Sevgi’nin Gözünden Yenişehir’de Bir Öğle Vakti

Türk edebiyatının belki de en nadide örneklerinden birisi Sevgi Soysal. Hangi kitabına bakarsanız bakın onda kendinizin, yaşadığınız coğrafyanın, içinde bulunduğunuz toplumun sindirilmiş sesini duyarsınız. İşte öyle bir kalemi var bu eşsiz kadının…

Sevgi’yi okumanın her zaman protest bir yanı oldu benim için. Kendisi 70’li yılların en büyük tanıklarından birisi. 12 Mart edebiyatı denildiğinde akla ilk gelen isimlerden olan Sevgi; o dönemin baskıları, sorguları ve işkenceleriyle mücadele etmiş ve yine o dönemin acılarından nasibini almış bir şahsiyet olarak kenara çekilip pusmayı değil, çarpışmayı seçmiş… Üstelik bunun en etkili ve silinmez yoluyla, kalemiyle karşı koymuş bu amansız mücadeleye… 40 yıllık kısacık yaşamına bir dolu eser sığdırmış, yaşamından daha uzun sürecek bir edebiyat ömrü biçmiştir kendisine.

Sevgi’yi anlamak ve sevmek hiç zor değil. İsmiyle öylesine müsemma biridir ki, A. Ömer Türkeş “Yürümek Üzerine” isimli yazısını “Ben Sevgi’li yılları çok özledim.” diyerek bitirir. Hakikaten Sevgi’nin birkaç kelamını duyduktan sonra bunu düşünmemek elde değil. Örneğin, BBC Türkçe radyosu için yazdığı radyo konuşmalarından birisinde şu ifadeleri kullanır:

“Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya da Zap Suyu’nun yanı başında, nerede olursa olsun, kadınları birbirine ortak eden tek bir şey vardır: Hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tartışılmaz emekçisi olmak. Evet, kadın hayat denilen güzelim oluşumun yılmaz, vazgeçilmez savaşçısıdır.”

Aslında Sevgi için detaylı bir incelemem daha sonrasında olacak, bu yazımda bahsetmek istediğim “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” adlı romanı. Romanın başlangıcından itibaren pek çok karakterin yaşamlarına açılan pencerelerden içerisine dalıyoruz. Ben, benim en çok ilgimi çekenler üzerinden yürüteceğim yazımı. Bu Olcay, Ali ve Doğan isimli karakterler üzerinden ilerleyecek.

Kaf Dağı’nın ardından tepelere eğilen, Olcay

Olcay, Doğu’nun, Batı’nın ve hatta Güney’in bereketlerinden nasiplenmek isteyenlerin aksine gözlerini Kuzey’in sarp doruklarına dikmiş bir karakter kanımca… Onun bu asiliğini yalnızca sert bir otorite ile büyüyen Ankaralı bir burjuva çocuğu olmasına mı vermeli yoksa içerisinde başka derinlikler de aranmalı mı aslında ben de yazımı ilerlettikçe anlayacağım. Olcay’ı anlamada en mühim metafor “renkli balonlar.” Belirli öğretilere tabi ve anlaşmalı bir sözleşme gibi evliliğini yürüten sevgisiz bir aile içerisinde Olcay’ın çocukluğundan kalma en büyük irini “renkli balonlar.” Gördüğü ve tanık olduğu gri dünya içerisinde kendini “renkli balonlara” sahip hissetmek istiyor Olcay. Sevgisizlik duvarını aşmak için hep uzlaşmacı bir tavır takınıyor çocukluğunda. Bu yüzden de mahalleli çocuklar tarafından asla kabul görmüyor. Olcay istediği zaman pahalı toplara sahip olabilecek, onlardan farklı bir aileye sahip biri mahalleli çocuklar için, sevgilerini kazanmak amacıyla elindekileri de paylaşmaya gönülden razı. Durum böyleyken de suistimale açık olduğu hemencecik fark ediliyor. Bu arzuyla gençliğinde de bu uğurda kararlar aldığına tanıklık ediyoruz. Olcay’ın asıl mücadelesinin, bu pasif haline rağmen aslında bu düzenin bir parçası olmak değil bu düzen içerisinde eyleyen olmak istediğini de fark etmek zor değil.

İşte kimi insanlar da böyledir. Düzen içerisinde edilgen bir rolde olmaktansa bizzat etkileyen, karar alan ve taraf tutan bir duruş sergilemek isterler. Tarihe yön veren zihinler de bu bakış açısından peyda olmaz mı? Fakat bu şiar ile yürünen yolda bunu kişisel arzular, heyecanlardan bağımsız olarak bir ilke haline getirmek ve benimsemek de bir hayli önemli… Aksi durumda yolun çok uzun olduğunu, geri dönülemeyeceğini ama ilerlemek içinde gerekli olan teçhizata sahip olmadığımızı fark ederiz. Yabancılaşma da böyle başlamıyor mu?

