Roger Waters Çınar Oskay Röportajı

Pink Floyd seven birine başka hangi müzisyenleri önerirsiniz? Uzunca düşündükten sonra birine “Anca Beethoven, Wagner olabilir” yanıtını vermiştim. Kim bilir kaç ülkede, kaç kişi gençliğini, çocukluğunu ayrılmalarına üzülerek geçirdi…

Şarkılarını bu günlere taşıdı… Onlar gibisi çıkmadı, müzikleri hiç eskimedi. Pink Floyd’un lokomotifi Roger Waters bugün 70 yaşında. Eski çekişmeleri, tatsızlıkları geride bırakmış. Kendini politik aktivizme ve müziğe vermiş. Bize yeni albüm çabalarını anlattı. Adını başlıkta gördüğünüz yeni şarkısından birkaç dize okudu.

Gezi Parkı hakkındaki Facebook mesajınız çok konuşuldu…
– Barışçıl protestoları hep destekledim. Anladığım kadarıyla az sayıda yeşil alandan biriydi. Otoriter bir tavırla başka bir şeye dönüştürülecekti. Türk halkına fikri sorulmadı. Protesto bana son derece meşru göründü. Tepedekiler kararı vermiş, diğerlerinin cehenneme kadar yolu var…
Birkaç gün izledim. Eylemlerde şiddet yoktu. Polis biber gazı kullanınca işler çirkinleşti.
Bu, polisin tüm dünyada rutin olarak yaptığı bir şey… Halkına karşı yersiz şiddet kullananlarla daha önce de sıkıntı yaşadım. Birkaç yıl önce Şili Cumhurbaşkanı bana düşman olmuştu.
İsmini hatırlamıyorum. Yaşlılıktan mı acaba?
Sana bununla ilgili bir hikâye anlatayım mı?

Tabii…
– Annemi birkaç yıl önce, 96 yaşında kaybettim. 95 yaşına kadar briç kulüplerine gitti. Haftada üç kez! Arabayı hep kendi kullanırdı. Mini Cooper’ı vardı, inanabilirsen. “Kulüplerden biri o kadar berbat ki skorları bile bana tutturuyorlar” demişti. Bir oyunun sonunda, yanındaki genç adama “Ben bitirdim, gitmeliyim. Şimdi imza atmam gerekiyor, değil mi?” diye sormuş. Adam evet deyince “İyi de ben kimdim?” demiş. “Siz Bayan Waters’sınız!” diye hatırlatmış adam!

Harika! Siz de aile geleneğini devam ettiriyorsunuz…
– Aynen öyle.

Şili Cumhurbaşkanı’na ne oldu peki?
– Hâlâ başkan. Hah, adını hatırladım. Pinero! El Presidente Pinera! (Başkan Pinera) Gerçeklik konusunda çok liberal biriydi!

İyi bir politikacıda bulunması gereken bir özellik.
– Doğru, bu bir beceridir.

Konserde politik mesaj beklemeli miyiz sizden?
– İşin kendisi tamamen politik zaten.

Doğru, The Wall’dan bahsediyoruz…
– Aslında 1979’da hocalarıyla, kadınlarla ilgili sorunlarını aşamamış gencin yaptığı şey değil artık ‘The Wall’. Küresel politik meselerle daha ilgili.

Tevazu mu gösteriyorsunuz? O zaman aklınızda bunlar yok muydu?
– Bugün, o dönemde fark ettiğimden daha çok politik çağrışım görüyorum.

Konserde duvara Adnan Menderes, Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in resimlerini yansıtacakmışsınız. Bu isimleri nasıl seçtiniz? Denge kurulmuş sanki…
– Hayır, denge kurmadım. Siz karar verdiniz. İnternet sitemde insanlara soruyorum: “Fotoğraf ve kısa bir bilgi notuyla kaybettiğiniz bir sevdiğinizi yazın” diyorum. Yaklaşık 600 kişi var. Babam ve dedem de o duvarda.

İkisini de savaşlarda kaybettiniz değil mi?
– Evet. I. ve II. Dünya Savaşları’nda. Geçen yıl ailemle birlikte anıtlarını ziyarete gittim. İlk kez. Çok sarsıcıydı.

Uzun süre beklemişsiniz.
– Pişmanım, doğru. Ama kendimi hırpalamıyorum. Hayatta becerebildiğim şeylerden biri bu. Sağ omzumda oturan küçük yargıca “Yürü git” diyebiliyorum. İki oğlum ve kızımla yaptığım Fransa ziyareti beni çok etkiledi. Gözyaşı döktüm.

