Mütereddit bir çocukluk geçirdim. Karanlıklar da buz üstünde yürüyormuşum gibi gelirdi, aydınlıklar da.
*
Katıksız kötülüğün ve masumiyetin insanın içinde aynı kaynaktan doğduğunu düşünüyorum. İkisi de aynı ilkel duygudan beslenip, aynı yerde meydana geliyorlar. İkisinde de yaşanılan zamanın tesiri yok ve ikisinde de insanın kendi varlığı önceleniyor. Netice, kendi akışındaki tabiat üzerinde çoktan tahakküm kurmuş “en nihayetinde -aciz- bir insan olmanın” sonradan edinilmiş mesuliyetsizliği.
*
Birdenbire kendi istikametinden şüphe duyan ve yavaşlayan insanın yüzündeki tereddüt.Güneşin yalnızca toprağa ve ağaçlara değil, aynı zamanda insanın gözbebeklerinden, parmak uçlarına kadar neredeyse zorla yayılmış olan sancılı sıcaklığı. Yeni bir baharın her istikametten aynı anda ve beklenen zamandan birşeyleri dehşetle koparmış olarak gelmesi.
*
Gecenin bir saatinden sonra baş döndürücü uykusuzluk. Bahçede kıvrak bir kedi silüeti. Sokak lambalarından sisli bir yoğunlukla sabahı bekleyen yaprakların üzerine yayılan ve yaprakların titrek çizgilerinde gölgelenen ışık.
Bilmem şimdi nerede, bilmem hangi kaldırımın hangi karosuna dökülen, kimin olduğu meçhul bir damla kan, artık koca bir evrenin uykusunu kaçırma kudretini yitirmiş olsa da; tekinsiz bir karanlığın içinden ciltli kitapların yerlerindeki ağırlıklarını ve saatin bir türlü ilerlemeyen akreple yelkovanını sezerek sabahı bekleyen benim gibilerin uykularına kastetmeye devam ediyor.
Bir yerlerde ölümün varlığını ve onun her şekil ve her renge bürünerek aramızda dolaştığını bilip de nasıl uyuyabilir insan?
Fakat bu yine de ölüm korkusu değildir. Bu, ölümün insanlık tarihiyle aynı yaşta olan varlığına karşı duyulan ve ancak şimdilerde revaçta olan kelimelerle tarif ederek ona hiç istemeden mecburen haksızlık edeceğimiz türden bir şeydir.
Mesela “hakikat” deriz… Hakikat demek artık milyonlarca izlenmek demektir. Hakikat diyerek saatlerce saçmalasak bile muhakkak bilge ve haklı görünürüz. Ölümle ilgili konuşurken “hakikat” demişsek eğer: ekonomik ve sosyo-kültürel buhranların ortasında insanlığın serüvenini bir çırpıda tarif edebilmiş olmanın büyülü şöhretine adım atmışız demektir. Hayatta olan için hala başlı başına bir muamma olan ölümü, hudutları belirsiz muğlak bir kelime ile eş tutmak bizi, kendimize ve çağımıza dair birçok mesuliyetten bir anda kurtarır.
*
Artık kitle iletişim araçlarının tek vazifesi, ilgi çekebilecek bir Cardiff devi belirleyip, onu şuurlarımıza itinayla sakladıktan sonra defalarca yeniden buluyormuş gibi yapmak.
*
Mesai saatinin bitimi ile sabah bir kenara bırakmış oldukları tüm lüks alışkanlıklarını yeniden yanlarına alarak cıvıl cıvıl sesleriyle caddeyi dolduran insanların ve vitrinlerden yansıyan göz alıcı ışıkların arasında damla damla eridiğimi hissettim.
Tüm bu insanların ve akşamın telaşı ortasında, ellerim cebimde ve başım önümde aylak aylak yürürken The Rolling Stones’un “Angie”sini nefesim tükenene dek mırıldanmaya dair şiddetli bir arzu duydum…
“Angie, where will it lead us from here?“
*
Gelenek bir sınır mı, yoksa bir pranga mı?
Bir ihtimale göre gelenek, şu ana kadar insanlık tarihinde söylenebilecek her şey söylendiği ve yapılabilecek her şey yapıldığı için doğal bir sınır.
Bir diğer ihtimale göre ise insanlık, söylenmiş her şeyin üzerine yeni bir şey söylemeyi ve yapılmış her şeyin üzerine yeni bir şey yapmayı; her saniye kendi mirasına bir tuğla daha ekleyen geleneğin baş döndürücü süratinin mahkumu olduğu için pek güç buluyor.