Olcay işte böyle bir yalnızlık ağrısında yoğrulmaya ve yontulmaya başlar. Abisi Doğan’la ilişkisi tam da bu öfkeden doğan bir mesafe ile perdelenmektedir. Türk aile yapısında erkek çocuğa olan özel ilgi ve alakanın her kız çocuğu bilincindedir. Bunu bir yasa olarak söylemiyorum elbette fakat örnekleri inanamayacağınız kadar fazla -eğer inanmıyor iseniz. İşte Olcay’ın gözünde böyle ilgi ile büyüyen abisi onu anlayamayacak uçtadır. Karşıdan varlığını görür, ortak acılarını ve sıkıntılarını duyar fakat duygudaş olamaz. Ayrıdırlar her ne kadar hemhal olsalar da… İşte böyle hislerden tebelleş olan bir başınalık Olcay’ ı bir başka uca, Ali’ye çeker. Fakat bundan doğan bir duygu ile çekildiği su Olcay’ı nereye götürür? Bilmediği suları hevesle kulaçlayan bir macerapereste mi dönüşür yoksa o sulardan korkup geriye doğru yüzmeye başlayan bir çaylağa mı? Buna cevap vermeden önce burada bir virgül ekleyip hikayenin gidişatı için size öncesinde Doğan’dan bahsedeyim.

Bir İç Sıkıntısının Orta Yerinde İştirak Edecek Olanı Aramak, Doğan

Doğan’ın yolcuğu Olcay’dan farklı olarak aslında entelektüel bir kimlik arayışında geçiyor. Tam anlamıyla burjuva kişiliğini reddetmeden ama üstüne bir numara büyük gelen bu kişilik içerisinde bir anlam, hatta belki daha çok bir yorum arayışı içerisinde. Türkiye’de aldığı eğitim ile bulunduğu sistem içerisinde epey kıymetli bir figür olarak lanse edilirken, yurt dışına eğitim almak için gittiğinde aslında birikiminin oradaki standartlar içerisinde yeterli olmadığını ve sıradan göründüğü fark ettiği an daha çok sanat camiası ile haşır neşir olmaya başlıyor. Bu sıralarda da ilgisini sinema camiası cezbediyor ve Paris kahvelerinde edindiği birikimle ailesinden destek alamayacağını anlayarak elinde sinema makinesiyle Ankara’ya geri dönüyor. Burada makinesiyle birlikte Ankara sokaklarının gecekondu mahallelerini arşınlamaya başladığında işler pek de umduğu gibi gitmiyor. Öyle ki Doğan’ın bildiği ve tecrübe ettiği iletişim diliyle bu mahallelilerin iletişim dili pek bağdaşmıyor. Toplum içerisinde öteki olarak kategorize edilen bu insanların arasında asıl öteki Doğan oluyor ve burada tamamen savunmasız. Burjuva bir ailede büyüyüp köy romanı yazmaya çalışan bir romancı gibi, Doğan da yeterince aşina olmadığı bu işte ve tabi olarak bu mahallede işlerin nasıl yürüdüğünden bir haber üstünkörü bir belgesel çekiyor.

Ali’yle rastlaşması aslında tam da bu belgeselin gösterimi vasıtasıyla vuku buluyor. Gösterimin sonunda bu belgeseli ciddiye alarak hakiki bir yorum getiren yalnızca o, Ali oluyor. Doğan’ın da içten içe bildiği tüm gerçekleri sırasıyla ifade ediyor Ali. Yaptığı şeyin ne kadar yabancısı olduğunu ve tam da bu içgüdüden hareketle onu bir nazariye ile süsleyerek sunmasını fakat bu sunuşun esasında hiçbir şey ifade etmediğini çünkü manadan uzak olduğunu tane tane açıklıyor. İşte bu samimi karşı çıkış bir dostluğun tohumlarını ekiyor. Zira Ali gerçek bir izleyici… Kimsenin sizi görmediğini sandığınız bir anda üzerinize dikilen bir çift göz ne kadar ürpertici ise işte bu an da o denli çarpıcı ve gerçek. Gören bir çift göz dünyadaki bütün o yalnızlığı alaşağı ederek, size iştirak eden bir varlığın ete kemiğe büründüğü andır. Adem’de Havva’yı gördüğünde tıpkı böyle hissetmiş olsa gerek.

