Ufka Ufak Bakışlar

Çok fazla insanın haberdar olmadığı bir sahilin kenarında ufku karşıma almış düşünüyordum. Arkamda sonradan sessizleşmiş bir orman, önümde bir derya, bir yandan da gözlerimi ufka dikmiş bir halde kendim, kendimle beraber oturmuş, düşünüyordum…

Çakıllı yollardan, sarp kayalıklardan dolayı aşınmaya yüz tutmuş sandaletlerim, yola çıktığım günden beri gerçek rengini unuttuğum kargo cep pantolonum, fabrikasından siyah renkte çıkıp ancak zamanla griye çalan ‘v’ yakam ile görenleri korkutacak cinsten bir halim vardı. Kumlardan dolayı vücudum tahriş olmuştu. Bu yüzden de yanma ile kaşınmayı aynı anda hissediyordum. Saçlarım uzun zamandan beri deniz suyu haricinde başka su göremedikleri için hem yağlanmış hem de halat kadar kalınlaşmıştı. Siyam ikizleri gibi kafa derime yapışık bir halde duruyorlardı. Konserve yiyeceklerden başka uzun zamandır bir şey tadamadığım için de midemle aramız çok gergindi. Ton balığının ilk açıldığı anda etrafa yaydığı koku artık dayanılamaz hale gelmişti. Hele de o konserveyi bir anlık gaflet ile çadırın içinde açtıysanız; O gece kumların üzerinde ya da arkanızda duran ve pek güvenemediğiniz ormanın içinde durmak zorunda kalabilirdiniz.

AMA DEĞERDİ!

Değerdi çünkü araba sesi yerine cırcır böceğinin sesini duyuyordum. Değerdi çünkü tanesine binlerce lira harcanan koltukta oturmak yerine kum ve toprakta oturuyordum. Değerdi! Çünkü başımı soktuğum iki kişilik çadırım haricinde o an başka bir şeyi olmayan ve maddiyattan zerre kadar hoşlanmayan ancak maddiyatla yaşamak zorunda olan ben; Kendimi özgür hissediyordum.

Kendi etrafımda daire çizerek dört bir yana çığlıklar atıyor, ses tellerim yanana kadar bağırıyordum. Yüksek sesle müzikler dinliyor, yüksek sesle şarkılar söylüyordum. Küfrediyordum. Aşk dolu dizeler mırıldanıyordum. İltifatlar ediyor, itirafalar da bulunuyordum. Bunları yaparken de kimseden izin istemiyor, “Ne der acaba?” gibi safsata cümleler kurmuyordum. Yani lafta değildi. Gerçekten özgür hissediyordum. Bunu yaşarken de “Aman canım ne olmuş yani saçımı yıkamadıysam” diye söylenip, ardından böyle bir açıklamayı kendime neden gerekli gördüm diye düşünüyordum. E tabi biraz da deliriyordum.

Ufak tefek sıkıntılarla boğuştuğum zamanlarımda oluyordu. Örneğin; Mevsim her ne kadar yaz olsa da denize sıfır noktasında akşamları bir hayli serin olabiliyordu. Öyle bir durumda da içi ton balığı kokan çadırın içine girmekten başka bir çare kalmıyordu. Uyku tulumunuz sizi gereğinden fazla sıkıyorsa (benim tabirimle sarılıyorsa) bu da uyku düzeninizde önemli değişikliklere yol açabiliyordu. Ancak en beteri o an yanınızda olmasını istediğiniz kişi veya kişileri bilinçli bir halüsinasyonla karşınıza oturtup konuşmanızdı. Bunu gerçekten inanarak yaptığınızda o kişi karşınızda oturuyor ve hayali bile olsa onunla yüzleşmek zorunda kalabiliyordunuz. Bana inanın. Hayaliler, gerçeklerine oranla çok daha acımasız sözlerle keskin bir dil kullanabilir. Sözlerinden en çok korktuğunuz kişiler ile yanınızda bulunmasını en çok istediğiniz kişiler aynıdır.

Bazen günlerce insan görmediğiniz oluyordu. Sanki kıyamet sonrası dönemde hayatta kalmayı başarmış son insan gibi hissederdiniz. Öylesine bakir bir alanda tek başımaydım ki asfalt yollar bile çok gerimde kalmıştı. Çakıllı yollardan ya da patikalardan ulaşım sağlamak gerekliydi. Bunu da günümüzde çoğu insanın yapmayacağını biliyordum. Hatta yetişen yeni nesle “Patika tam olarak nedir?” diye sorduğumda cevap alamamak korkutucu bir düş gibi geldiğinden, bu soruyu sormamaya özen gösterirdim. Doğru cevapları alsam bile o gençlerin, ben ve benden öncekiler gibi bu deneyimi yaşayamamasından oldukça korkuyorum. Çünkü çıplak ayakla toprağa basmayan bir insanın içinde biriken tüm elektriksel akımla sıkıntılı bir hayat yaşayacağını ve hatta mutsuz dönemlerinin sık olacağını düşünürüm.