Üzerinde düşünülmemiş bir başka ihtimal ise insanlığın gelişme güdüsü daima yenilenen geleneğin imkan koşullarının kendisine her zaman başka biri tarafından sunulmasının kolaycılığına kurban gitmek üzere.
Hareket geçmeye niyetlenen ve sonra vazgeçen insanların tek mottosu: “Yeni bir keşfi çoktan başkaları yapmıştır, yeni bir sözü çoktan başkaları söylemiştir bile.”
Gelenek kendimizi en hür hissettiğimiz mahkumiyetimizdir.
*
Kutsal yaralar, kendilerine bahşedilen kutsiyetlerini daima kanayacak olmalarından alırlar. İyileşmeye başlayan bir yaranın kutsal olduğu düşünülemez.
*
Gece ve gündüz fark etmiyor ölmek için. Ne de olsa doğumların vakti dakikası dakikasına tutulurken, ölümlerin vaktinin dakikası bir türlü tam olarak tespit edilemiyor.
*
Sadece karanlık ve teslimiyet. İnsana ömrü boyunca yetebilecek şeyler bunlar.
*
Gençlik yıllarıma ait bir fotoğrafıma bakarken şöyle diyorum: “Vazgeçmiş mi, yoksa anlamış mı, yoksa anlayacak mı? Belli değilim bu fotoğrafta.”
*
Karanlığa yolculuk yapıyorum. Her seferinde yeniden. Daha önce hiç olmamış gibi. Rutubetli duvarlara, bir türlü aydınlanmayan güne, sessizliğin, sanki insanın dudaklarından fışkıran bir safra halinde kendi başına kalmış eşyaların üzerine yağan kirine, ezelî çaresizliğe, kabul ettiğim tüm kötülüklere ve bir gün yüzümüzdeki maskeleri canımızı acıtmak pahasına söküp alacak gerçeklere doğru gidiyorum. Perdelerin arasından nokta nokta bir leke halinde beyaz yatağın üstüne sıçrayan güneş, ilkelliğin kokuları, döngüsel eziyetler, başımda tükenmek bilmez bir sersemlik, sebebini bir türlü bilmediğim bir pişmanlık.
*
Beni, yeni açmış, baharı aylar boyu incecik gövdesinde bir çocuk neşesiyle beklemiş ve en nihayetinde dirilişe fırsat bulmuş bir çiçek farz ederseniz de hikayem bitmez; bir köşede kan ve istifra arasında kendi zehrini soluyan bir bahtsız olarak görseniz de. Benim için fark etmez.
“Haydi biraz daha tükenişe!”
Eşek gözlü bir adamın, kabuklu dudaklarından sıyrılan acemi bir küfür gibi gece…
“Haydi biraz daha, biraz daha tükenişe!”
*
İnsanlığın şimdilerde gözünü diktiği hedef, acısız ve lüks bir şekilde hayatına son verme eğiliminin normalleşmesi…İnsanlık dini yasakların ve topluma karşı mahcubiyetin ötesine bir adım atmaya hazırlanıyor. İmgesel değil üstelik, bizzat kendi varlığını yok edebilme hürriyeti gibi somut bir olumsuzlama ile. İntihar kapsülü üreten bir firma İsviçre’de onay almış. Artık isteyenler bir kapsülün içine girerek, az sonra salınacak zehirli bir gazla hayatına son verme lüksüne sahip. İntiharın istatiksel yönü hakkında epey kalın bir kitap yazmış Durkheim’ın, en az yazdığı kitap kadar geniş bir başka kitap daha yazabileceği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu kez sadece intihar değil, onun yeni yeni oluşan kapitalizmi de yazılabilir artık. Cioran’ın ise “bizi yaşatan şeyin istediğimiz zaman kendimizi öldürme fikri olduğuna dair” yaptığı müthiş tespit, toplumun kaçış yollarında bu kapsüle koşacakların oluşturduğu kaosa kulak asmadan ağır aksak yürüyeceklerin dudaklarındaki ince ve alaycı tebessümlerle onaylanacak. Ölüm kapitalleşecek, çünkü insanlık tüm mirasını “ihtiyaç haline gelen her şeyi kazanca çevirmek” üzerine inşa etmiştir.
