
O sabah inanılması güç şeylerin insanın yüreğinde bıraktığı tortularla uyandı. Rüyasında öfkelenmiş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Rüyasını, rüyasında neye öfkelendiğini ve neden hayal kırıklığına uğradığını bir türlü hatırlayamıyordu. Hışımla yataktan kalktı. Kahve alıp, bir sigara yaktı. Gözlerindeki mahmurluk ve dilindeki boktan tat sabahın tahmin ettiğinden daha erken olduğunun habercisiydi. Bir bulutun içinde yüzüyor gibi balkona çıktı. Deniz, yeni doğmuş güneşin taze parıltılarıyla gümüş renkli bir sıvı gibi kıpırdanıyor, martılar şeytani kahkahalarla balkonunun etrafında dolaşıyordu. Güneşe dayanamayıp, yüzünü buruşturdu. Üstüne kirli banyo paspaslarının atılmış olduğu plastik sandalyeye oturmaktan başka çaresi yoktu.
Oturdu. Kahvesini masaya koydu. Şöyle bir gerindi. Etrafındaki hiç bir şeyde yeri geldiğinde delirmemek için göğsüne sığındığı o bilindik gerçeklik yoktu sanki. Güneşin buğu buğu artan harareti, martıların çılgın kahkahaları, sigaranın tadı… Her şeyin sahte olduğunu duyumsadı. Hatırlayamadığı rüyasının öfkesi bile, zehirli tesirinin hala tüm şiddetiyle sürmesine rağmen bildiği gibi değildi nedense. Sanki yeteri kadar gerçeklik için sürdürülmesi gereken bir oyundu tüm bunlar. Sebebi meçhul hayal kırıklığı, onu, dünyanın tüm curcunasından -sanki bir şeyleri telafi etmek için- başka bir rüyaya çağırıyordu.
Yoksa hala rüyada mıydı? Neden olmasındı? Şüphelendi. Göz bebekleri büyüdü. Yutkundu. Rüya ve gerçeğin iç içe geçtiği bir diyarda olmalıyım diye düşündü. Denizin gümüş renkli bir sıvı gibi çalkalandığı şu manzara, martılar, masmavi gök ve sabah gerçek olamayacak kadar tuhaftı hem. Yerini yadırgadı. Gözlerini bir an için kapatıp, uyandığı ve yataktan kalktığı anı düşündü. Bir türlü emin olamıyordu. Çareyi sıcak kahve fincanını birdenbire iki eliyle sımsıkı tutma fikrinde buldu. Gerçekliği sınamak için biraz delilik gerekirdi. Ama yine de cesaret edemedi. Buna yeltenmeden rüyada olmadığını anlayabilirdi hem.
Geçip gitmişti işte. Öfkesi de, hayal kırıklığı da bir rüyaya aitti sadece. Denizin kıpırdanan gümüş suyuna bakarken süregelen bir rüya vehmiyle çocukluğundan beri dinlemediği bir şarkının nakaratını söylerken buldu kendisini:
Gözümü açtım gördüğüme inanmadım…
Sanki bir kötü rüya korkarım aman Allah…
Onun “Hangi şarkıydı bu?” diye soran dikenli sesiyle irkildi. Dağınık saçlarıyla sessiz sedasız geli karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Her şeyiyle tam tekmil oydu elbette ama ya gözleri? Gözleri neredeydi? Çocukluğunun yaz sabahları, beyaz nevresimler, tahta kapılı balkonlar, gerinen, terleyen tenler ve annesinin sesi bir çırpıda geçti zihninden. Onun gözleri yoktu yine. Başını kaldırdı, tüm dikkatini toplayarak baktı bir kez daha. Olmadı. Güneşin hararetinden kendisine ait şeyleri süzdüğü şu anda, onun gözlerine bir türlü rastlayamadı. Dirseklerini masaya dayayıp iki eliyle yüzünü kapattı. Çocuklar gibi ağlamak istiyordu. Dudakları titrerken, boğazında infilak etmeyi bekleyen bir yanardağ vardı sanki. Zamanın hükmünü yitirdiği meçhul bir gurbetteydi. Doldu, yükseldi ve tam çaresizce ağlamak üzereyken sayfaları sararmış, eski bir mecmuada okuduğu cümleleri hatırladı. Demin zihninden gelip geçen annesinin sesi, şimdi çok uzak bir yerden onu çağırıyordu. Sanki göğsünden aşağıya yuvarlanan o berbat his yere düşüp de tuz buz olacakmış ya da boğazındaki yanardağ infilak edip de güneşin hararetiyle birlikte her şeyi yakacakmış gibi korktu. Derin bir nefes alarak gözlerini açtı. Terden sırılsıklam olmuş alnından süzülen terin tuzu gözlerini yakarken, mecmuada okuduğu cümleyi sayıklayıp duruyordu:
“Bilir misiniz, rüyada insanlar birbirinin gözlerine bakamazlar.“
Bir kez daha annesinin diğer odadan kendisine seslendiğini duydu. Yanına gidip gözlerine bakmak için aceleyle yataktan kalktı.
