(D)İP

Selimcan Yelseli / Bursa, 2021

16 Şubat 199….

Bu satırları yazma sebebim, uzun zamandır içimde yuvalanan o karanlık fikrin, akşamlardan bir akşam evime dönerken gördüğüm bir manzarada tıpkı inkarı mümkün olmayan bir cürüm gibi vahşice üzerime atılması ve boşlukta salınan kıvrım kıvrım kollarıyla beni zapt etmesi aslında…

Akşam vakti, dolgun bulutların göğsünden iplik iplik boşalan yağmur telaşı içinde, her zamanki adımlarımla yürüyor ve bu telaştan kurtulup bir an önce eve gitmek istiyordum. Seyyar satıcılar ve dilenciler insanların neredeyse yakasına yapışacak kadar cüretkâr; insanlarsa süratli adımlarla oradan oraya savrulmaya meyyal, yürümekteydiler. Az ileride iri yarı bir adam, elini kolunu sallayarak başka bir adama öfkeyle küfrediyor, arka arkaya dizilmiş ve trafik sıkışık olduğundan dolayı kıpırdayamayan otomobillerden hoyrat kornalar yükseliyordu. Kaldırımın caddeye yakın köşesinde, elindeki iplerin ve ona bağlı balonların çokluğundan satıcı olduğunu anladığım çocuk, trafikten dolayı ilerleyemeden duran bir taksinin camlarından mahzun gözleriyle kendisini izliyordu.

Bu curcuna içinde gördüğüm bu manzarayla öylece kalakaldım. Önce çocuğun ıslak saçlarına takıldı gözlerim, sonra sırılsıklam olmuş incecik hırkasına… Titriyordu. Yanakları ve elleri kıpkırmızı öylece durmuş, taksinin camından boş gözlerle kendi yansımasına bakıyordu. Balonları sönmeye yüz tutmuş, ellerinde tuttuğu incecik ipler ise kopacak kadar incelmişti. O iplere tüm varlık, tıpkı bu balonlar gibi tek tek asılmış olsa, sonra o ipler kopsa; çocuk da, akşamın telaşı da ve zaman da iplerin ucundaki balonlar gibi uçup gitse ve o iplerle birlikte aslında kıyamet de kopmuş olsa. Üzerinde yaşadığımız şu hayat, yıpranmış iplerin ucundaki balonların meçhule yolculuğu gibi sona erse bir anda.

Şiddetli bir arzuyla sarsılarak, ucunda sadece balonların değil, benim için aynı zamanda tüm varlığın salındığı o incecik iplerin ya kopmasını, ya da çocuğun elinden kurtulup bir anda göğe yükselmesini istedim. Sonra neden bilmem bundan utanarak süratli adımlarla oradan uzaklaştım.

17 Şubat 199….

A……. K…… memuriyetimin birinci yılı dolmak üzereydi. Yaşamımı kazanmak için sırtlandığım bu mesuliyet, zaman geçtikçe alışmak şöyle dursun gittikçe daha da mukavemet gerektiren bir iş haline gelmişti…

Uyuyor, uyanıyor, traş oluyor, evden çıkıyor, köşedeki pastahaneden, A………..’deki odamda yemek için poğaça alıyor, onları buruşmuş bir poşete koyduktan sonra önüme çıkan ilk dolmuşa atlayarak ve kimseyle konuşmamaya dikkat ederek  odama geliyordum. Genelde kimseyle konuşmazdım. İçimden gelmezdi Ne çok bilmiş M…….. , ne H……. , ne de her gün dairemizi dolduran halkımız, şuurumda dönüp duran ve her dönüşünde, kamçı kuyruklu, sinsi bir hayvan misali içime zehrini salan o karanlık fikri bilemezlerdi.