***

“Galiba kayboldum.” diye düşünmekten kendimi bir an alamadım. Milenyum insanlarının yaptığı yollardan çıkalı yaklaşık yarım saat olmuştu ancak şimdi, hangi yönden geldiğimi bile hatırlamıyordum. Boylarından ve kök tarafının genişliğinden oldukça uzun zamandır orada olduklarını anladığım ağaçlardan başka gözle görülür hiçbir şey yoktu. Arada bir börtü böcekler uçuşuyor, çeşitli hayvanların seslerini duyuyordum. Sesleri çıkan hayvanlar, insanlara saldırabilecek, onları yaralayabilecek veya öldürebilecek cinsten değillerdi. Bu yüzden içim biraz olsun rahattı. Ancak bulunduğum bölgede engerek cinsi yılanların ve birkaç tane daha yabani hayvanın olduğunu biliyordum. Bu da içimin rahat olmayan kısmını oluşturuyordu.

Marmara bölgesindeydim. Amacım ise Karadeniz’in herhangi bir sahiline erişim sağlayabilmekti. Bu yüzden de olabildiğince Kuzey ve Kuzeydoğu aralığında gitmem gerekiyordu. Şehirlerden geçtiğim vakitlerde de en son Tekirdağ/Saray bölgesinde olduğumu varsayarsak doğru bir hat çiziyordum. Pusulayı açıp bir süre daha yürümeye devam ettim. Eğer Kuzey ve Kuzeydoğu konusunda yanılıyorsam da başka bir yöntemim vardı. Amacım sahile ulaşmak olduğu için ağaçlıkların seyrekleştiği bölgeleri bulmam gerekiyordu. Ancak bunların hiçbirine gerek olmadığını çok geç olmadan anlamıştım. Rakım olarak yüksekteydim ve önümdeki bölgeler düz değildi. Peki denize gitmek için ne yapmam gerekirdi o zaman? Evet, doğru yönde bayır inmek yeterli olacaktı.

Birkaç defa diken batması, birkaç defa da ufak ayak takılmaları ile sonunda bulduğum her bayırdan aşağıya inmeyi başarmış ve sonsuza giden ufku ilk defa o an çıplak gözle görmüştüm. Kumlara ayak bastığım an bir süre öylece kalakaldığımı hatırlıyorum. Gereksiz bir duygusallık kaplamıştı sanki içimi. Elimde, sırtımda, kemerimde ne varsa yere attım. Bir süre daha ayakta dikildikten sonra olduğum bölgeye oturdum, ayaklarımı bağdaş yaptım ve biraz su içtim. Sessizdi. Kıyıyı döven dalgaların haşin sesinden başka hiçbir şey duymuyordum. Birkaç saat önce ormandan duyduğum sesler de yok olup gitmişti. Sanki başka bir boyuta geçmiş gibi hissettim bir an kendimi.

Belli bir süre olduğum bölgede oturup, yitip giden enerjimi yeniledikten sonra kalkıp kamp bölgesini belirlemeye koyuldum. Ancak kum çok yakıcıydı ve açık konuşmak gerekirse bölgenin bakirliğinden biraz ürkmüştüm. Çantamı ve henüz kurulmamış çadırımı orada bırakıp biraz keşfe çıktım. Doğu yönünde ve deniz şeridi boyunca ufak sahili yürüdüm. Sahil şeridinin bittiği nokta aslında büyük bir kayalıktı. Onun dibine kadar gittikten sonra, tırmanılabilecek cinsten olduğuna kanaat getirdim ve bunu yaptım. Kayanın tepesine çıkıp baktığımda diğer tarafta da aynı şeylerle karşılaştım ama ormanın biraz daha tepelerine doğru kıvranıp giden bir de çakıllı yol gördüm. Köy yolunu andırıyordu. Muhtemelen civardaki köylerin Karadeniz’e inmek için kullandığı eski bir yoldu. Gerekli gördüğüm zaman kullanabilirim diye bende her şeyimi buraya taşımaya karar verdim. Çadırımı ve çantamı almak için geri dönerken de aklımdan iki şey geçiyordu. “Eşyalar varken kayalıktan çıkmam zorlaşır. Ormanın içine dalıp gitmem gerekebilir.” düşüncesi ve “Aptal! Azıcık daha doğudan gelseydin o macera dolu dakikalara gerek kalmayacaktı” düşüncesi birbiri ardına geliyordu.

Eşyalarımın yanına döndüğümde hiç zaman kaybetmeden onları yerden aldım ve ormanın içine tekrardan daldım. Ufak bir yürüyüşten sonra kayalığın diğer ucuna hiç zorlanmadan geçmeyi başardım. Daha buraya gelmeden önce, kayalığın üstündeyken belirlediğim bölgeye doğru koşar adım gittim ve tüm eşyalarımı bulunduğum bölgele yığdım. Aslında çok yorgundum ama işi bitsin diye yine zaman kaybetmeden çadırı kurdum ve ondan biraz uzaklaşarak kumların üzerine oturdum. Ormanı arkama aldım. Ufku ise büyük bir cesaret ile karşıma…

Oturdum.

Sakince, hiçbir şey yapmadan; ayaklarım bağdaş, ellerim iki yandan avuç içleriyle kuma basık, belden yukarım geriye doğru eğri, başım dik! Günlerce oturdum…

The following two tabs change content below.

Berkay Kırmızıkan

Nigrum l #NeoBeat l Once in a blue moon l http://beatkusagi.com l https://www.adastraa.net/

Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)

Email adresiniz paylaşılmayacak