*
Çoğu zaman mevcut huzurumuzu paramparça edecek şeylere meylederiz. Bize yaşadığımızı hissettirecek bilinçli yanlışların, durumlara göre doğrularla eşit hatta büsbütün doğru olacağına dair inancımız her ne kadar cılız olsa da çepeçevre sarar bizi. Huzurumuzu, içimizin kuytularında ellerden sakınıp da her türlü zarardan korurken; yanlışlara ve doğrulara duyduğumuz kaypak hislerin yardımıyla, onu yine kendi ellerimizle mahvetmekten geri durmayız.
*
Yakaladığı ilk fırsatta göğün iki yakasına yapışacak, dudaklarında zehirli tükürükler, kırlaşmış şakaklarında kabaran mor damarlarla hesabını soracak.
Ama neyin?
Hesabını soracağı şey var olmaksa eğer, şüphesiz ki bu milyarlarca insanın gelip geçen yazgısıdır. Diyelim ki hesabını soracağı şey varlık değil de, bir gün yok olacak olmak olsun… O zaman da milyarlarca insanın başından gelip geçen yazgıdan başka bir şey değildir ki bu. Ancak neyin hesabını soracak olmayı bilmemenin hesabını sorabilir. Bu da pek azının dert edindiği bir meseledir.
Yine bir azınlınlğın içinde olduğunu idrak ederek tüm öfkesi söner böylece. Dudaklarındaki zehirli tükürükleri, sanki o dudakların arasından kaçacak bir küfrü zapt etmek istercesine elinin tersiyle siler, kırlaşmış şakaklarındaki damarların üzerinden ağır ağır süzülen dolgun ter damlalarının iç gıdıklayan cilvesiyle dünyevi hazları hatırlar. Yarı mütebessim, yarı öfkeli, oturur bir köşeye. Şaşkındır. Göğsündeki çarpıntı diner. Başını ellerinin arasına alır ve hesap sırasının kendisine gelmesini beklemeye başlar.
Ta ezelden hesap soranlara değil, hesabı sorulacak olanlara ait bir kalbi vardır onun.
*
Zamanın Ötesi İçin / Zaman Dışında Bir Yer
Issız yolun ortasında duran iki karaltı. Nereye gideceklerini bilmiyorlar. Örümcek ağları var omuzlarında. Parmak uçlarında sarı nikotin kirleri. Biri, ağaç altında yılanlara sarılarak uyuduğu uykusunda gördüğü şehvetli rüyaların, nemli tenlerin ve iç bayıltan kokuların tesirinde hala. Diğeri ise kelimelerin kökenine dair duyduğu hastalıklı düşüncenin yumağına sarılmış, içinden çıkamadıkça çıldıracak gibi oluyor. Uykusuz.
Şehvetli rüyaların kahramanına A diyelim.
Kelimelerin kökeninden muzdaribe ise B.
