
The Anatomy of Melancholy / Self-Portraits © Laura Makabresku – 2020
Eski kafenin duvarlarına enlemesine döşenmiş tek katlı bir kitap rafının önündeyim. Kitaplar ilgimi çekmiyor aslında. Hepsi üç kuruşluk, buruş buruş, kapakları yıpranmış ikinci sınıf şeyler. Eski ve dökme bakırdan olduğunu düşündüğüm çok gözlü avizenin üzerindeki ufak ve sarı ampullere gidiyor gözüm. Birer ateş damlası gibi geliyorlar bana. Dışarıda ıslık ıslığa bir rüzgar var. Sevmem rüzgarlı havaları. Böyle havalarda asabiyimdir ben. Her seferinde içimdeki bir çağlayan, bu rüzgarın getirdiği çer çöple bulanır sanki.
Yutkunuyorum. Parmaklarım karıncalanıyor. Acaba bu kitapların önünde komik mi görünüyorum? Az önce başlayan şu şarkı içimde sıcacık bir his uyandırıyor. Françoise Hardy’nin ipekli sesinden Mon amie la rose. Köşedeki masaya geçip, sade bir kahve ısmarlayarak yeniden bu şarkıyı açmalarını istiyorum.
İstemesem de gidiveriyorum şimdi… Yıldızlı gözleriyle yüzüme baktığı bir kış gecesinde, yeniden o bankta oturmaktayım işte. Ona çocuklar gibi üst üste aynı soruyu soruyorum yeniden: Neden ağlıyorsun?
O gece neden ağladığını bugün bile bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, aynı geceyi yaşasak yine çocuklar gibi bu soruyu üst üste sorardım ona ben. Usanmazdım üstelik. Sorulardan usandığı an bitmeye başlar insanın ömrü. Tamam, çok da yaşamaya hevesli biri sayılmam ama insan, ömrünün bitmeye başladığını böyle anlamamalı yine de. Kimseye reva görülmemeli böyle bir şey.
Garson kahvemi getiriyor. Kahvemden iştahla bir yudum alıyor ve dışarıyı izliyorum. Rüzgar dinmeyecek. Gittikçe artacak hatta biliyorum. Bahardan önce şu karanlık mevsimin son cilvesi bu. Eski bir tanıdık oturduğum kafeye göz atarak geçiyor, beni fark ediyor, uçuşan saçlarını düzelterek bir baş selamı veriyor bana. Yanıma gelmese bari. Mukabele ediyorum. Şansım varmış, yanıma gelmiyor. Rüzgar kafenin yanındaki ayakkabıcının brandasını sarsıyor. Yüzüm, ellerim, tenim geriliyor. Büsbütün uğursuz şu rüzgar. Uğuldayan bir kara köpek nasıl öfkeyle dönerse kendi etrafında, öyle dönüp duruyor işte şehrin üzerinde. O kış gecesini yeniden hatırlamak istiyorum. İmkansız. Deminki büyü kayboldu. (Şarkı bitti diye mi?) Hesabı ödeyip kalkıyorum. Rüzgarın içine karışmaktan başka çarem yok.
*
Gecenin içinde yağmur yumuşacık, mırıldanıyor. Bugün, ardında karanlık diyarların olduğu bir kapının eşiğinde bekliyor gibiydim. Akşama doğru bu eşikten caydım ve kendi sıradan neşeme geri döndüm. Sadece bir şeyleri umursamamanın getirdiği kuvvetti bu. Neşem artık istikbali düşünmemekte saklı. Kuvvetim de. Nasıl desem… Mayıs ayındayız işte!
Eskiden Mayıs aylarını buhranlar içinde geçirirdim. Sebebini yokladım içimde şöyle bir, meçhul. Nedendi acaba? Şimdi ise Mayıs her şeyi kendisinde saklayan ve insana yaşama dair kutlu hüzünler getiren bir mucize gibi geliyor bana. Annelik ve babalık hissini tatmak gibi bir şey demek istediğim. Bahar tanrıçası Maia’nın derlediği güllere bakıp bakıp iç geçirmeden durmak mümkün değil.
Her şey yaz mevsimi için mi? Sanıyorum ki bir insanın olgunlaştığına dair en büyük delâlet, sevdiği, huzur bulduğu mevsimin değişmesi.
*
Saat gece yarısını iki geçmiş. Tatlı bir uyku, güneşli bir sabah. Beklediğim yalnızca böyle şeyler artık. Uyuyor, uyanıyorum. Ne o? Bir rüya!
Uyandığımızda rüyalarımızı hiçbir zaman gördüğümüz gibi anlatmayız. Kimi zaman orada gördüğümüz şeylerin bilinçaltımızdaki bu gizli yansımasından utanır, kimi zaman ise onların tam da gördüğümüz gibi olmasından korkarız. Bazen de abartırız rüyalarımızı. Yaşarken her şeyin en iyisini hak ettiğimize dair duyduğumuz saplantılı inanç rüyalarımız için de geçerlidir çünkü.
*
Pencereleri daracık, iki katlı, ahşap bir ev. Ovanın ortasında yapayalnız. Ufukta güneş doğuyor. Bir şarkı (Yine o şarkı! Başka bir anlamda söylediğim). Ufacık pencerelerden bakıyorum. Ufacık pencerelerden solgun yansımamı görüyorum. Sakallarım, saçlarım, akne izlerim, parmaklarım. Gövdem ne ince böyle? Ufuktaki güneş yükseliyor. Öğle telaşı başlayacak. Sıcak ve buğulu ara sokaklar. Çocukluğumu yanıma alıp bir saatçik koşturabilsem yine o sokaklarda!
