Agoniya
Bir tabloyu karşısına geçmiş inceliyordum. Sergi salonundaki gereksiz konuşmalara kulağımı tıkamak için kulaklığımı takmış, bir Bach ezgisinde kaybolmuştum. Kaybetmiştim, yine o vakitlerden biriydi. Dışarının keskin soğuğu sergi salonunun sıcaklığına kinlenircesine şiddetliydi. Birkaç şişe bira içmiştim gelmeden önce, puslu bir sokakta bulunan alelade bir bardan çıkmıştım, pejmürde bir şeyler vardı üzerimde ve soğuğu hissetmiştim. Tabloyu incelemeye devam ettim. Bir dağın üzerinde kanatlarını açmış bir melek çizmişti ressam. Bembeyaz bedeni, büyük kanatlari vardı. Koyu kahverengi dağ üzerinde kanatlarını açmıştı. Bakışları hüzünlüydü, nereye gitsem takip ediyordu beni. Dikkatimi çeken ilk eser o olmuştu ama bilerek onu sona bırakmıştım doya doya onu izlemek için. İç cebimde bulunan mataramdan birkaç yudum vodka içtim, bu eser karşısında büyülenmiş gibi kalmıştım o ana kadar. Meleğin yüzünü aklıma hatasız kazımak istiyordum, zira bunu unutmamam gerekiyordu.
Yüzünde sergiye gelen birçok insanın kaçırdığı bir sürü şey vardı. Onu gören ve inceleyen her ziyaretçi farklı anlamlar yükleyebilirdi bu ifadeye. Düşen bir melekti aslında, sonsuz gökyüzünden insanların dünyasına bir sürgündü bu tabloda anlatılan. Hayran hayran onu izlerken yanıma biri geldi. Mağrur bir duruşu vardı, sert bakışları ve keskin yüz hatları karakteristikti. Kahverengi gözleriyle tabloyu izlemeye başladı. “Biri daha” diye geçirdim içimden. Biri daha gelip bu muazzam eserde kaybolmuş yahut bir şeyler bulmuştu. Koca salonda herkes şöyle bir göz atıp geçerken biz dakikalarca, hatta saatlerce, o tabloyu izledik. Hafif kabarmış olan boyasını bile zihnime öylesine kazımak istiyordum ki bir daha aklımdan çıkmasın, zira gözlerimin gördüğü en güzel şeyin bu tablo olarak kalması yegane dilegimdi o an.
Yanımda tabloyu izleyen kadın arkasını dönüp salondan çıktı, o an için çok önem vermemiştim bu duruma, salon kapanana kadar orada kalacağıma hiçbir şüphe yoktu. Meleğin ışığının dağı ve geceyi bir nebze aydınlattığı resmedilmişti. Sonsuz gecede bir parça ışık yayılmaya çalışıyor, karanlık onu sınırlarına hapsediyordu sanki. Benim için o ışık tabloyu aşmış, zihnime çoktan yayılmıştı. İlk defa böyle bir şey görüyordum hayatımda. Gittiğim onlarca sergiden, gördüğüm yüzlerce eserden beni en çok etkileyen şüphesiz bu sergi ve bu eser olmuştu.
Salondan çıktım. Akşam olmus, esen rüzgar şiddetini artırmıştı. Sokakta yalnızca birkaç kişi günlük telaşları için hızlı hızlı yürüyordu. Ben bir sigara yaktım, sağa döndüm, ara sokakların birine daldım. Zihnimde çalan bir şarkı, gözlerimin önünde o tablo, yağmur ve hayallerle bilmediğim bir sokakta yürüyordum. Kaybetmişliğin kabullenilmiş bitmişliği beni yürümem için kamçılayan biri gibiydi, durursam bir şeyler olacaktı sanki.
Devam ettim.
Kaldırım taşlarının kenarından yağmur suları akıyordu, sırılsıklam olmuştum, üşümedim hiç; içimde yanan şeyler bana üşümeyi de unutturmuştu çünkü. Neydi o yanan şeyler, bilmiyorum, çoktan unuttum, belki de öyle sandım, peki neden hala içimde bir şeyler yanıyor, ne onlar? Bilmediğim bu sokağın engebeli yollarında zihnimi meşgul eden sorular bitmeden sorulmaya devam ediyordu bana. İç cebimdeki mataramdan birkaç yudum daha aldım, boğazımdan aşağı süzülen bir parça serinlik gibi geldi o an, sert esen rüzgarın içinde yürürken. Ara sokaklardan birinde bulduğum mekanlardan birine girdim. Anathema’nın Regret şarkısı çalıyordu girdiğimde. “Evet, tam burası” dedim, boş masalardan birine oturup bir şişe bira aldım. Damarlarımda hızlı içilen alkolün dolaşımını hissediyordum. Üzerimde tuhaf bir hal vardı, kaybetmişliğin haklı gururu!