Dere kenarına iniyorlar. Dere kenarında örümcek ağlarından ve nikotin kirlerinden temizleniyorlar. B, içinden bir şeylerin aktığını, sanki bir zembereğin boşaldığını hissediyor. Uykusuzluktan bayıldı bayılacak. Çöktüğü yerden kalkamıyor.
A ise geçmiş günlerden miras kalmış ateşli hayallerle, dere kenarında gelmesi muhtemel olan bir perinin yolunu gözlüyor. İki gündür hiç konuşmuyorlar. B kelimeleri kovalıyor, A ise rüyalarından arta kalan hayalleri.
Metalik tıkırtılar ve sinyaller arasından, kendilerine kotarabildikleri eskilere ait şeylerle yaşıyorlar.
Oysa mavi gök çatlayabilir. Her kuş Umay olabilir, her yıldız İştar… İhtimal bu ya, tabiatın içinde insan, eski gizemlere dair her şeyi yeniden keşfedebilir. Her şey olabilir. Bu inancın peşinden bir ömür gitmek istiyorlar. Nafile…
Dere birdenbire şaha kalkıyor. Yükseliyor. Yatağından taşıyor. Eski bir masaldaki kötü bir ifrit gibi oluyor. A ile B kaçmak isterken onları enselerinden yakalıyor bir çırpıda, yutuyor. Sonra yeniden yatağına uzanıp, sonsuza doğru akmaya başlıyor. Şehvetli rüyalar ve kelimeler önemini yitiriyor böylece.
Onlar dereye karıştıktan sonra, dünyada böyle insanî zaaflara, eski şeylere bir daha rastlanmıyor.
*
Önümüzde çatallanan bir yol var. Her çatal kendi menzili için muteber. Bu yolun çatallarından biri dünya. Diğeri ise kaygı. Dünyada ilerleyenler, heybetli göklere, bereketli topraklara ve ansızın beliren şahane mucizelere şahit oluyorlar çoğu kez. Kaygıda ilerleyenler ise daima belirsizliği tecrübe etmenin ayartısıyla yaşamlarını sürdürmek için sebep arıyorlar. Bakarsak kaygı yolundan ilerleyenler yaratıcı ve cesur; dünya yolundan ilerleyenler ise cesaretlerini çoğu kez önceden tasarlanmış bir emniyet duygusundan alıyorlar. Dünya yolundan gidenler kaderci mi desem? Kaygı yolundan gidenler içinse kader yalnızca bir bilmeceden ibaret.
*
Hangi şiirdi o?
Hani yaşanması muhtemel aşkların içinden kendime bir yangın ve bir de çiçek kopardığım…
İçimde yangın, elimde o çiçek; bahara açılan bir kapının eşiğindeydim daha dün.
Dudakları çatlamış, saçları darmadağın genç bir hayaldim mabedlerin içinden süzülen,
Bitti. Bir şiir gibi tek nefeste sona erdi.
Bir zamanlar yazdıklarımı, mabedleri ve en nihayetinde kendimi yitirişime dair şeyler tüm bunlar.
*
Bilinmezliğe hazırlanıyoruz. Tüm ömrümüz bu uğraşla geçiyor. Ucundan kıyısından tutuyoruz ihtimallerin ve kendimize bu ihtimallerin yörüngesinden paylar çıkarmaya çalışıyoruz. Az sonra ya da günler sonra ne olacağını bilmediğimiz için yaşıyoruz. İdeolojiler geleceğe dair toplumsal bilinmezliği bir parça örselediği için onlara sıkı sıkıya bağlanma eğiliminde oluyoruz bir de. Oysa içimizdeki o bize has bilinmezlik ideolojilerle giriştiği savaşta galip geldiğinde kocaman bir hiçlikle yüzleşiyoruz. Bu hiçliğin tahakkümüne boyun ediyoruz mecburen. Hayatın, hayatımızın anlamı boşalıyor böylece.
*
“Bu kadar kırılmak insanı en sonunda toz eder. Kırıla kırıla en nihayetinde toz olacaksın…” diyor. Aslında toz olduğumu hissetmiştim yakın bir geçmişte. Yıldız tozu hem de! Eski zamanlardaki, eski ölümler gibi.