Bu teşbihim boşuna değil…

Çocukluktaki tahayyül kudretimizin hududu yoktur. En olmadık şekillerle neler tasavvur ederiz… Kimi zaman ahşap kapının kirli camı ardından gördüğümüz bir çalı süpürgesi, az sonra kapıyı açıp üzerimize saldıracak incecik bir gövdenin başı olur. Kimi zaman gecenin sessizliğinde, bahçemizde ay ışığı ile tüllenmiş titrek ağaçların kuru dallarından uzanan karanlık gölgeler, yatağımızda kıvranan ve aranan sivri pençelerdir…

Çocukluktaki tahayyül kudretimiz nedendir bilinmez, ekseriyetle bize kast edecek korkuların ürpertisini saklar kendisinde. Eşyanın şekli her an bizi tedirgin etmeye yeltenen görünümlere bürünür. Bilincimde çocukluk günlerimin tahayyül kudretinden yadigar kalmış ve hala bende tüm tazeliği ile yaşayan bir görüntü vardır ki, deminki teşbihimin asli manası orada gizlidir. Karanlık bir odada, bir köşeye atılmış bir ip, nasıl da yılana benzer. Tedirginlik içinde, kıvrılıp da usul usul bize doğru akmadığına hayret ederiz adeta. Sizce de öyle değil mi? Evet evet… Bütün ipler karanlıkta yılana benzer.

Yılan… Esrarlı hayvandır. Anlatılır hep, biliriz; ilk günahın içinden süzülmüş, nice efsanede kendisine yer bulmuştur o. Kainatın akıl sır ermez döngüsünde dahi başroldedir. Kendi kuyruğunu ısırır, Ouroboros olur. Hakkında bolca konuşulur, yazılır, çizilir. Hatta edebiyatımızda “Yılanların Öcü” adıyla yazılmış iyi bir roman dahi vardır. Velhâsıl garip hayvandır yılan. Zehrinden ilaç yapılır, derisinden çanta… Yararlıdır da. Çeşit çeşittir ayrıca.

Baloncu çocuğun o akşam elinde tuttuğu iplerden bir ip de, zifiri karanlıklarda yılana benzemektedir, eminim. Ucunda bir balon olmadan tabi!

20 Şubat 199….

Bugün A…………’dan evime dönerken, tuhafiyeye uğrayıp ip aldım. Üç metre kadar. Baloncu çocuğun ipinden biraz daha kalın…

Aslında aklımda böyle bir fikir yoktu. Ama istemsizce dairedeki çok bilen M……….’ye ip nerede satılır diye sorarken buldum kendimi. Tamirat yapmam gerek diye de ekledim. Durup dururken bir ip edinme arzusunu başka türlü açıklayamazdım çünkü. Kendime de tam manasıyla açıklamış değildim aslında. Tek düşündüğüm, gece olunca ışığı kapatıp yatağıma geçmeden önce, ipi yatağımdan görünen bir yere koyup, karanlıkta yılana benzeyip benzemediğini bir kez daha görmek…

21 Şubat 199….

Dün gece gözümü yerdeki ipten ayırmadan uyumuşum. Rüyamda kendimi çatı katındaki ufak dairemin açıldığı terasta bir akşam vakti şehrin manzarasını izlerken gördüm. Terasın, hapishanelerdeki hücrelerin tek gözlü demir kapılarına benzeyen eski ve paslı kapısının arkasından bir çift gözün bakışlarını sırtımda hissettim. Döndüm ve kapıya ilerledim. Beni izleyen gözün kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapıyı açıp apartman boşluğuna baktığımda karanlıktan başka bir şey yoktu. Yalnız ayaklarımın dibinde dün aldığım ipi gördüm. Bir yılan gibi süzülüp dışarı çıkmış ardından eve mi girmek istiyordu? Eğildim ve yerden alırken, kımıldadığını fark edince korkuyla uyandım. Sanırım onu artık yatağımın karşısına değil de, terasa koymalıyım.

