Edebiyat dünyasına yeraltı eseri Birkaç Normal İnsan’la adım atan Mustafa Çapa,herkesin herkesin dedektifi olduğu, adeta “Big Brother”dan “Dear Brother” paranoyasına geçen dünyayı masaya yatırıyor… Kendini sosyal medya üzerinden var edenler, baba parasıyla alın terine ahkâm kesenler, dostunu “korumak” için ona atmadık kazık bırakmayanlar, kadınları metalaştıran erkekler, metalaşmaya can atan kadınlar, aşkı refah payıyla değerleyenler, babasının ahlaksızlıklarını bile paraya çevirenler; yoldan çıkmış gibi görünseler de aslında hepimizin sokulmaya çalışıldığı yola gönüllü giren “birkaç normal insan” var bu hikâyede… Roman boyunca mizah, karakterlerin en ciddi olduğu zamanlarda kendini gösteriyor.
Haliyle, dünyanın anlamsızlıklarına mı yoksa tam da anlamsızlıkların içinde aynıciddiyetle yaşamaya bizi zorlayanlara mı gülüyoruz sorusu da aklımıza takılı kalıyor. Mustafa Çapa, usta işi anlatımıyla “halimizin selfie’si”ni çekerken bizi kahkahalara boğuyor.
“İnsan olmanın ağır yükünden” kurtulan ve giderek çoğalmalarıyla artık normalleştirilen karakterlerle baş başa kalmaya hazır olun.“Normal” olmayı ısrarla reddeden okurun yazarla birlikte kaleme aldığı bir manifesto dersek, “Birkaç Normal İnsan”ı yer üstüne çıkarıp ellerinize teslim edebiliriz.
RÖPORTAJI YAPAN: DİLA ALPAY
SORULAR
Kitabınızın ismi: Birkaç Normal İnsan. Okur bu eserde birkaç normal insanın hikayesine mi şahitlik edecek?
“Normal insan kurgudur,” der Foucault. Sonradan aklıma geldi, aslında bu söz romanımın başında alıntı olarak yer almaya çok uygun. Ben insanın her koşula uyarlanabilen, her şeye alışabilen bir varlık olduğuna inanmıyorum. Bazı şartlara ancak insanlığından çıkarak “uyum” sağlayabilir. İnsanlık dışı şartlarda insan olmakta direnirse de nevrotik hale gelir. Benim romanımı da normal olduğu kabul edilen anormal şeyler karşısında nevroz belirtileri gösteren bir roman olarak tanımlayabilirim. Dolayısıyla roman anormal olanın normalleşmesini; abartarak, karikatürize ederek kendine konu ediniyor diyebilirim. Yani hikayesi toplumca normal görülen birkaç anormal insanın hikayesi aslında. Arendt’ten okuduğumu hatırlıyorum: Nazi döneminde gaz odasına gönderilme arifesinde Yahudilerde intihar vakalarına rastlanmadığından bahsediyordu. Fakat öncesinde var. Kabaca
şöyle bir anlayış var: İntihar insani bir eylemdir, içgüdüsel olan hayatta kalmaktır. Schopenhauer’in İrade kavramında İrade varlığını sürdürmek ister. Bunu tüm varlıkta müşahede ederiz. Dolayısıyla bu, insana özgü bir şey değildir. Fakat hayatta kalmamayı tercih etmek insani bir eylemdir. Arendt de artık Yahudilerin o son aşamada, intihar bile etmeyerek,
hepten insanlıktan çıktıklarını söylüyordu. O insanlık dışı koşullara anca insan-dışı bir varlık olarak uyum sağlayabilirlerdi. Tabii ki intihar salt bir tercihten daha girift bir eylem ve Camus’nün mitolojiden işaret ettiği gibi insan o taşı taşımaya devam etmeli, mücadeleyi bırakmamalı bence ama Arendt’in örneğini şu yüzden verdim: İnsan asla her koşula uyarlanabilen bir varlık değildir, insanlığından çıkmadıkça.
Romanınız kısa ve süreçlerin çok hızlı ilerlediği bir roman. Ve kısa olmasına rağmen fazla sayıda karakterin iç içe geçmiş kısa hikayelerine şahit oluyoruz romanda. Bu yapıdan biraz söz eder misiniz?
Ben kendim kısa, akıcı, sürükleyici romanları okumayı sevdiğimden herhalde böyle oldu. Kısa olmasına rağmen çok sayıda karakter içermesi aslında riskli bir durum. Çünkü karakterler derinlemesine ele alınamaz böyle olduğunda. Ki bana birkaç okurdan romandaki bir karakterle ilgili “hakkında daha fazlasını bilmek isterdim” tarzında eleştiri geldi. Fakat
romanımdaki karakterlerin özelliği zaten şu: derinlemesine incelenmeyi hak etmeyen karakterler çoğunlukla. Romanımda ele almak istediğim konu tam da bu zaten: insan ilişkilerinin yüzeyselleşmesi, tektipleşmesi, niceliğe indirgenmesi. Bu iç içe geçen çeşitli karakterlerin kısa hikayeleri sonunda ortak bir noktada buluşuyor ve bu yönüyle de roman klasik yapıya yaklaşıyor.
Birkaç Normal İnsan’da belli bir otoriteden ziyade sivil insanların başkalarının hayatlarına musallat olup onları baskıladığına şahit oluyoruz. Tanıtım yazısında bu husus “Big Brother”dan “Dear Brother”a geçen bir dünya olarak tanımlanmış. Yine kitabın kapağı da bu düşünceyi çok iyi ifade ediyor. Romanın temelindeki bu fikri biraz açar mısınız?
Bu husus Bauman, Byung-Chul Han gibi birçok düşünür tarafından ifade edilmektedir. Akışkan Gözetim kitabında: “Bireyin tüm yaşantısının gözleniyor oluşu artık bir tehdit değil arzulanan bir hal.” cümlesi geçer. Aslında bu söz de romanımın başında yer alsa fena olmazmış… Byung-Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu adlı eserinde de vurgu şu: “Şeffaflık, bize
hissettirmeden, özgürlüğümüzü yitirmemize sebep oluyor ve bu yüzden ona karşı mücadele etme gereği de duymuyoruz.” Bu konuda beatkusagi.com’da Mahremiyetin Yitirilmesi ve Değer Kaybı başlıklı bir yazım yayınlandı. O yazımın son paragrafında şu ifadelere yer
vermiştim: “Dijital operasyonla kalıp değerinden ayrıştırılır ve değer savunmasız hale gelir ve böylece yok olmaya yüz tutar. Değer üretme ihtimalimiz bu kaygı nedeniyle baltalanır ve biz sözlerimizde/eylemlerimizde “acaba toplum/otorite ne tepki verir” kaygısıyla hareket eder hale geliriz. Böylece toplum/otorite her halimizde hazır ve nazır bulunarak baskısını üzerimizde hissettirir ve bu da ilişkilerdeki derinliğin ve samimiyetin yok olmasına yol açar. Dijitalleşmenin kişilik üzerindeki etkisiyle biz, yüz yüze gelirken bile başkalarının onayı için; biriyle derin bir bağ kurma çabasındansa, onunla buluştuğumuzu, hangi mekanda bir araya geldiğimizi ve birlikte nasıl vakit geçirdiğimizi kamuya deklare etmek maksadıyla yüz yüze gelmeye başlarız. Sonuçta, reeldeki iletişimimiz dahi sanallaşmaktan nasibini alır ve biz
gitgide, her hamlemizde herkesin onayına bağımlı hale geldiğimizden, bireyselliğimizi yitirip herkesleşmeye başlarız ve tüm bu yaptıklarımızı, kimse silah zoruyla bize yaptırmadığından, bile isteye yapıyoruz yanılsamasıyla özgürlüğümüzü farkında olmaksızın kaybederiz. Bir
otorite bizden mahremimizi kamuya açmamızı talep etse ona reaksiyon gösteririz. Fakat herkesin bunu yaptığı ve aşırı şeffaflık nedeniyle herkesin herkesin mahremiyetine kolaylıkla sızabildiği bir ortamda herkes gibi davranırken kendimizi özgür hissederiz. Özgür olmak ise, kabaca, gerçekten istediğimiz gibi davranabilmek manasına geliyorsa, özgün olmaksızın özgür olmamız mümkün değildir. Çünkü özgünlüğümüzü sergileyemediğimiz yerde biz bir şeyleri içimizden geldiği için değil mecburen, dış faktörlerden ötürü yapıyoruzdur. Gittikçe yüzeysel bir tektipleşmenin içine çekildiğimiz bir yerde de özgün ve özgür olduğumuzdan söz edilemez.” Romanımda da bu durumu tersinden vermek istedim. Çünkü biz kendimizi gözetime açtığımızda bunda bir sorun görmüyoruz fakat biri bizi gözetlediğinde artık orada bir sorun vardır. Biz zaten gerçek hayatta mahremimizi kamuya açıyoruz. Fakat bunu yapan biz değil de, aksine, mahremimize sızan başkaları ya da bir otorite olsa ona tepki veririz. Etken olduğumuzu sandığımız bir şeyde aslında edilgen olduğumuzu göstermek istedim ki tepki verebilir hale gelelim.
Normal olanın eleştirisini ayrıca yasak ilişkiler üzerinden de yapmaya çalıştığınız görülüyor: Aldatma, taciz, danışan-terapist, hoca-öğrenci ilişkisi romanınızda geçen olaylar. Ve bu olaylar romanın tamamına yayılmış durumda. Bu tarz ilişkileri merkeze almanızın sebebi nedir?
Bunları tek tek ele almak gerekir: Aldatmada toplumun erkeği kayırdığını düşünüyorum: erkeğin elinin kiri. Fakat kadın bunu yaptığında iş, kadın cinayetinin meşrulaştırılmasına kadar gidiyor. Ailede yaşanan tacizlerde ise, yüzleşmeye gidilmek yerine, belki birçoğunun üstü örtülüyor Lanthimos’un Sarayın Gözdesi filminde kraliçenin kızıyla ensest ilişkisine
şahit oluyoruz. Bir sahnede kız annesinden gelen “aşk” mektuplarına bakıyor diye hatırlıyorum. Aslında onları annesinin aleyhinde kullanabilir fakat yakmayı tercih ediyor. Orada annesini affetmesi ya da her şeye rağmen bir anne sevgisi söz konusu değil bence. Bunu kendi maruz kaldığı kötü şeyler başkalarınca duyulmasın diye yapıyor daha ziyade. Biz mahremimizde kalması gereken şeyleri kamuya deklare ederek özgürlüğümüzü yitirirken; yüzleşmemiz, aşmak için başkalarından yardım istememiz gereken olayların üstünü örtüyor ve sonra bunun ceremesini hayatımız boyunca çekiyoruz. Bunun gibi, diğer ilişkiler üzerinden
de yine anormal olanın normalleştiği ilişkilere değinmek istedim.
Romanınızda selfie çekilmeyi eleştiriyorsunuz? Hatta bazı yerlerde toplumsal eleştiriyi selfie üzerinden yapıyorsunuz? Selfie ile alıp veremediğiniz nedir?
Bir alıp vermediğim yok. O daha ziyade şunu imliyor romanımda: Kendi mahremimizi bizzat kendi ellerimizle kamuya açmayı. Tabii selfie çekmeyi hayat gayesi haline getiren insanların narsisizmden mustarip oldukları yazılıp çiziliyor. Böyle bireylerin çokça bulunduğu bir toplumun nihayetinde sağlıklı olduğu da söylenemez ama benim romanımda, her ne kadar bunu yapan karakter narsistik özellikler taşıyorsa da, vurgu daha ziyade insanın bireyselliğini bizzat kendi elleriyle topluma kurban etmesi yönünde.
Toplumun normal kabul ettiği anormal şeylere getirdiğiniz eleştirilerin, kitabınızı okuyanlar üzerinde bir etki yaratacağına inanıyor musunuz?
Richard Sennett’ın Otorite isimli kitabında okuduğumu hatırlıyorum: Modern sanatın, tam da eleştirdiği otoriteden beslendiğinden bahsediyordu. Bu bir kısır döngü gibi. Toplumda eleştirecek şeyler olmasa benim romanım olmazdı, dolayısıyla ben romanımı yazmak için toplumun bu halde olmasına muhtacım. Aslında kendim de toplumun bir parçasıyım ve toplumun bu halde olmasında herhangi birinden daha az “katkım” yok. Meselenin bu yönü var maalesef. Bu konu, bir röportaj sorusunda cevaplanamayacak ve zaten benim de cevaplamayı başaramayacağım bir konu. Sadece, eğer romanımda yanlış giden bir şeylere işaret edebildiysem, bunların okuyanda bir farkındalık oluşturup yanlışların düzelmesine vesile olmasını umabilirim.
Son sorumuz: Romanınızda Murat Çapsız karakteri üzerinden yazarlıkla ilgili söylediğiniz şeyler var. Karakter ismi sizi çağrıştırıyor. O halde size soralım: Yazarlık hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda Nihan Kaya’nın Yazma Cesareti isimli eserini tavsiye ediyorum öncelikle. Yazarlıkta karar kılmanın bir eşiği olduğunu düşünüyorum. Bir yerden sonra sizin için yerçekimi haline geliyor. Sizi, sizin isteğinizden bağımsız olarak kendine çekiyor. Yazmazsanız, sanki hayatı ıskalayacakmışsınız gibi bir his. Ve bu his sonuç alabilmekten de
bağımsızlaşıyor. Sonuç, sadece, sizin için bir sonrakini yazmaya teşvik edici bir güç oluyor, amaç değil. Yazarlığın başladığı eşiği bu olarak görüyorum. Tabii bu da yaşadıklarınızla, acıyla yüzleşmeyle, mana arayışıyla, yatay hayat rutinlerinin ötesinde dikey olarak varolma arzusuyla vs. ilişkili… Murat Çapsız’ın yazarlık hakkındaki düşünceleriyle bitireyim: “Yazarlık, sıradan insanların sahip olduklarına sahip olamamış insanların mesleğidir.”