Andrey Tarkovski

“Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.”

Andrey Tarkovski

Sinema sanatının yol haritasını çizmiş büyük isimlerin bazı özel filmlerinden bahsedilirken ‘sanatçının en kişisel filmi’ ifadesi sıkça dile getirilir. Sanatçının diğer filmlerine oranla daha içe dönük -bir anlamda da daha empresyonist- eserini sunduğunu belirten bu söylem, onu hayata getiren, hayalden gerçeğe geçiren özgün üslubun en rahat biçimde fark edilebileceği eserine işaret eder. Kişisel filmler, onları yaratan kalemlerin karakteristik etkileriyle yaşanmışlıklardan kuvvet alır, sanatçının hem gerçeklerle hem de düşlerle olan dertlerini en direkt biçimde yansıtırlar. Fakat bu ifade, Andrey Tarkovski gibi tüm sanatsal vizyonunu ‘kişisellik’ üzerine kuran yönetmenler için tamamen amaçsız ve bayağı hale gelmektedir. Zira bazı sanatçılar, büyüsüne hizmet etmek amacıyla kalbine doğru adım attıkları sinemayı yeniden yorumlamayı değil; yeniden tanımlamayı seçerler. Bazı sanatçılar, yalnızca bazı filmlerini değil, sinemayı içselleştirirler. ‘Geleneksel’ kavramının kabuğunu değiştiren bu ‘kişisel’, ‘yenilikçi’ ve elbette ‘cesur’ yönelimler, ‘yönetmen sineması’ olgusunun varoluş amacını coşkulandırır ve sinema sanatının sınır tanımazlığına işaret ederler.

Sinemayı dönüştüren yönetmenler arasında, akla ilk gelen isimlerden birisidir Andrey Tarkovski. Filmleri üzerine kendi ruhunun karbon kopyasını çizip, sinema perdesine sunduğu kurmaca hayatlar kadar, en fantastik eserinde bile bağını koparmadığı derin gerçeklik üzerinde de kalem oynatmayı tercih etmiştir. Hayal ile gerçek; beden ile ruh arasındaki silik çizginin belirsizliğini net bir şekilde algılamış ve tüm eserlerinde hüküm süren şiirsel anlatım diliyle yansıtmaya çabalamıştır. İnsanın varoluş amacını temellerine kadar kazacak şekilde sorgulamış, üstüne üstlük neredeyse tüm filmlerinde başrolü, bıkmadan ve bıktırmadan, tanrıya teslim etmiştir. Tam aksini hissettirse de, üzerinde yaşadığımız dünyayı belki de en arınmış biçimde gözlemlemiş ve izlenimlerini yine en sade şekilde eserlerine aktarmıştır Tarkovski.

tarkovski Andrey Tarkovski Dosyası

Aslında Andrey Tarkovski’yi bir modern zamanlar filozofu olarak nitelememizde hiçbir sakınca yok. Hele sinema olarak isimlendirdiğimiz bu sanat dalının, sanatçıya ne kadar geniş bir hareket alanı sağladığını, soru sormak ve cevap aramak için büyük fırsatlar tanıdığını bu denli iyi bilirken Tarkovski’nin meselesini felsefi boyutlara indirgememiz, bir arayış macerasına çevirmemiz pek abes görünmüyor. Hayat görüşünü, kişisel tecrübelerini, kabuslarını ve düşlerini çok geniş bir perspektiften her algıya farklı biçimlerde hitap eder şekilde filmle alan Tarkovski, kağıt üzerinde birbirlerinden büsbütün farklı; ancak sorgu yöntemleri ve sinematografik ilerleyişleri nedeniyle biçem olarak neredeyse aynı eserlerin ‘filozof’ yönetmeni. Zaten Tarkovski’nin sinema tarihinde yeni bir çağın başlangıç olarak nitelendirilmesinin başlıca sebebi de bu. Bu kadar kişisel filmler çekip, her bünyede farklı şekillerde ‘kişiselleştirilebilmesi’, sinema sanatının o ana kadar zannedildiğinden çok daha güçlü olduğunun mamur bir habercisi. İşte tam olarak bu da, Tarkovski’esk kavramının hiçbir vakit yeterli gelmeyecek olan kelimelere, basitçe indirgenmiş hali.

Tarkovski hakkında genel yargılara varmak nispeten kolay. Zira kendisinin sanatla, insanla ve tanrıyla olan derdi oldukça belirgin. Fakat Tarkovsk’yi layığıyla kavrayabilmek için asıl olarak satır aralarına bakmak ve onu saklı cennetlerde aramak gerekiyor. Zira Tarkovski’nin müthiş bir sadelikle ve eşi benzeri olmayan bir saflıkla görüntülerine, repliklerine, gölgelerine gizlediği imgeler, derinlemesine düşünceleri hakkında en değerli ipuçlarını veriyorlar. Arı sembolizmi kendi ismiyle gelen bir seyirci beklentisine çeviren Tarkovski’yi bütünlemek için, teker teker filmlerinin üstünden gitmekte fayda var.

Ivan’ın Çocukluğu – Ivanovo detstvo (1962)

ivans childhood Andrey Tarkovski Dosyası

Bunu yapmak çok zor ancak Tarkovski filmlerini yapısal olarak ayırt etmemiz gerekirse, kendisinin ayrı bir başlık altında incelenebilecek olan tek eseri ‘Ivanovo detsvo’ olacaktır. Fakat bu söylem, bu filmin genel Tarkovski üslubuna zıt bir eser olduğu anlamına gelmemeli. Zira rüya sahnelerinde çıktığımız Tarkovski’esk bilinçaltı yolculukları, yönetmenin ileriki 25 senesinin kısa bir özeti. Genel anlatı olarak ise, Tarkovski’nin diğer eserlerinin aksine hikaye odaklı ilerleyen ve nispeten daha virajsız addedilebilecek olan eser, savaş psikolojisinin bir çocukla bağıntılı portresini gerçekçi bir biçimde ele alıyor.

Tüm bu savaş acımasızlığının orta yerinde kalmış bir çocuğun hayalleriyle ve gerçekleriyle tanıştırılıyoruz Tarkovski tarafından. Bir yanda Ivan’ın, ‘bir yaşam güzellemesi’ olan hayalleri, doğanın her saniye aldığı taze nefes ve tertemiz, masum bir dünya, öteki tarafta ise doğanın kalbindeki acımasız savaş, ölümün kol gezdiği sokaklarda her saniye biraz daha yok olan masumiyet ve artan acı… Yalnızca şunların ışığında bile Ivanovo detstvo’nun modern bir başyapıt olan Malick eseri The Thin Red Line’ı tetiklediğini söyleyebiliriz.

Tarkovski’nin Ivanovo detstvo ile, karton kahramanlar yaratan ve ‘sözde’ savaşı kötüleyen Hollywood yapımlarına da bir balta indirdiğini söylemek mümkün. Filmin savaş konusundaki dürüstlüğü, Tarkovski’nin “savaşın kazananı olmaz” sözlerine son derece paralel bir şekilde yansıyor. Zira ideolojiler arasındaki bu mücadeleyi, ilelebet insanoğlu kaybediyor ve zaten savaş kavramının içerdiği en temel ve merhametsiz ironi de bu. Siyah-beyaz çekilen bu filmin Sovyet sinemasının en önemli işleri arasında anılmasının başlıca sebebi de, evrensel niteliklerinin günden güne daha büyük bir değer kazanması.

30’larında çektiği Ivanovo detsvo ile Venedik’te Altın Aslan’ı kucaklayan Tarkovski, kazandığı ünle yönetmen sinemasına daha net bir biçimde yönelebileceği bir ortam yarattı kendine. Savaşın zihinsel ve ruhsal boyutunu işleyen ve psikolojik buhranı en açık şekilde su yüzüne çıkaran film, Tarkovski’nin sonraki dönemde kotaracağı işlerinde insan derinliği üzerine kafa yoracağının da net bir göstergesi.

Andrei Rublev – Andrey Rublyov (1966)

andrei rub Andrey Tarkovski Dosyası

Tarkovski’nin derinlikli biyografik filmi Andrey Rublyov, aynı zamanda yönetmenin en çok tartışılan filmlerinden biri. Başı sansürden ve yasaklardan kurtulmayan bu film, aynı zamanda Tarkovski’nin tamamen içe dönük ve bütünüyle ruhtan güç alan filmler silsilesinin başlangıcıdır. Andrey Rublyov’dan beylik laflarla bahsetmek, film hakkında kesin yargılara varmak, filmi rahatça algılanır boyutlara indirgemek imkansız olduğu kadar, yersiz ve zamansız olacaktır.

Tarkovski bu film ile birkaç sene önce Ivanovo detsvo ile hissettirdiği görsel dehasını iyice su yüzüne çıkararak, her anı sinema tarihine kazınacak sekanslar ortaya çıkarıyor. Ancak bu ucu açık biyografik filmi özel yapan tabii ki de yalnızca bu görsel deha değil. Hakkında çok az şey bilinen bir tarihsel karakteri ele alıp bu denli derinlikli bir biyografik film çekmek, elbette ki gerçekliğin üzerine katılan saf bir kurmaca başarısının da sinyallerini veriyor. Zaten Tarkovski de, film üzerine verdiği röportajlarda birçok sahnenin uydurma olduğunu, kaynaklarda biyografisini çektikleri ressam hakkında net bir bilgi olmamasının onlara büyük bir yaratıcılık imkanı verdiğini açık açık dile getiriyor, bu ‘kişisel’ Rublyov yorumum diyor.

Filmin, sadece komünist yönetim tarafından sakıncalı bulunması ve başına büyük dertler açılmasından bile ne kadar gerçekçi bir ortaçağ portresi çizdiğini çıkarmak mümkün. Bir 15. yüzyıl keşişinin üzerinden ortaçağ Rusya’sını, Hıristiyanlık baskısını epizodik bir anlatımla derinlemesine anlatan film, Tarkovski’nin dahiyane imgelerini, kendine özgü hikaye anlatma biçemini ilk elden tanımak açısından büyük bir önem arz ediyor.

Tarkovski’nin herkese farklı bir tatmin duygusu sağlayan bu başyapıtı, yönetmenin sanat algısını anlamak için de çok önemli ipuçları ihtiva ediyor. Rublyov’un yaratıcılık problemleri yaşadığı tıkanık döneminin üzerinden sanatsal kaygılara ve sanat algısına doğru sabırlı bir yolculuğa çıkan film üzerinden günümüz Rusya’sı hakkında okumalar dahi yapılabiliyor. Zaten Tarkovski’yi yalnızca filmin hikayesi değil, filmin dünyası üzerinden keşfediyor olmanın güzelliği, filmin her saniyesine sinmiş adeta. Filmin ana çatısı, yalnızca yan hikayeleri bir arada tutan bir yardımcı unsur.

Cannes’dan önü kesilmeye çalışılmasına rağmen FIPRESCI ödülüyle dönen film, tüm zamanların ve tüm sanat dallarının en incelikli sanat eserlerinden biri. Tarkovski’nin dışavurumcu sinemasının da, tarihsel gerçeklerden güç bulan bir biyografi için bile vazgeçilemez olduğunun nitelikli bir kanıtı.

Solaris – Solyaris (1972)

solyaris Andrey Tarkovski Dosyası

Kubrick’in 68’deki büyük bilimkurgu zaferine Sovyetlerin verdiği cevap olarak nitelendirilen, fakat öyle olduğu bizzat birincil ağızdan reddedilen bir bilimkurgu klasiği olan Solaryis, Tarkovski’nin gerçeklik algısının ayarlarıyla oynadığı ilk filmi. Ağır bir tempo ile, her sahnesi üzerinde uzun uzadıya düşünülerek, ince ince dokunarak çekilen film, Andrei Rublyov’un çalkantılı döneminden sonra Tarkovski sineması için çok büyük bir önem teşkil ediyor.

Uyarladığı Stanislaw Lem romanını yine kendince kişiselleştiren ve metne bambaşka bir kıyafet giydiren Tarkovski, seyircisini hayal ile gerçeğin ayırt edilemeyeceği, tanımsız bir bölgeye taşıyor bu kez. Gerçek ile hayali, arzular çerçevesinde karıştıran, onları önemsiz ve değersiz hale getiren, insan algısının dünyeviliğini yerden yere vuran, her diyaloguyla seyircisini gündelik hayatını sorgulamaya iten bir sinema tecrübesi Solyaris. Zaten bu nedenle dünya dışındaki bir yerde, uzayın derinliklerinde kaybettikleri fakat hala arzuladıkları varlıklara ulaşmalarını sağlayan dünya-dışı bir zeka ile hesaplaşmaya giden insanların hikayesini anlatıyor.

Tarkovski, Solyaris ile beraber genelgeçer bilimkurgu kalıplarını adeta tersyüz etmiştir. Zira ortada ‘türün adına ters bir şekilde’ bilimden çok metafiziğe dayanan bir film vardır. Bütün bu gerçek sorgusunun içerisinde yine tanrısal ve kutsal bir düzlem oluşturmayı da ihmal etmeyen Tarkovski, derinlemesine tenakuzlar içerisindeki karakterlerine de son derece mesafeli bir şekilde yaklaşmaktadır. Birçok karakterin bilinçaltı yüzleşmelerine konuk olduğumuz film, Tarkovski’nin en yoğun eserlerinden biridir.

Solyaris’te Tarkovski’nin doğa ile barışık sabırlı kamerası, olan biteni yorumlamak için boşluk arayan seyirciye fazlaca fırsat tanımaktadır. Tıpkı Andrey Rublyov’da da olduğu gibi karakterleri tüm kişilik detaylarıyla sunmayı seçen Tarkovski, bunun ötesindeki yorumları ise ivedilikle seyirciye bırakmaktadır. Tarkovski sinemasının başlıca özelliklerinden biri olan şiirsel anlatım ise, filmin en sezilebilir özelliklerinden birisidir.

Sonuç olarak Solyaris, Andrey Rublyov ile detaycılığını, biçemini ve kendini iyiden iyiye tanıtan bir sanatçının olgunlaşma belirtileridir.

Ayna – Zerkalo (1975)

zerkalo Andrey Tarkovski Dosyası

Andrei Rubylov ile biyografik sinemayı, Solyaris ile bilimkurgu sinemasını başka bir düzlemde yorumlayan Tarkovski, Zerkalo ile sinema kurgusunu, hikaye anlatıcılığını ve izleyiciye yönelik sinemasal düzeni adeta bambaşka bir şeyi dönüştürüp, hiçbir şeye benzemeyen, unutulmaz bir armoni oluşturuyor. Zerkalo, sinema perdesinin sınırlarını zorlayan, bir filmden çok bir anı olan ve herkese hitap eden özel bir film.

Genelde karakterlerine kendi hayatını katan Tarkovski, bu kez kendi hayatına karakterlerini katıyor diyebiliriz. Zira Zerkalo, Tarkovski geçmişi üzerine kurulmuş ve bir bilinç akışı biçiminde ilerleyen, kapalı bir film. İkinci dünya savaşı öncesi Rusya’sının kırsalında geçen ve Tarkovski aile geçmişinin “aynası” niteliğinde kabul edilen film, kişisel sinemanın doruk noktalarından biri.

Tarkovski’nin tüm filmlerinden alışık olduğumuz şiirsel anlatım, bu kez gerçekten de şiirlerle süsleniyor. Kendi geçmişlerine yönelik Zerkalo filmindeki şiirleri de bizzat Tarkovski’nin babası dillendiriyor. Filmde “anlam”ı ulaşılır hale getirecek, seyir takibini kolaylaştıracak bir kurgusal düzen mevcut değil. Zaten bu özel başyapıtın ilk amacının da, işin kurgusal yönünü direkt olarak bambaşka bir şeye dönüştürmek olduğu söylenebilir. Ortada hayal, gerçek, anı, yaşantı düzlemlerinde ilerleyen ve izleyicinin kafasına da bu olgularla nüfuz eden, muğlak bir eser var.

Filmi Solyaris ve Stalker arasındaki dingin bir köprü olarak nitelemek de mümkün. Aslında Tarkovski’nin Solyaris’ten önce çekmeyi düşündüğü film, sansür korkusu nedeniyle ertelenmiş olsa da yönetmene rahatlatıcı bir dinlenme fırsatı vermiş ve Stalker’ın yapılanmasına katkı sağlamış gibi gözüküyor. Yönetmenin ustalık döneminin kusursuz işlerinden biri olan Zerkalo, Tarkovski sinemasından hoşlanan, kendini Tarkovski’ye teslim etmekten çekinmeyen bütün sinemaseverler için çok önemli bir hatıra.

Stalker (1979)

stalker Andrey Tarkovski Dosyası

Tarkovski’nin yasak bölgesi, kıyameti, öfkesi, eleştirisi, haykırışı… Stalker, Tarkovski’nin sahip olduğu, kafasında tuttuğu birçok şeyin çarpıcı bir yansıması… Bütün bunların nihayetinde de, etkisi ömür boyu sürecek olan, dört başı mamur başyapıtı ve kariyerinin birçok otoriteye göre en mühim filmi.

Tarkovski’nin tanrıyı betimleme çabasının en belirgin tezahürü olan Stalker, diğer yandan da materyalist dünyaya getirilmiş çok sert bir pozitivizm eleştirisidir. Dünya dışı etkenlerle insanlığın orta yerine düşen bir göktaşı; ancak adına Stalker denilen insanların girebildiği ölümcül bir alan oluşturmuştur. İşte bu, Tarkovski’nin kutsallığı insanın orta yerinde tohumlandırması, korku ile umutları küçücük bir bölgede kavga etmelerini bekler bir şekilde baş başa bırakması ve izleyen herkesi de işin içine dahil etmesidir. Stalker, aynı anda ölüme ve yaşama doğru yol alanların portresini çizen, eşi benzeri olmayan bir yol filmidir.

Tarkovski, her şeyin mantıkla açıklanmaya çalıştığı ve tatminsizlik hülyasının hüküm sürdüğü şu dünyada, bir yazar, bir bilim adamı bir de dünyeviliğe dair hiçbir umudu kalmayan Stalker’ı atar önümüze. Aslında bu Stalker’ı bizzat yönetmenle özdeşleştirmek, Tarkovski’nin alter-egosu olarak takdim etmek mümkündür. Zira Stalker, Tarkovski’nin dünyaya dair düşüncelerini ikincil ağızdan dile getiren, umutları ve umutsuzlukları olan çok boyutlu bir karakterdir. Birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip üç kişinin çıktıkları bu gerilim dolu yolculuk, Tarkovski’esk mekanlarda müthiş bir görsellikle tasvir edilir ve film, seyirciye büyülenmek dışında hiçbir seçenek bırakmaz.

Tarkovski’nin ‘maneviyat’ için savaşan ölümsüz karakteri, sıradan bir meczup olmaktan çok ötede, umutları için savaşıyor. Sonunda kazansa da kaybetse de, bu dünyaya dair bir umudun olduğunu, hatta bu umudun yanı başımızda olduğunu sinema sahnesinde haykırıyor. Tarkovski’nin sisteme karşı tavır alan alegorik yaklaşımı, filmin ilk gösteriminden bu yana sinemayı ve insanı etkileyemeye devam ediyor.

Nostalji – Nostalghia (1983)

nostalghia Andrey Tarkovski Dosyası

Bir ressam olan Andrey Rubylov’un ardından, bu kez bir şair olan Andrei Gorchakov var Tarkovski’nin odağında. Aslında filmin adı bile yeteli tematik açıklamayı sağlıyor ancak, film Tarkovski’nin sıla özleminin şiirini yazıyor ve yönetmenin ülkesi dışında çektiği ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Rus şair, kendini ölesiye yabancı hissedeceği İtalya’da, son derece içsel bir serüvene atılıyor ve Tarkovski’nin o tarihlerde sürgünde yaşadıklarını perdeye yansıtıyor.

Nostalghia için Tarkovski’nin anlatımda en netleştiği filmlerinden biri olduğu söylenebilir. Replikler, ondan beklenmediği ölçüde açık, hatta didaktiktir. Piazza del Campidoglio’da tirad atılmasına kadar giden bu netlik, belki de Tarkovski’nin memleketine, ailesine karşı duyduğu hasretin beraberinde getirdiği, dolambaçsız ve dürüst bir öfkedir.

Nostalghia, en temelde özgürlüğe duyulan bir aşkı dile getirmektedir. Otobiyografik izler ile bu aşk daha derin ve görünür hale gelmiş, netleşmiştir. Tarkovski kendi ruh haline ulaşabilmesi için başrol oyuncusunu gerçekten bir süreliğine İtalya’da yalnız başına konaklatmış ve ondan gerçek bir yabancı yaratmıştır.

Tarkovski sinemasının en bilindik özelliklerinden olan müthiş görsellik, bu filmde doruk noktalarından birine ulaşmıştır. Tarkovski, ilk fırsatta İtalya’nın sinematografisini enfes bir şekilde sömürtmüştür ve kulaklar kapalı izleyen seyirciyi bile sergi şaheserliğiyle etkileyebilecek bir film çıkarmıştır ortaya. Uzun çekimler, karakterlerin tüm tavırlarını yakalama çabasındaki durgu kamera, derinlikli oyunculuk performansları gibi Tarkovski deyince ilk akla gelen sinemasal tercihler de filmin içerisinde anbean karşımıza çıkmaktadırlar.

Kurban – Offret (1986)

offret Andrey Tarkovski Dosyası

Büyük yönetmenin, büyülü perdeye vedası… Tarkovski sinemasının tüm özelliklerinin özel bir elekten geçirilip bir araya getirildiği, detaycı bir ıssızlık… Offret, kayıtlara göre yalnızca 120 planla kotarılmış, 150 dakikalık bir film, ayrıca yönetmenin ölüm arifesinde, öleceğini bile bile çektiği, kariyerinin son başyapıtı.

Tarkovski’nin Offret’i tipik bir Tarkovski karakteri üzerinden yol alıyor aslen. Gazeteci, filozof ve aktör olan Alexander, Tarkovski’nin konuşturmaktan çok hoşlandığı, söyleyecekleri olan bir karakter. İnsana ait kavramlar üzerinden hayata, dünyevi değerlere yönelik söylemlerde bulunan Alexander, Tarkovski’nin dünyaya dair son düşüncelerini de dile getiriyor bir bakıma.

İtalya’dan sonra İsveç’in sinematografisini de büyük bir ustalıkla kullanan Tarkovski, önceki işlerinde nazaran daha sade ve açık bir film çekiyor denebilir. Zaten bu da filminin kendi sinemasından ziyade Bergman sinemasına yakın olduğunu söyleyen sinemaseverlerin türemesine yol açmıştır. Fakat bilinen bir şey varsa o da şudur ki, Tarkovski bu filmin ölüm arifesinde, ve ölüme yakın olduğunu bilerek çekmiştir. Ölümün nefesini hisseden bir Tarkovski’nin dönemsel psikolojisi, şu an net bir şekilde yorumlayabileceğimizin çok uzağındadır.

Varoluşsal problemler üzerinden ilerleyen fakat birçok sinemasevere göre işin öyküsel boyutunda çuvallayan film, Tarkovski’severleri ikiye bölen ilk Tarkovski eseridir. Görsel dünyayı yine ustalıklı bir biçimde yaratmayı başaran Tarkovski, kimilerine göre öyküyü ve karakterleri derinleştirmeyi unutmuş ve neredeyse hiçbir şey anlatmamıştır bu filminde. Halbuki satır aralarındaki ince modernite eleştirisi, müthiş bir açılış monologu ve geriye kalan tüm Tarkovski’esk detaylar, bu filmi de özel yapmaya yetmektedir.

Son Sözler

“Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaratana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaratandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrısız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.”

Andrey Tarkovski

Tanrı, her biri maneviyata sıkıca sarılan Tarkovski filmlerinin her karesindedir. Ayrıca her filmiyle biraz daha tanrılaşan bir sinemacının, sanata dair kurduğu cümlelerdedir. İnanç kavramını iliklerimizde hissettiğimiz her Tarkovski filmi, kişinin kendi inanç ya da inançsızlık dünyasını keşfetmesi için bulunmaz bir nimettir. Tarkovski, kişinin hayatı boyunca sürecek olan kendi hesaplaşmasında alacağı önemli bir yardımcı derstir. Bu nedenle Tarkovski sineması, Ivanovo detstvo’dan Offret’e kadar tekil bir çizgide incelenmesi gereken bir mitoloji, her sinemaseverin öyle ya da böyle çıkıp sonlandırması gereken sihirli bir yolculuktur.

Sinema sanatının eğlence boyutunu dönüştüren önemli isimler arasında, Tarkovski, apayrı bir yere sahiptir. Kısacık filmografisindeki sanatsal eğilimleriyle, hakkında uzun uzun konuşulabilecek Tarkovski, insan ve zihin eskitebilecek filmlerin yönetmendir. İnsan algısını genişleten, sinemayı beyin yoran bir kişisel gelişim tecrübesi haline getiren, seyirciyi hipnotize eden, dünyanın görüp görebileceği en büyük sinemacılardan biridir.

Yararlanılan röportaj:

“Les mardis du cinema”, France Culture
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca’dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul

***

Kaan Karsan

Email adresiniz paylaşılmayacak