
Mart
Hastanede, koridorun sonundaki duvara asılmış saatin altında öylece oturmaktayım. Ne kadar oldu? Bir bakayım. Nafile… Başımın üstündeki saat yerine, yırtık pırtık insanlar geçmiş önümden sadece. Ellerime, yerdeki kirli döşemelere, karşıdaki pencereden gözüken dağ eteklerine bakıyorum tekrardan.
Sonra başımı şöyle bir çeviriyorum, zaman olduğu yerde, zaman tamam… Oh, ne alâ! İtiraz yok! Bir de geçse ya şu zaman!
Göğsümden yukarıya yükselen o ılık kımıltıdan kurtulmak istemiyorum. Şimdilik güzel… Takriben on iki, on üç yıldır tenimde gezinen beyaz bulutlar ya da bir diğer deyişle rengimin intiharı ne işe yarayacak? Hiç… Sadece tenimin denizinde dalga dalga yüzmek, büyümek, genişlemek için yaz günlerine taşınacak. Sonrası… Sonrası meçhul işte.
Dışarıda sabahın ayazı var. Kalkıp insanlarla göz göze gelmekten kaçınan uzun yüzlülerin ve ağızlarından kelimeleri ancak cımbızla tek tek yolmak gereken gönüllü sessizlerin arasından yürüyorum. Ağır bir koku, bir parlayıp bir sönerek koridorlara yayılan gürültüler ve her köşede bekleyiş.
Her şeyin ama her şeyin bunlardan müteşekkil olduğuna dair derin bir şüpheye kapılıyorum. Koskoca evren bile bunlardan, yani ağır kokulardan, kesik kesik gürültülerden, bekleyişlerden ve bu uzayan koridorlardan müteşekkil olabilir hatta. Devasa bir boşluğa düşüyorum. İçim için için fısıldıyor, diyor ki: “Sadece hiçlikten ibaretsin. Kısım kısım, bölük pörçük bir hiçlik. Hayat gibi.“
Romantik kaygıları bir kenara atmam gerek. Böyle şeylere ne hacet? Yaşıyorum işte. Hiç değilim. Zamanın seyrini kollayan bendim demin. Geçmemesinden şikayet eden de! Hiç olanın zamanla işi ne?
Hiç olanın zamanla işi çok! Hiç olan zamana mahkûm zaten. Onun hiçlik sebebi de zaman, onu hiçlikten kurtaracak olan da!
Mesela…
Sabah buraya gelirken aklıma “Üç Frenk Havası” şiiri doğdu birden. Kendi kendime mırıldanmaya başladım. Kumruların ne zaman duysak bize derinden ve uzaktan gelen o mahzun ötüşleri ve dudaklarımda bu şiir. Tenha kaldırıma öylece uzanmış boz renkli bir sokak köpeğinin yanından geçerken, şiirin “Taksitle Ölüm diye bir roman yazıldı artık” dizesinde kalakaldım. Şaşkındım. Daha önce bu şiiri defalarca okumuş, içimde tekrarlamış ama bu romanın varlığını görmemezlikten gelmiştim. Bilinçaltımın yeni bir oyunu muydu bu? Neydi bu roman? Zamana mahkum bir hiç’in aykırı hikâyesi!
Zamanında almış, bir haftada bitirmiştim bu romanı. Bittiğinde uzandığım yerde kitabı alnıma yaslamış ve gözlerimi kapatıp öylece kalmıştım. Adamakıllı sarsılmıştım işte… Yerimden kalkamıyordum. Hiç unutmam köşedeki eski radyoda Dvorak’ın “Slovanic Dance E Minör” ü çalıyordu. Ben o genç Hiç’i yani romanın kahramanı bahtsız Ferdinand’ı uğurluyordum bu parça eşliğinde. Şakaklarım onun gibi sızlıyor, onun gibi irkiliyordum. Tamamen, tasasız ve yekpâre ölmek mümkün değildi artık. Taksitle, parça parça ölmeliydim. Sonra unuttum gitti bu romanı.
Bugün bu hastane koridorunda taksitle nasıl ölünür, öğrenmiştim işte. Hiçtik. Hepimiz ayrı ayrı birer hiç.
Zamanla işimiz çoktu! Hiç olanın zamana mahkûm olduğunu anlamıştık artık. Bizim hiçlik sebebimiz de zamandı, bizi hiçlikten kurtaracak olan da!
*
Ağırlığı ancak eski zamanların tutsaklıklarında bulunan bir süreğe dönüşen hayatın gerçekliği. Her şeye ama her şeye hastalıklı bir anomali içinde cevap vermenin artık bir tercih haline gelmesi. Ayartan bir haz ve umursamazlık. Arzuların ve umduklarımızın bizden kopup döküldüğü bir uyku sonrası, tehditkar bir esinti olarak kirli soluğunu ensemizde hissettiğimiz bilinmezlik.
*
Eski bir evin camında, eski bir saksıda, eski bir çiçek. Her şey eskiyor. Her şey… Güldüğümüz akşamlar, uyuduğumuz akşamlar, ettiğimiz vedalar… Eskiyor.
Artık yokum! Artık olmayacağım! Aslında tam olarak eskiyemediği için yok olur insanlar. Eskimek yerine yaş aldığı için. Eskiyemiyoruz. Tıpkı yaşayamadığımız gibi. Yaşayan şeyler eskir ancak. Büyük bir yanılgı içinde eşyaların yaşamadıkları için eskidiğini düşünürüz. Oysa yaşadıkları, bizden daha gerçek, daha fazla yaşadıkları için eskimektedir onlar.
*
Mahvolmuş bir hayatın ortasında bir odaya kapanıp o güzel, o masum ve biraz da ilkel olan o geçmiş arzuları düşünmek. Eskisi gibi olmayacak olan her şeyin ağırlığını başını ellerinin arasına almış otururken, çökmüş omuzlarında hissetmek bir de… Saatlerin, o korkunç fırtınaların ortasında ansızın kavuşulan sükunetlerin uyandırdığı şüphelerle akıp gitmesi. Eşiğine varılan cinnet. Mahvolmuş bir hayatın, -dünyanın var olduğu ve var olacağı zaman nispetinde düşünürsek eğer- yanmış kağıtlar içinde yanmaktan kurtulan bir kağıdın üzerine yazılmış bir cümleden ibaret olduğunu anlayabilir ve onu satır satır okuyabiliriz artık.
Sen ey en büyük korku ve nefretim! Asırlık tohumlardan bir tohum olarak, içinde binlerce ağaca gebe görkemli bir orman gibi otursaydın da samanyolunun bir köşesinde, ben mahvolmuş bir hayatın idrakine henüz varmamış olsaydım!
*
Gözlerde biriken ödem, midede safra ve tende fosfor. Yüzüme çalınan kül. Boğazıma tıkanan kapı zilleri. Gittikçe daha da karanlığa, gittikçe! Göz alabildiğince sefil, akla sığacak da onu patlatacak kadar rezil! Ruhumuzda kızaran ve cerahetle dolarak kabaran cürümlerin ateşinde kavruluyoruz. Her çarpışı, insanı sivri ve ıslak kayalıklarda parçalamaya yakın bir felaket hissi uyandıran kalplerimiz var.
*
Eski masumiyetim, çocukluğum mesela! Bol gelen libas içinde nedense daralıp, dünyaya sığamamanın tatlı telaşı. Dünyanın en eski dilinde, en eski cümleleri tekrarlamaya azmeden dilim. Güzel güneşler, şahane çiçekler arasında beyaz ve şeffaf ölüm izleri: Gözlerimin altında, halka halka!
*
Bir çam ağacının altında uzanıyorum. Toprak nemli. Gözlerimi kapatıp, dudaklarımın arasındaki çam iğnesinin tadını duyuyorum. Sonra bir kozalak buluyorum, ezelden beri severim kozalaklara bakmayı. Düğüm düğüm, boğum boğum, iç içe geçmiş, esrarengiz şeylerdir onlar. Yaşadığımı hatırlatırlar bana.
Bak bir tohum, bir ağaç, sonra dalda salınan yeşil bir tortu, sertleşerek tahta gibi bir şey oluyor. Sonra da ağırlaşıyor ve düşüyor toprağa. Emsalsiz…
Tabiatın genel kaidesi olarak eril olanın daha iri olması beklenirken, polen üreten erkek kozalaklar iri olmuyor hiç.