Ayrıca bugün A……….’deki odamda, bir anlık dalgınlıkla yaptığım yanlış üzerine çok bilmiş M………. bana hayat hakkında birkaç öğüt vermeye çalıştı. Gür bıyıkları, geniş alnı ve soluk alıp verirken açılıp kapanan burnuyla karşımda sanki dünyanın en kadim ve gizli sırrını vermeye çalışıyor gibi dikkatle konuşuyordu. Vazifemde ondan kıdemli olmama rağmen bu tavrı kendinde hak bulması oldukça garipti. Müstehzi bir tebessümle dinledim onu. Nedense konu döndü dolaştı hayatın anlamına geldi. Çok bilmiş M………’in bu konu hakkında da diyecekleri çoktu elbet. Hayatın insana bahşedilmiş en kıymetli şey olduğundan bahsetti. Bu yarım Konfüçyus’a, hayatın anlamının hiç olmadığını, hiç olmayacağını, aslında her şeyin, insanın süreklilik içinde salınan belli belirsiz şeylere bir mana bularak ona bir kimlik tayin etmek gibi ilkel bir meraktan doğduğuna dair esaslı bir şeyler söylemek istedim ama vazgeçtim.

Şimdi düşünüyorum da, ilk önce çocukluğumun tahayyül kudreti, sonra da baloncu çocuğun elindeki iplerden bir ip olarak etrafımda ve yalnızlığımda salınan bu belli belirsiz şeylerle, ben de bir mana aramaya çalışmıyor muydum?

Mana, manasızlığın içinde büyüyüp, etrafımı sarmıyor muydu?

İşte benim için çırılçıplak kaldığım bu manasızlıkta, sığındığım bir mana ya da manaya benzer bir avuntudan ibaret ipimi aldım ve terasta bir köşeye saygıyla bıraktım. Benim manasızlığımın manası oydu.

22 Şubat 199….

Bugün beni tanıyan ama benim onları tanımadığım (ya da bir zamanlar tanıyorken unuttuğum) birkaç kişi bana selam verdi. Selamlarını almadım… Yüzlerindeki çizgiler, toplumun adab-ı muaşeret kaidelerine sıkı sıkı bağlı olmayanlara karşı takınılan o kibirli tavra dönüverdi hemen. Başları dik ve mağrur yanımdan geçip gittiler.

Az sonra el ele yürüyen bir çift üzerime doğru geldi. Ben yol vermeyince adamın omzuna, omzumla hafifçe sürtmüş bulundum. Dönüp sert sert baktı. Kadın tutup çekiştirdi onu. Aslında ona şöyle demeyi çok isterdim: “Yaşa genç adam, bu insanlar arasında en yaşayanı ve bunu en çok hak edeni sen ol!” Ama bu cümlemi anlamayacağını düşünerek boş verdim ve sessiz bir küfür ederek yoluma devam ettim. Sonra tıpkı baloncu çocuğu gördüğüm akşam yağan yağmura benzeyen bir yağmur başladı. İnce, şeffaf, değdiği her yerde tozuyan, ufalanan bir yağmur. Çiçekçi tezgahları, kestaneciler, insanlar ve otomobiller arasında, nerede çaldığını duymadığım bir şarkının melankolik ritimlerine ayak uydurarak yürüyordum ki, bir anda az ileride açılmış şemsiyeler arasında yukarıya doğru salınan rengarenk ıslak balonlar gözüme çarptı. Bu yağmurda bu balonlar ile olduğu yerde duran muhakkak o olmalıydı. Süratle oraya doğru yöneldim. Yağmuru ve şemsiyeleri aşmaya çalışıyordum. Alnımdan yağmur mu ter mi olduğunu anlamadığım sıcak bir sıvı süzülüyor, kabanımın içinde daralan göğsümde bir ateş parçası duman duman tütüyordu sanki. Nafile… Bilmem hangi mağazanın açılışında, yağmur altında gelip geçenin eline balon tutuşturmaya çalışan yılışık bir palyaçoydu balonların sahibi. Geldiğim yöne doğru dönüp, çekip gittim kalabalığın arasından.

24 Şubat 199…

Baloncu çocuk ne yapıyordur acaba? Balonlarını kendisinde toplayan ipi kopmuş mudur? Hala otomobillerin camlarından kendi yansımasına bakıyor mudur? O günden sonra akşamları eve dönerken defalarca geçtim oradan. Göremedim… Merak içindeyim.

Eve gelir gelmez, terasa göz attım. İpim orada bıraktığım gibi duruyordu. Ya ben evde yokken terasın demir kapısının tek gözünden süzülerek çıkıp, eve dönüşümün yakınlaştığı bir saatte geri dönerek, yeniden onu bıraktığım hali aldıysa? Henüz gençken “Eşyanın sırrına akıl ermez” diye okumuştum… Eşyanın sırrı, biz olmadığımız zaman kendisini gösteriyor olamaz mıydı? Yok yok… İçim rahat etmeyecek. Onu bu terasa tıpkı bir çamaşır ipi misali duvardan duvara germeliyim. O zaman hareket edemez. Ben yokken çırpınıp durur ancak.

Evet, az önce onu duvardan duvara gererek zapt ettim. Muhtemelen eski kiracının çamaşır iplerinden kalmış paslı çivilere bağladım. Sadece TV ışığıyla aydınlanan odada öylece uzanıp, boş gözlerle ekrana baktım. Koridordaki aynadan tesadüfen gördüğüm kendi yansımamdan ürktüm. Gözlerim hiç aşina olmadığım bir yerden, sanki bir uçurumun kenarından bakıyor gibiydi.

26 Şubat 199….

Uyandım. İlk işim tüm gece camları sarsan yağmur ve ıslık ıslığa büyüyen rüzgarla birlikte terastaki ipimin akıbetini merak etmek oldu. Süratli adımlarla çıkıp baktım. Neyse ki, sapasağlam yerinde duruyor. Fırtına tüm gün sürecek gibi… Umarım ben A………da iken bir şey olmaz. Bazen içimden, onu söküp atmak, belki de onu bir deniz kenarından suya bırakmak geliyor… Yapabilmeyi ne çok isterdim.

Eve geldim. Eve girmeden önce ipi tıpkı sabah bıraktığım gibi bulmak beni mutlu etti. İlk aldığım gibi sapasağlam… Acaba bu ip ne kadar yük kaldırabilir? Ne kadar yükle kopar? Gerilime ne kadar dayanıklı? Kıvrımları ve boğumlarında tabiattaki kudretin ne kadarını gizliyor?

Aslında hepsini. Evet, hepsini! Çünkü koskoca evren müthiş bir hafiflik içinde salınıyor, biliyorum. Koskoca gökleri, o göklerde dönüp duran yıldızları, o uçsuz kara delikleri, devasa bulutları, heybetli dağları, denizleri, topyekûn tüm tabiatı ve onu dolduran nebatı ve baş baş kendi kıyametine yürüyen insanları velhâsıl tüm mevcudatı, bu ipe assalar, taşır. Çünkü her şey, tıpkı bir vehim gibi, bir var, bir yok! Her şey var olamayacak kadar gerçek…

Ama sadece bir nefes, sırrı kendinden menkul, bir hayal gibi esen incecik bir nefes değse, bir çırpıda keser onu. Boğumlarından, tıpkı insanın toprakta çözülen tüm mafsalaları gibi çözülür ve dağılır bu ip. Ya da vakaların içinde bir tohum gibi çatlamaya hazır tüm ihtimalleri, en ufak kazaları, en umulmaz rastlantıları, teferruatı ancak bir zerre nispetinde görülen tüm meseleleri bir duvara, insanın mantığını da bir duvara mıhlayıp, arasına bu ipi gersek, gerilir gerilir de kopmaz… Ama bir duvarda irade, bir duvarda teslimiyet olsa ve aralarına itinayla gersek bu ipi, titrer, sarsılır, tel tel gerilir ve şiddetle tam ortasından kopar!

