtür şimdi yamaçlardaki ağaçlar. Bilmem kaç bin sene evvelinden, bilmem kaç bin evvel ahirine giden yolculardan bir yolcuyum.
Şimdi benim hasretim yalnızca denize midir? Yoksa deniz dendiğinde hürriyet ve sonsuzluk duygusunun bir anda tatlı bir esinti gibi insanın içine yayılan kokusuna mı muhtacım?
*
Philomathlık seviyeniz arttıkça, ahmak olma ihtimaliniz de onunla eşdeğer olarak artar. Çünkü artık bilgi ve hakikat arayışının sağlayıcıları güvenli olma özelliklerini yitirmişlerdir. Tecrübe etmek tehlikeli; bilginin yuvalandığı kaynaklar ise sistemin sansüründedir. Böylece hür bilgi ve eşsiz tecrübeler artık imkansızdır.
Algoritmaların anlık heveslerle şekillendiği ve ekran sürelerini arttıracak bir şekilde daha da ilgi çekici hale geldiği bir kurmacanın içinde, neyi bilmemizi ve neyi tecrübe etmemizi istiyorlarsa onlarla yetinmeliyiz artık.
*
Güney’de bombalar uçuşuyor yıldızlar gibi. Henüz küçüksün. İmkansız bir şeyden vazgeçilirken atılan bir tebessüm kadar küçük hem de.
Ensemde ölüm yuvaları olacak benim. Neremden vurulup, saat kaçta öleceğim meçhul hem. Yılların bir su gibi kendi yatağında sinsi sinsi aktığını ve nefes nefese uyandığımız uykularda, ayrı yastıklarda, aynı hayata uyandığımızı sana anlatmak isterdim ölmeden.
Kuzey’de de bombalar uçuşuyor üstelik. Gördüğün rüyanın kıvrımlarında, al çiçekler, yumuşak topraklar ve göz alabildiğince uzanan mavilikler vardı biliyorum. Barut ve ateşin sıcaklığı rüyalarda hiç olmadı oysa. Kabul edemeyeceğimiz gerçekliklerdi onlar, imkansız aşklar gibi bildik onları. Gündüzlere alıştırdık. Artık toplu kıyımlar bir kahve eşliğinde konuşuluyor. Tıpkı kavuşması mümkün olmayan iki ruhun başkaları tarafından ibretle konuşulduğu gibi.
*
Her gürbüz ağaç en güzel meyveyi vermez çoğu zaman. En berrak denizler tuzsuz değillerdir mesela. Uzansak tutabileceğimizi farz ettiğimiz yıldızlar bin yıllık uzaklıktadırlar üstelik. Güneş günü aydınlatır yalnızca, içimizi değil. Bazı şeyler sadece görünüşleriyle bizleri aldatmak için vardır.
*
Ben sıkıntımı kadehlere doldurup yudumladım,
Üstelik böyle bir hoşluk yoktu dünyada,
Uyan dediler de sanki uyanmadım,
Uyku da bendim oysa, rüya da.
*
Ian Curtis intiharına ne zaman karar verdi? Love Will Tear Us Apart’ı ilk kez seslendirdiği zaman olmalı. Boş bir metroda bunu düşünüyorum. Her durakta açılan kapılardan kimseler girmiyor. Bir sonraki günün ilk dakikalarında evimde olacağım.
Evine dönmüş olanların yokluğu var bu caddelerde. Üstelik bu caddeler, gelip geçmiş bir kalabalığın, yani şimdi evlerine dönmüş olanların izlerini saklayacaklar sabaha kadar. Uzayıp giden beyaz şeritler, vitrinleri karanlık dükkanlar, yanıp sönen tabelaların gün boyu ısınmış olan asfaltta uyandırdığı yansımalar.
Ian Curtis intihar etmeye ne zaman kadar verdi?
Boş bir metroda? Ya da tenha bir caddede? Bilinmez…
Ama ihtimal ki, böyle bir gecede olmalı. Eve döndüğünde belki de?
Birkaç gün sonra Joy Division’ın bu şarkıyı 45 yıl önce bir Haziran ayında yayınladığını öğreniyorum. (27 Haziran)
*
Birbirimize sıcak bir yaz gününde sıcaktan ve insanlardan şikayet ederek ne çok külfet ekliyoruz diye düşünüyorum. Buzlu kahvenin sonunda erimeye yüz tutmuş buzlara ve ardından yüzüne bakıyorum. Sonra tekrar… Sonra tekrar, tekrar. Seni dinlemiyor, yalnızca dinliyormuş gibi yapıyorum. Uçsuz bozkırda çatlamak için koşan bir yılkı, leşine süzülen bir akbaba, ateşten duvarların cehennem gibi atan nabzını eklemlerinde hisseden bir kertenkele ya da… Fark etmez işte. Aklım yaz günlerinin bu manzaralardan müteşekkil ıssızlıklarına gidiyor. Yaz mevsimlerine ait o ıssızlıklarda olmalıyım, burada değil.
*
Örtüyü kaldırırsan eski günlere uzanabilirsin. Örtüyü bir çırpıda yere fırlatırsan eski günlere karşı duyduğun öfkeyi sadece bize değil herkese gösterebilirsin. Hem insan, eski (geçmiş) günlerde de, içine uyandığı günlerde de bir şeylerin ters gittiği hissini kalbinde duymadıysa ve muhtemeldir ki hala da duymuyorsa muhtemelen ya gamsız ya da ölüdür.
Örtüyü kaldır. Eski şeyleri örttüğümüz bir örtüdür, içimizde bizi çağıran başka bir ben.
*
Tanrı düşüncesi bütün umarsızlıklarımızı boşa çıkarmaya yetiyor.
*
Artık dünyaya eskisi gibi bakmadığımı fark ettim. Eskisi kadar kalabalıklardaki trajik manzaralara takılmıyor gözlerim. Geceleri karanlıklara dalıp, sokak lambasıyla aydınlanan ağaçların dallarındaki ürpertileri seçmeye çalışmıyorum. Bir çehrenin kıvrımlarına dalıp dalıp gitmiyorum mesela. İşitsel olanın tahakkümü altına girdim bilerek. Görmekten ziyade işitmek ve işittiklerimi birkaç kelime ile sırlamak yetip de artıyor bile. Göreceğimiz ne kaldı? Hasılatı milyonları aşan; yarısı güldürülerle, yarısı basit acılarla bezenmiş son moda filmler mi? Ya da manzaraların ortasında bir sivilce gibi irinini akıtmayı bekleyen betonarme binalar mı?
Oysa işiteceğimiz çok şey var. Zamanın, yolların, kanın ve başımızı ellerimize aldığımızda şuurumuzda dönüp duran düşüncelerin sesi mesela.
*
Güneşin hararetinden, ıhlamur gölgelerine sığınırdık. O vakitler, ruhumda tatlı bir uykuydu benim gençliğim. Bir uçurumdan düşüvermem ansızın ya da saçlarımın yüzmesi karanlık sularda… Mümkündü her şey.
*
Aşkı herkesten farklı anlatmak zor. Aslında hem kolay, hem de zor. Herkes farklı bir şey anlıyor aşk dendiğinde ama onu anlatmaya gelince, hep aynı şeyleri anlatıyorlar.