Tam bir başkaldırı değil mi?
*
Bulutlu ve mevsim normallerine göre oldukça sıcak bir gün. Karşı balkonun açık kapısından geldiğini tahmin ettiğim ihtiyar bir erkek sesi, uyku ile uyanıklık arasına gerdiğim ipe tane tane dua diziyor.
Kapalı gözlerimin ardında yükselip yükselip de aniden alçalan uzun yol. Düşüyor muyum? Hayır. İlerliyorum. Dört bir yandan fışkıran renkler… Her renk var, her renk!
İhtiyar adamın dualarında da bir tür çaresizlik var ve o çaresizlik gittikçe artıyor. Neredeyse ağlayacak. Neden? Birden deminki renk karmaşasının içinden üst kattaki ihtiyar kadını seçiyorum. Az önce yükselip yükselip aniden alçalan yol nereye gitti şimdi? Neyse…
Sahi kaç yıl oldu o ihtiyar kadın öleli? Onu hep bir şaşkınlık ifadesi olarak büzdüğü mor dudakları ve o dudaklar ile hokka burnu arasındaki tüylü kırışıklıklarıyla hatırlıyorum. Ah, bir de duaları! Eşyası az, duvarları beyaz badanalı, bayat gül suyu kokan evinde çocukluğumun öğlen uykularına dizdiği tıkırtılar ve yuvarlak, iri, parlak duaları vardı onun da. Bir de bayat gül kokusu. Yaz mevsimlerinde üst kattan havanın nemiyle ağır ağır salınır, ayakucumdaki pencereden sızardı odaya. Uykuma bulanırdı sonra.
*
Baktığın yerde ne var? Senin satır aralarındaki nostalji duygunu bir kadehte içiverdi dijital bozgunlardan çıkan kanlı gözler. Yüzünü emanet ettiğin ve karşılığında biraz huzur istediğin sistemlerde mutlak bir kısır döngüye yenilmiş olduğumuzu düşünüyorsun. Sen de o yenilginin paydaşısın.
Baktığın yerde ne var? Ne görüyorsun? Söylemek için neler biriktiriyorsun dilinin altında. Bak şu günler, ateşli çocukluk gecelerinin yorgunluğu ile geçiyor. Şakakların ağrıyor, için bulanıyor, sen kıvranıyorsun yattığın yerde, elini meçhule uzatıp aranıyor, bulamıyorsun.
Tepetaklak olmuş bir dünyanın ortasında ayağa kalktın, dizlerin kan revan içinde, paramparça.
*
Neden kendimizi bir mesuliyete sahip olarak görmek isteriz? Gerçekleştirmeye mecbur olduğumuz ideallerimiz vardır ve bu idealler herkes için ayrı bir inançtan doğar. Kimse sıradan, mesuliyetsiz ve ereksiz olmak istemez. Henüz çocukken, akranlarından farklı olarak nitelendirilmek bu tohumu içimize eker. Gençlikte bu tohumdan esaslı bir şüphe duyar ve geç olmadan hayatı kurtarmaya bakarız.
Hepimizin içinde seçilmiş biri yaşar. Hepimiz kendi seçilmişliğimizin imkanlarını zorlarız üstelik. Eleştirilir, eleştirir, bir diyalektiğe sahip olmak isteriz.
Sonuç ise en baştan bellidir: Milyarlarca insanın içinde bir insan olmak!
*
-Bizler değişen ne varsa ona uyum sağladıktan sonra değişenin değişmeden önceki esas bilinen haline uyum sağlayamaz ve o hali büsbütün unuturuz. O yüzden büyük resimde değişen şey, bizim kendi hayatımızda rutindir artık. Yani rutin,bbüyük resmin kendisidir aslında.
-Şimdi büyük bir tuval var. Bir gün kırmızı ile boyamaya başlıyorum sonra maviye geçiyorum, sonra yeşile, sonra başka başka renklere. Hepsinin ortak noktası birer boya olmaları. Ama farkları, renkleri…
-Evet ama sonuçta büyük resimde her şey renk. Rengin kendisi. Renkten başka bir şey yok.
-Ama farklı olarak mesela o büyük resmin yer aldığı tuvalde iz bırakan hatta onu paramparça eden bir şey olmadığı gibi kazınarak ona işleyen bir şey de yok
Nisan
Kalemleri kırdım, kılıcı kuşandım ve ahşap kapıyı, o dayanılmaz gıcırtısını duymayı göze alarak ardına kadar açıp kan ter içinde dışarı fırladım. Şimdi bu savaş meydanında dizleri titrese de mağrur başını eğmek yerine ölmeyi yeğleyen bir savaşçıyım. Tarih ise tam da böyle savaşçıları yani benim gibileri yazmaz.
*
Fark ettim ki, kendimi bildim bileli ilim – bilim demiş, ama bu meselelerin yetkinliğini yalnızca kendi elinde bulundurduğunu sanan hubristik fertlerin önünde eğilmemişim. Bu da benim için -her ne kadar mevcut düzende başarısı tartışılsa da- erdemi muhâfaza etmişim demektir.
*
Yalnız banaydı kahrın Ceres!
Topuğunda gül damlası akşamlarla çıkar giderdin,
Sonra neden döküldü kanın Ceres?
Oysa sen ölmeyecek kadar güzeldin!
*
Bilinemeyecek olan şeyler için kolayca anlatılan masallar… Hatırladınız mı? Yüzlerinde, geleceğe ait ümit dolu gülüşlere ve asla sıradan olmayı kabul edemeyecek yüreklere sahip insanların anlattığı masallardır onlar.
Sıcak asfaltın, yaralı kanatların, çocukça, hiç durmadan tekrarlanan soruların, nereye gideceğini bilmeyen adamların ve kadınların serüvenleri anlatılır o masallarda. Yanılgılar birer kahramandır, yalnızlıklar birer yoldaş. Her şey iç içe girer. Kocaman bir bulut yükselerek, gökyüzünü çatlatır. Bu gümbürtüyü duyup da saklanacak yer arayan bir seyyah aceleyle her kapıyı çalar. Ne zaman tek başına düşünse, muhakkak yarı yolda kalacağını ve hiçbir zaman varacağı yere ulaşamayacağını anlayan bir seyyahtır o. Karanlığı bir yorgan gibi çeker üstüne. Uykusu böcekli, rüyası terli, sesi çatallı ve teni dikenlidir.
*
Dün gece uyumadan evvel neydi o yazmayı düşündüğüm satırlar? Her kelimesini özenle seçtiğim bir cümle mi? Cümleler belki… Bir paragraf mı yoksa?
Neyi ifade edecektim?
Harflerin üzerine düşünüyorum şimdi. Uzun uzun, o bilgiç, o ayrıksı, o iplik iplik satırları oluşturan her dildeki harfleri. Neden?
Mesela: Alfa ve Omega / Sıfır ve Sonsuzluk (Sonsuzluğun sonu? )
İfade etmeye yarayan ve işlevselliği ile bizi ayartan -aynı zamanda geliştiren- her şeyi şimdilerde ikinci plana atma eğilimindeyiz. Hülâsa.
Her şeyin tek bir kabuğun içine sığmasının, bir şeylerin kolaylaşmasının yegâne çaresi: Hülâsa!
*
Bir infilaktan sonraki o ölümcül sessizliğe benziyor hayatım. Ruhum, büyük ve zoraki bir değişimde yerini bulmaya çalışan ve boşluk kabul etmeyen tabiatın içinde bir oraya bir buraya savrulan toz parçası.
Denizlerin tuzundan buğulanıp göğe, oradan damla damla yeryüzüne, oradan toprağın damarlarına, oradan ağaçların gövdesine ve oradan yine yokluğa.
Kaçıncı infilak bu?
İlk. İlk olduğu gibi biricik. Tekrarı olmayan, yalnız yansıması bulunan ve bizi o yansımayla avutan bir ayna karşısındayız yalnızca.
*
Kurumuş ağaçların gövdelerine nakşolmuş zamanın izlerine imrenen bir yüzüm var. Bierstadt’ın “Rocky Mountain” tablosunda sararmaya başlamış ağaçlardan biriyim sanki. Zirvelerindeki sabahın sisiyle heybetine heybet katan bir dağın önünde hürmetle sararıp gideceğim ben de. Zamana yenilmenin en nahif yolu bu.