A‘mâlar Ülkesinde Gören, Ali

“Mum olmak kolay değildir. Işık saçmak için önce yanmak gerek.”
Mevlana

Ali’nin roman içerisinde varoluşunu aydınlatan o büyülü an Doğan’ın bu belgesel gösteriminde vuku buluyor. Gösterimde Doğan’ın kendi sınıfından olan bir grup insan içerisinde gören bir çift gözün sahibinin yalnızca Ali olduğunu anlıyoruz. Öyle ki, “Ciddi sözlerin ciddi seyircileri olmalı. Burada gösterilen umursamazlık ciddi bir şey” diyerek aslında Doğan’ın çektiği belgeselin yegane izleyicisinin kendisi olduğunu kanıtlıyor. Bu noktada ele aldığım en mühim mesele de buydu aslında. Görmek, tanıklık etmek ve beraberinde gelen iştirakla karanlıklar aydınlığa kavuşmaz mı? En büyük aşkların ve en büyük dostlukların da başlangıcı da bizatihi böyle can bulur.

Ali bu yüzden romanda en çok derinleştirilmesi gereken karakter belki de. Karakterler arasında içerisinde bulunduğu koşullar içinde, yalnız çıplak gerçeklerle alakadar olmayı seçen birisi. Bu şartlar içerisinde kendisine bir yer bulmaya çalışırken içinde bulunduğu gerçekliği reddetmiyor, bilakis onu anlamaya ve açıklamaya gayret ediyor. Belki imkanları da yalnızca buna el veriyor. Doğan’ın ve Olcay’ın sahip olduğu şartlar ve fırsatlardan ziyade kendisi bir işçi çocuğu. Doğal olarak kapitalizmin dişli çarklarında eriyip, ufalanmadan aklın sınırlarını ve entelektüel birikimin olanaklarını kullanarak kendisini geliştirmeye çalışan bir genç. Böyle bir dünya içerisinde ele alacak ve geliştirmeye muktedir olacak tek şeyi şimdilik kendi zihni. Hayallere ve ideallere kapılmak burjuva işi olduğundan kendisinin böyle bir ayrıcalığa sahip olması da pek olası değil. Buna da Olcay’la arasında geçen şu konuşma ışık tutuyor:

“Sen sırf çevrende sana sıkıntı veren ve bu yüzden karşı çıktığın şeylere, daha da karşı çıkmış olmak için dostluk ediyorsun benimle. Benim gibileri beğenmekle kendi içinde bir değişim yaptığını sanıyorsun. Benim başka türlüsü mümkün olmayan nice ufak davranışım, sende hayranlık uyandırıyor. Doğal davranışlarımın önemsenmesi rahatsız ediyor beni, çünkü bunlar benim marifetim değil, içinde bulunduğum koşulların sonucu. Bir işçi çocuğu olmamı da önemsiyorsun, oysa bu da benim marifetim değil. Dostluğumuzun sağlıklı olabilmesi için, yanlış yere edindiğin komplekslerin ışığında görmemelisin beni. Bunların dışında, yalın ve çıplak, beni, benim sorumlu olduğum yönlerimle değerlendirmelisin.”

Devrilen Kavağın Altında Olcay, Doğan ve Ali

Olcay bir meydan okumadan yaşam bulan bir duygu ile yola çıkarken, Doğan görülmenin baş döndürücü etkisi ile Ali’ye çekilir. Oysa Ali her iki kıyıya da dostça yaklaşmış ve karşılığında da dostluk beklemiştir. Olcay’da bilmediği suların etkisi korku uyandırırken, Doğan bir burjuva çocuğu gibi sahip olduğu oyuncağın mülkiyetini yalnızca kendisine istiyor. Bu üç kişinin arasındaki ilişkilere baktığımda aslında devrilenin yalnızca kavak ağacı olmadığını anlıyorum.

Roman içinde Ali’yi tanımaya başladığımızda, Ali bizi bir metaforla karşılıyor. Kapı ve anahtar. Burada mühim olanın aslında ne kapı ne de anahtar olduğundan çünkü bu paradigma içerisinde mühim olanın “hangi kapı?” ve “hangi anahtar?” olduğundan söz ediyor. Bu açılardan aslında Sevgi’nin yarattığı bu atmosferde başat olanın da bu olduğu anlamını çıkarıyorum. Bu örtülü anlam içerisinde varlık bulacak birçok çıkarım, bir çok açıklama vardır muhakkak. Fakat kanımca esas olan zorladığımız kapının nereye açıldığı değil, o kapıyı zorlama sebeplerimizdir. Olcay’ın, Doğan’ın ve hatta Ali’nin hayattan beklentileri ve ilişkiden umdukları birçok ruh haline, içerisinde taşıdığı mahiyete ve sebebe dayanırken aslında bu durum onların hayata açılan pencerelerden ne gördüklerine ve bunu neye yorduklarına da ışık tutuyor. Belki de bundan hallice devrilen kavağın altında kimlerin ezileceği, kimin nerede durduğu ve rüzgarın hangi yönden eseceği meselesidir.

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak