Gözlerimi kapattım, doğru an gelmişti. Bütün mimikler yok oldu, orada tereddüt yoktu. Bedenimin bütün parçaları, hiçbiri burada olmamalıydı sanki, onların yeri burada değildi. Kosmos’un farklı köşelerinden kopup bir şekilde birleşmişler ve bedenimi oluşturmuşlar gibi. Onlar burada hapsolmuşlardı. Gözlerimi kapattım, zihin gücümle ait oldukları yerlere gitmelerine izin verdim. Ve bir toz tanesi kaldı geriye, o, son kalan parça bütün saçma kargaşaların ötesinde, sıyrılmış, biçimlenmiş bir parçaydı, gerçekti. Kosmos’un sonsuz karanlıklarında yönsüz biçimde savrulurken, kendisini savunmam için bütün gelecek zaman kiplerini şimdiki zaman haliyle aktardım ona.
Aniden bir sıçrama dürtüsü duydum, enerji deposuydum, aktarılabilecek bir yer bulamadım onun için. Birden aklıma geldi: “Geri çevirdiğimiz şeylerden ötürü cezalandırılırız. Boğmaya yeltendiğimiz her tür dürtü zihinde kuluçkaya yatar ve bizi zehirler… Bir ayartmadan kurtulmanın tek yolu ona teslim olmaktır” (Oscar Wilde-Dorian Gray’in Portresi). Hapsolmuşluktan kurtulmak isteyen bütün parçalar bedenimin dışına vuruyor, vuruyor… Ama dışarı çıkamıyorlar, ben büzülüyorum, büzülüyorum… “Bir ayartmadan kurtulmanın tek yolu ona teslim olmaktır.” Ve bütün enerjiler dağılsın! Ulaşsınlar doğru yerlere, doğru anlarda… Ulaşsınlar onlara. Ve gözlerim kapalı hâlâ, karanlıkların içinde, birden sarı çerçeveli üçgenler… Çok fazlalar, çok fazla sarı, parıldayan çerçeveli üçgenler uçuştu üzerimden…
Belki beni dolduran, özgürlüğüne kavuşmak için bekleyen sarı, parıldayan çerçeveli üçgenler, gittiler ait oldukları yerlere. Tıpkı doğru anlarda gözlerimi kapattığımda devrilen tuğlalar gibi, titreyen çizgiler, iç içe geçen sonsuz çemberler gibi, gittiler.
Gözlerim artık açık. Yaşamla ölümün birbirine karıştığı bir maddenin içindeyim. Burada olduğumu görürler. Bu görevler yığınında bir rol biçtiklerini zannederler ve hiç itiraz etmeden kolaylıkla yapabileceğimi… Ya ben buradan kaçabileceğimi bir kez deneyimlediysem? Savrulduysam onun sonsuz karanlıklarında ve gözlerimi açtığımda yoksa hiçbir ağırlık, serbest düşüşü defalarca kez hissettiysem ya da diğer parçamın bana ulaşabildiğini? Kosmos’un tamamındaki doğanın içinde ve onun benim yanımda olduğundan eminsem, kültür dedikleri şeyin insan doğasıyla bütünleşmesini savunuyorsam?
Kitabı açtım; temettü dağıtımları, halka açık anonim şirketler, nominal değerler… Bütün bunlar yaşamın gerçek sorularıyla ne kadar alakasız şeylerdi. Farketmiştim; insan barınmak, cinselliğini doğal biçimde yaşamak, yemek yemek, su içmek konusunda diğer insanlar tarafından cezalandırılmıştır. İnsanın en temel ihtiyaçları ile en köklü ve en güçlü dürtülerine ket vurulmuştur. Bunları elde edebilmesi için neredeyse bütün hayatını kaplayacak görevler yığınını yerine getirmek zorundadır. Ama hayat, onların gösterilerinin aksine, aslında basitti. İnsanın maddi sebeplere dayanan temel ihtiyaçları belliydi ve basitçe düzenlenmeliydi. Ve geriye kişilerin yetenekleri, merakları, tutkuları doğrultusunda ilerlemek, belki cevabı zor bir sorunun peşinden koşmak kalabilirdi. Görevlerin değil, tutkunun egemen olmasını isterdim. Onunla bir kez tanıştığınızda esnemeyi sonsuza dek unutursunuz…
Yaşamı bir ızdırap olarak da görebilirsiniz, bir mucize olarak da… Ama mevcut koşullar altında, o hiçbirimizin ayaklarına sunulmuş bir halı değildi, yaşam yok edilmişti, o bizim için yalnızca yeniden kazanılması gereken bir şey oldu… Belki bize hayalperest olduğumuzu söyleyecekler. “But I’m not the only one!”
Durağanlığı süreklilik halinde nesilden nesile aktarma yolunu seçmiş olanlara asla güvenemeyiz. İnsan gözleri, mikrodalga ışınlarını algılayabilecek hassasiyette olsaydı, geceleri gökyüzünü karanlık değil, bembeyaz görürdü… Nedenlerinden biri buydu; insan algılarına da hiçbir zaman güvenemeyiz.
koşarım seninle,
ve ben yaşarım kazanılmış tek bir an için…