*
Bir süre sonra dünyaya derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun. Şiirlerini yakıyor, yazdıklarını yalanlıyor, bir zamanlar etmiş olduğun dualarını saklıyorsun. Artık bir şeyler, mesela tuhaf bir adamın sarf ettiği sözler ve kendisiyle savaşı ya da bir dilencinin yalvarışları seni ilgilendirmiyor. Yeni bir mucize gibi binlerce yıldır beklenen umuda ve inanca dair ıssız bir kaldırım üzerinde nutuklar atıyorsun. Yastığının altından başına destek yaptığın uyuşmuş elini uyku mahmurluğuyla umursamıyorsun bile. Hissetmemek işine geliyor. Karşına geçip de, teslim etmek üzere olduğu benliğiyle sana mahzun mahzun bakan ve ince bir hayalden ibaret olan hazların karşısına, vahametini şirin görünümü ardına saklayan mühim bir hakikat çıkıyor. Yaşama dair kanunun bu olduğunu öğreniyorsun. Kuru ağaç dallarının sivrilen uçlarına konmuş kara kargalar ötecek mi diye, bir saati, bir onları tedirginlikle kolluyorsun. Güneş apartman cephelerinde huzur dolu eski günlerin ışığını içiyor. Her şey solgun ve yıpranmış. Gözlerini kapatıyor ve bu kez kendi içine derin, çok derin bir boşluğa bakar gibi bakmaya başlıyorsun.
*
Dramın inceliği hayatın kaba yönüyle kesişince ortaya cikan şey sarsıcı bir gerçeklik oluyor.
*
Silinmek, bir zamanlar olunan yerde olmamak ve bir daha hiç olmayacak olmak. Yaşam destanımızı, verdiğimiz mücadeleyi bir müddet sonra kimselerin bilmeyecek olması… Tedirgin uykulardan ve yaşama gayretinden oluşan bu saf ve katıksız dayanışmamız; ağrıyacaksak beraber ağrımak, ağlayacaksak beraber ağlamak ve aynı çocuksu neşeyi yaşamaktan ibaret yaşamımız, günü geldiğinde bilinmez ve geçmişe ait olacak.
*
Kimse ne olduğunu bilmiyor ama herkes herkesin ne olacağına karar verme yetkisini hak buluyor kendisinde. İnsanlık tarihi kadar eski bir haksız kazanç olabilir bu. Bu kazancın sözde şeffaf menfaatinin sürdüğü ve pay edildiği sistem(?). Bir sistem olarak varsayılabilir mi?- O zaman ya sistemsizliğini gizleyebilecek kadar akıllı ama eksik bir sistem içindeyiz ya da sistemimiz yalnızca bir sistem arzumuzun yanılsaması.
*
Artık isyanın da bir önemi yok. Ağırlığıyla sarhoş edecek kadar serkeş cümleler kurduktan sonra, mavisi solan bir günün sonundaki ıssızlığa benziyor yüzlerimiz. Sesimizi yollar alıyor ve bir çırpıda yutuyorlar artık. Bakışları şiddetli ve gözlerinde hiç de sıradan olmayan hatıraların saklandığı yabancılar görüyorum. Bir bir gelip gidiyorlar. Eve yalnız, yapayalnız dönüyorum. Yalnızca yabancılar da değil, gözlerini kaçıran bir tanıdığın, hemen sağ yanındaki ciddi binaların arasından görünen gökyüzüne muzip bakışı aklımda kalıyor bir tek. Hangi felsefî problemin içinde yarım kalmış varlığının geri kalanını arıyor?
Gümüş renkli bir deniz gibi önümde açılan sokağımdan, bulanık uykular uyuyacağım evime giriyorum.
*
İyi yazılmış bir roman gibi. Karışık, tuhaf ama cesur.
Bulutların arasından güneş yüzünü akşama doğru gösterdi.
Bir odanın içindeyim.
Camları kirli.
Baktığımda güneşi içtiğim denizle dolu o manzara ve yaz ıssızlığı yakın gibi geliyor bana.
İyi yazılmış bir şiir gibi acı verici bir akşam istiyorum.
O eski mahalleden hiç üşümeden inmeliyim ve yola çıkmadan gençlik yalnızlığımı içmiş olmalıyım.
Bir bütün halinde tepemden aşağıya dökülen bir şehir üstüm başım.
Seninle tüm bu zorluklar ve kirlenmiş olmam hakkında zırvalamak isterdim şimdi.
Yine dere kenarındaki köprü manzaralı o mekanda.
*
Bu öğlen yağmurunun penceremdeki izlerini yattığım yerden, zihnimde takip ediyorum. Beni herkesin birbirinden bir şeyler sakladığı o karanlık dünyanın kuytularına götürüyor. Garip muhasebeler, sinsi serzenişler, menfaat dolu temenniler ve kibir yüklü söylevler. Herkesin içinde o dünyanın izi var.