Loş ışıklar altında zihnimden birkaç şiir yayılıyordu dudaklarıma ve sessizce birer hatıraya dönüşüyordu her biri. Hava iyice soğumuş olmalıydı, geç olmuştu. Kalkmayı düşünüyordum o an lakin son 5 seferde düşündüğüm gibi çalmaya başlayan şarkının bitmesini bekledim. Gözlerimi bir noktaya sabitlenmiş, yalnızca düşünüyordum. Ne düşündüğümü hiç bilmiyorum, yalnızca düşünüyordum. O an üzerime pişmanlığın koca ağırlığı çöktü. Hiç pişman olmayan ben o an bunu öylesine hissettim ki o ağırlık altında ezilmeye hazırdım; hemen, orada. Tadını uzun yıllardır merak ettiğim, ama çok yabancı gelmeyen, erişilmez sandığım bir noktaya gelmiştim. Oradaydı, neydi o? Nasıl erisirdim ona? Kafamda milyonlarca soru sorulmaya başlandı yine. Kalktım, dışarı çıktım. Gece yarısını geçmişti. Sokakta yürüyen insanlara artık çok nadiren rastlıyordum. Yürürken zihnimde salınan şiirlerden biri dilimdeydi bu kez, bir Esenin şiiri; “Unuturdum sonsuza dek meyhaneleri…”
Saat iyice ilerlemişti, yürümeye devam ediyordum. Kar yağışı durmuş, miras bıraktığı ayaz açıktaki her hayata işlemeye yemin etmiş gibi işledikçe işliyordu her yere. Bilmediğim sokaklarda dolaştım, birkaç tanıdık yüz gördüm, ya da öyle sandım. Üşümüyordum, hayır, buna vaktim yoktu, düşüncelerimin arasından bir tanesinin kısa bir süredir beni meşgul ettiğini fark ettim. Saatlerce izlediğim, önünde nice hayallere kapıldığım o tabloydu bu düşüncem. Gökyüzüne baktım. Her gece gördüğüm yıldızlar o gece görünmüyordu, onları görmeden eve gitmem mümkün değildi, yürümeye devam ediyordum. Tabloyu, yıldızları, pişmanlığımın ne olduğunu düşünüyordum. Sol tarafımda devasa bir heykel vardı, ne kadar da mağrur duruyordu karşımda. Onun yerinde olmak istedim, yalnızca orada durmak, bazen yanımdan geçenlerce fark edilmemek, bazen bir buluşmaya ev sahipliği yapmak, bir fotoğrafta yer almak bazen hiç olmamak. Hava aydınlanmaya başladı. Yürümeye devam ettim, mataramdan son yudumu alıp bitirdim. Gözümün önünde geceyi aydınlatan, büyük kanatlarıyla sürgün edilmiş o melek vardı. İçimden bir ses onu görmem gerektiğini söylüyordu. Yürümeye devam ediyordum. Neredeydi? Hangi yoldan gidilirdi ona? Nerede beklenirdi ya da? Gelir miydi, gelse nasıl karşılardı beni, ne düşünür, ne isterdi hatta?
Sergi salonu açılmıştı, içeri girdim. Sıcak hava yüzüme çarptı. İçimde bir şeyler kendini bıraktı sanki o an, kulağımda çalan şarkılar birbirlerini tekrarlıyordu, gülümsedim.
Henüz kimse yoktu içeride, bu fırsatı kullanıp tablonun tam karşısına geçip yaklaşık 2 adım gerisine çekildim. Her ayrıntıyı görmek istiyordum, onu kimseyle paylaşmak istemiyordum. Meleğin yüzündeki o hüzün beni de hüzne sürüklüyordu. Bekledim. Boğazımı ıslatacak bir yudum için nelerimi vermezdim… Hayatımı alacak anın gelmesini istemem gibi, neler neler vermezdim! Bir ana bakıyordu her şey, bunu çok iyi biliyordum. Bir meleğin kanatları altında can vermek belki… Onun olmasını öyle istedim ki orada.
İzlemeye devam ettim, kafamda milyonlarca düşünceyle. Yürüyordum sanki, bilmediğim sokaklara dalıyordum, her birinde farklı bir şeylere rastlıyor ve onları düşüncelerime ekliyordum, içiyordum, birileriyle tanışıp yok oluyordum hemen ardından. Yürümeye devam ediyordum, hatta yalnızca yürüyordum. Amacım bir yere ulaşmak mıydı? Bilemiyorum ama amaçsız olduğumu söylersem yanlış konuşmuş olmam. Devam ettim, devam ettim…
Bir nefes hissettim tüm uğraşlarımın içinde, yanımda. Önceki gün orada gördüğüm kadın yine gelmişti, şapkasını gözlerine kadar indirmisti yine, hüzün dolu gözlerle kederli kederli izliyordu tabloyu. Merak ettim, sormalı mıydım ona?
Tabloyu izlerken aklımdan geçenlerden biri de meleğin yüzünde gördüğüm bu hüznün, yanımdaki kadının yüzündekiyle aynı olduğuydu. Garip, içine alan bir duygu, bir his, ne desem, kaybetmişlik mi, her neyse. O hüzün onun yüzündekiyle aynıydı işte. Ben nasıldım peki? Uzun zamandır unuttuğum bir sesi duyuyordum dünden beri. Bu tablo bana neler anımsatmıştı böyle? Soruyorsanız neler diye, inanın bilmiyorum. Çok fazla, aslında oldukça az, kokusunu, tadını, hissini unuttuğum birkaç şey. Yaşamak ve ona eşdeğer olan şeyler gibi. Bir sancı bu, evet sancı. Tanrı’nın depresifliği dağın üzerine bir melek olarak inmiş ve bu sancıyı doğurmuştu. Bundan payımı aldım. Yalnız değildim bu payı alırken. Islak sokaklarda yürürken, bir şeyler içerken ve düşünürken zihnimde salınan tek şey o olmuştu. Son iki gündür yaptığım başka bir şey yoktu zaten. Sergi kapanıyordu artık. Son günüydü, başka bir yere, başka ruhlara sancı vermeye gidiyordu bu tablo. Şüphesiz değerdi o sancıyı sürekli yaşamaya, gidiyordu. Son ana kadar baktım, baktım ve her şeyini ezberleyip zihnime kazıdım. Işıklar söndü, ellerinde eldiven olan birkaç kişi tabloları toplamaya başladı. Dışarı çıktım. Yağmur yağıyordu, köşede sigaramı yaktım, derin bir nefes aldım, yıldızları görme umuduyla yürümeye devam ettim; yıldızları ve ötesindeki her şeyi.
09.10.20