Herkes beni farklı görüyor, herkes. Ben de kendimi şimdi ufacık pencerelerden bakınca bilseniz nasıl farklı görüyorum. Kavuşamamış, yarım kalmış, acıtmış, acımış, bir dolu dizgin, talihsiz serseri! Yapraklarda ve yarım kalmış şarap kadehlerindeki buğu uçuşuyor, havaya karışıyor. Sesim rüzgarın fısıltısına katılıyor. Sana felsefî bir şeyler söylüyorum. Ne diyorum? Hiç. Kocaman bir hiçliği tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyorum. Samimi olalım! Aklımı yeni ve ilginç bilgilerle ya da teorilerle tıka basa doldurmaktan vazgeçtim bu kış! Yeni bir yaza hazırlanıyorum. Geniş ovalardan, dağlardaki gölgelerden, ağaç kovuklarından, akan suyun şırıltısından, martı çığlıklarından, karınca yuvalarından kopup gelecek bir yaza hem de! Yollar uzadıkça uzayacak. Düğümlenmeyecek, kesilmeyecek. Vardıkça varılacak. Doyamayacağız yollara. Ufukta yükselen güneş batana dek önümüze çıkan her yolu kat etmek için çırpınacağız.
Neşeli miyim? Hayır! Bilâkis melûl ve isyankarım. Şarap ve tütün kokuyorum. Geçmiş zamanların tiranları gibiyim. Kudret istiyor, korkulan bir put buluyorum kendimde. Kendisini yitirmeye mecbur bir devinimden ibaretim.
Ufukta güneş bana riyakâr şeyler söylüyor. Aldatıyor. Tabiatın ortasında yapayalnızız. O kadar yalnızız ki, hani o tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz, aynaların karşısında bakmalara doyamadığımız kendimiz bile yokuz. Aynalar da yok. Bu ufacık pencerelerden başka yansıtacak yok bize bizi. Ellerimi boşluğa uzatıyorum.
*
Neydi o beyaz bir ışık yalazından yansıyarak içime işleyen ateş? Beni kaç çölde susuz bırakacak, kim bilir? Uçuşarak yokluğuna ilerleyen birkaç toz zerresi misali kendi iklimimin içindeyim. Başka da beklentim yok. Yok…
Bir demiri avucumda sıkarak parçalamanın ya da ölesiye bir kavgaya tutuşmanın ayartısı. Böyle olmamalıydı. Bir ışık yalazı, bir çocuksu tebessüm tutmamalıydı beni. İçimde sönen şu varlık çoğalmalı, çoğalmalı, sonra birden içine kapanmalı, kabuğunu giyinmeli, tek olmalı ve muzaffer ölümler gibi yazılmalıydı tarihe. Neden yok olacağım? Neden böyle, eski masallar gibi anlatılıp unutulacağım.
Dehşetli bir şeydir yok olup gitmek. Ya sonsuzluk için var olup da yine de gitmek?
Beyaz bir ışık yalazı, çölüm, parçalanan uzuvlarım. Samanyolu’nun yankısıdır, şu içimdeki yıldız curcunasında büyüyen sessizlik. Gözlerin gözlerin diyor şarkı. Elini avcumda bulup yitirmek, yitirmek. Yitirmek! Burada kalakalıyorum.
İşte yokum. Farzet ki, bir ağacın koca bir dalının en ucundaki bir yaprakta, farzet ki bir denizin en uzak martısında. Öyle bir şeyim. Bilinen ama ulaşılmadıkça yok olan.
*
Eşitsizlik duygusu, mevcut yaşam biçimiyle, ekonomik çıkmazlar arasındaki müzmin çelişkide keskinleşir. Tarihteki tüm sınıf savaşlarının sebebini entelijansiyanın yaşam biçimi ile bir türlü uyuşmayan ve o yaşam biçimine el vermeyen ekonomik çıkmazlarda aramak gerek. İşçi sınıfına inanılması, hatta koşulsuz şartsız herkesin işçi sınıfına dahil edilmeye çalışılması -hiç değilse öyle anılması- eşitlik abası giydirilmiş gizli bir kıskançlık gibi gelir bana. Ekonomiden bağımsız, yaşam biçimleri de kendi aralarında sınıfsal olabilir mi üstelik? Özgürlük gibi.
Özgürlüğü bile tek bir tanıma sığdırmanın yanılgısına yalnızca insan düşebilir.
Erich Fromm Özgürlükten Kaçış derken haklıydı.
*
Hiç bilmediğim bir coğrafyada, hiç bilmediğim eski bir çay bahçesini anlatsa bile gözümde canlanır. İkimiz de bahar mevsiminde aynı ikindi güneşinin altında ısınmışızdır çünkü.
*
Reklamlara aşina kılınan algımız ve bizim içimizde ancak uzaydaki o uzak sinyallere benzeyen, ışınlarla ölçülebilen, eksilen, yansıya yansıya uzaklaşan gelecek.
*
Eski akşamüstleri. Gölgelenen duvarlarda belki asırlık çağrılar. Her eve dönüşümde ümitli ve mütebessim aştığım şu mermer eşik. Neredeler?
Çağrılar susmuş çoktan, duvarlar ise yıkıldı yıkılacak! Bir zamanlar, içimde bir kaybolup bir görünen o eski hüznü şimdi yeniden yakalasam ne yaparım?
Mühim bir sual benim için: “Eski beni bulsam ne yaparım?”
Sıcak nefeslerin buğulu denizinde, akrep ve yelkovandan kopup da üstüme yapışan saatlerden kurtulmaya mı çalışırım? Yoksa sayısı yalnızca her doğan yeni gün için belli, duracağı yer ise daima belirsiz şu döngünün ortasında hiç bir şey yapmadan ölümü mü beklerim yine? Ne yaparım?