Tıpkı benim gibi… İçimin bir duvarından bir duvarına gerildim. Kopmamak için titriyor, kıvranıyor, yeniden en başa dönüyorum. Eşyanın sırrından, tahayyül kudretinden ve var olmaktan tedirginim.

2 Mart 199….

Gecelerdir uykusuzum. Geceleri yatağımda kıvrılıp günün doğmasını beklerken arada kendimi aniden yataktan kalkmış, terastaki ipi kontrol ederken buluyorum. Birkaç gündür kar yağıyor. Havada jilet gibi insanın iliklerine dokunan bir ayaz var. İpi bu sabah buz tutmuş olarak buldum.

İşe gidiyor, A……….’daki odamda uyumamak için kendimi zor tutuyorum. Beynimin içinde bir yerlerde terastaki ipin hayali kımıldıyor, uyanık kalıyorum. İnsanlar gidip geliyor. Çok bilmiş M……… nedense benimle pek muhatap olmuyor artık.

10 Mart 199…

Memuriyetimden istifa ettim. Artık traş olmuyor ve aynaya bakmıyorum. Terasta gerilen ip, yılan olamaz, eminim. Ona sık sık bakıyor ve üzerinde parmaklarımla usulca dolaşıyorum. Bazen bir elim onda, öylece duruyor, bir sigara içiyorum. Her şey olağan akışı içinde sürüyor.

Eşyanın sırrı diye de bir şey yok, anlıyorum.

Eski bir kitapta intiharları okuyorum. Özellikle kendini asarak intihar edenler ilgimi çekiyor.

12 Mart 199….

Uykusuz ve sık sık yatağımdan kalkıp, içime işleyen ayaz ile terastaki ipi kontrol ederek ve yakından her boğumunu yeniden ezberleyerek geçen bir geceden sonra, sabahın erken saatlerinde zil sesiyle uyandım. Kapımı kimse çalmaz benim. Mektup da yazılmaz bana. Ailem mazide kalmıştır. Arkadaşım da yoktur üstelik. Şaşırdım. En sonunda apartman içindeki seslerden zili yanlışlıkla çaldıklarını anladım. İçimde bir şeyler devrildi.

15 Mart 199….

Bugün fırtına var. Aylarca kara, yağmura ve ayaza dayanan ipim, bugün kopabilir. Korkuyorum.  Sallanıyor, dönüyor ve fırtınanın her vuruşunda garip bir ses çıkarıyor. Uzamış sakallarım, pijamalarım ve üzerimde memuriyetimin ilk maaşında aldığım kabanımla terasta bekliyor, ipe bakıyorum. Arada sağlamlığını kontrol ediyorum. Hiç bir şey olmamalı ona… O bana lazım.

17 Mart 199….

Gece yarısı… Ateşim var. Üşüyorum. Birkaç gündür öksürüyorum. Yalnızlık başımda eski bir sarhoşluk gibi dönüp duruyor. Olabildiğince süratli bir şekilde kendimi terk etmek istiyorum. Normalde iki üç dilim beyaz ekmek ve domatesten ibaret azığımı bugün yiyemedim. İştahım yoktu ama bu kez sanki daha önce hiç yemek yememiş gibi hissediyorum. Tam bir hissizlik.

Az önce istifra ettim. Saatler ilerlemiyor. Sabah hiç olmayacakmış gibi sanki. Evet, sabahı görmemeye karar verdim. Bu kararın şiddetiyle birden ayağa kalktım, ipi terastan, gerdiğim yerden saygıyla aldım. Odama getirdim, yatağımın ayak ucunda bir yere bıraktım. Dudaklarım ve göz bebeklerim alev alevdi… Titriyordum. Yattım, yattığım yerden bir müddet onu izledim. Bu kez karanlıkta yılana benzemiyordu ip. Çocukluğumun tahayyül kudreti, korkuları, duaları yoktu artık…

Böyle ne kadar kaldım, bilmiyorum. Bir ara sabahı görmemek adına verdiğim karardan dönecek gibi oldum. Birdenbire sabah olduğu takdirde iş işten geçmiş olurdu. Ben de kararımdan dönmemiş olurdum böylece. Sabah olurken fark etmemem gayet doğaldı. Böylece doğan günü görmüş olurdum ve bir başka geceye vadelenirdi kararım. Ama sabah olmuyordu. Titremem artıyor, tenimde, sivri köşeleri parıldayan binlerce yıldız büyüyordu sanki. Yatağımdan kalktım. Karanlığın içinde titreyen ellerimle yerdeki ipi aldım.

Şimdi bu satırları yazdığım terasın tozlu betonuna son kez oturduğumu biliyorum. Önümde bu satırları yazdığım defterim, bir elimde kalemim ve karşımda da, az önce bir ucunu kement haline getirerek tavanda bulunan ve ne işe yaradığını bilmediğim bir demir çıkıntısına astığım ipim… Sadece sokak lambasının solgun ışığının aydınlattığı bu terasta fırtınayla birlikte bir sağa bir sola sallanıyor. Az sonra boynuma geçecek kemendi, tıpkı baloncu çocuğun ipinde tek bir balon kalmış gibi…

Sallanması artıyor. Yoksa bir an önce beni mi çağırıyor?

Gölgem ipin sallandığı duvarın arkasında büyük bir kahraman edasıyla aheste aheste hareket ediyor. Kendimi son kez bir aynadan değil de, bizzat kendimden, gölgemden izlediğim için mesudum.

Az sonra ayağa kalkıp terasın eski demir kapısının tek gözlü sürgülü bölmesinden merdiven boşluğuna son kez bakacak ve demir sürgüyü süratle kapatacağım. Büyük kimsesizliğimin üzerine kapanacak zaman. Çocukluğumun tahayyül kudreti ve korkularım o merdiven boşluğunda artık. Bana ulaşamazlar. Masum, yılan olmayan ve asla bir yılan olmamış ipim ve ben, bu fırtınalı gecede baş başayız. Korkum yok… Tabiatın çocuğu olarak bu ipin boynumu saracağını ve beni de, üzerindeki kainatla birlikte, onun içinde önemsiz bir zerre olarak en dipten alarak yeniden dirilmem için o büyük meçhule ulaştıracağını biliyorum. İlk günahın içinde bulunan yılanın bu esrik günahta var olmayacağını da… Artık o büsbütün bir iptir. Eşyanın sırrını kendisinde, yok denecek kadar kusursuzca saklayarak vazifesine sadık kalmış bir ip hem de.

Sanırım söyleyeceğim başka bir şey yok.

Bir hafta sonra gazetelerden birinin üçüncü sayfasında yer alan haber:

…………’da ……………’de garip bir ölüm vakası.

…………’de komşularının yaptıkları ihbarlar sonucu evinin terasında kendisini iple asarak hayatına son vermiş olduğu düşünülen otuzlu yaşlarındaki erkek cesedine sabah saatlerinde ulaşıldı. Yapılan otopside vefat eden şahsın hiçbir uyuşturucu madde ve alkol etkisinde olmadığı tespit edildi. Naaşın ayak ucunda bulunan defterde kötü bir el yazısıyla yazılmış yazılar, boş sayfalarında elinde birden fazla balon tutan bir çocuk ve yılan tasvirleri bulundu. Yapılan tahkikatta şahsın bir ay önce vazifesinden sağlık problemlerini öne sürerek istifa eden bir memur olduğu ve haber verecek bir yakını bulunmadığı anlaşıldı. A……..’daki mesai arkadaşları kendisinin fazla konuşmayan, içe kapanık bir yapıya sahip olduğunu söylediler. Cami cemaatiyle cenaze namazı kılındıktan sonra naaşı kimsesizler mezarlığına defnedildi.

Bursa / 2023

Email adresiniz paylaşılmayacak