Acı, sanat için gerekli mi? Babanız bu şekilde ölmeseydi aynı müziği yapabilir miydiniz?
– Bilmiyorum. Bahse girecek olsam -ki gerekmiyor- birkaç şilini ‘evet’e basardım. “Anne ya da babasını erken kaybetmemiş ya da duygusal trajedi yaşamamış biri sanat üretmekten alıkonmalı mıdır?” diye sorarsanız, ben buna cevap veremem tabii. Eleştirmen değilim.

Kendinize yakın bulduğunuz grup ya da müzisyen oldu mu?
– Beatles’ı söyledim. Bob Dylan kesinlikle, Leonard Cohen, Neil Young… 10-15 şair ya da besteci daha vardır. Neden bahsettiğini anladığım şarkıları severim. Anlamak için pürdikkat dinlemeye gerek bırakmayan… The Band’in büyük hayranıydım. Levan Helm’in grup dağıldıktan sonra yaptığı solo işler muhteşemdir.

Ya bugün? Artık dünyayı değiştirmeye yeltenen müzik pek yok gibi…
– Şimdi daha zor.

Neden?
– Büyük kurumlar, şirketler kontrolü iyice ele geçirdi. Daha bugün iğrenç, b.k gibi bir müziği kapamak için en yakın arkadaşlarımdan biri deli gibi hoparlörleri arıyordu. Tüm dünyada, her gün rezil müzikler çalıyor. Bir de iğrenç cover’lar yapıyorlar. Çünkü ucuz. Hakları satın alıyorlar, ortalığı kirletiyorlar. Bayılacak gibi oluyorum. İyi müzik yapabilecek bir gençsen, eskisi gibi plak şirketleri bulamazsın. Çünkü bu işte para yok. Gençler her şeyi bedava istiyor. Bilgisayara yükle, kopyala, çal. Standartlar düşüyor. MP3’ler o kadar iğrenç ki! Bir şey dinliyorsam, sesin iyi olmasını isterim. Gerçi fark etmiyor, o kadar sağır oldum ki artık.

Nota bilmiyormuşsunuz. Mimari okurken nota sistemi yerine müzikte mimari bir diagram sistemi kurmuşsunuz. Bu doğru mu?
– Kim söyledi bunu?

Eski menajeriniz Andrew King sanırım…
– Andrew King mi? 40 yıldır görmedim. İnsan hafızası eşsiz bir şey. Neler yaratabileceğine hâlâ şaşırıyorum.

Söz yazarken Foucault, Camus, Nietzsche’den etkilendiniz mi? Şarkılarınızdaki felsefi göndermelerle ilgili akademik kitaplar var.
– Hayır, inan hiçbir şey okumadım o yıllarda. Şimdi okuyorum. Şu anda elimde Montaigne’in hayatı var. Müthiş, insanı uykudan uyandıran bir kitap. Luteranlar, Katolikler… Tanrı’nın cevap vermesi gereken çok soru var. Sekiz iç savaş yapmışlar. Birbirlerini kesmişler. 16. yüzyılda! Peki biz ne öğrendik? Biz seninle konuşurken Irak’ta Şiiler ve Sünniler birbirlerinin arabalarına bomba koyuyor. Onları bölen ne? Peygamberin ailesiyle ilgili yüzlerce yıl önce yaşanmış sorun mu? Bunun için mi birbirlerini öldürüyorlar? Hayır, daha temel bir sebebi olmalı. Kuzenle kuzeni birbirine bu şekilde öldürten nedir?

Müziğinizle buna cevap veriyor musunuz? 

Ben, ortaya bir iddia atıyorum. Bu yaptıklarının bir delilik olduğu iddiasını!
‘Onların’ diyorum çünkü ben bunun bir parçası değilim. Katolik kilisesiymiş, Hristiyanlıkmış, benim bunlarla ilgim yok. Ama onlar insan ve benim kardeşim. Andrew King’in uydurduğu şeye bak!
Bu sadece 40 yıl önceydi. Diğer meselelerin nasıl çarpıtılabileceğini hayal etsene!”

40 yıl önce, müzik yapmaya başladığınız dünya mı daha umut doluydu, bugünkü mü?
– Temel soru şu: Biz insanlarda hukukun üstünlüğüne teslim olacak cesaret var mı? İnsanlar geri alınamaz haklarla doğar. 1789 Fransız Devrimi, Amerikan Anayasası, 1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi bu hakları onayladı. Ben bunlara kökten bağlı olmak gerektiğine inandım. ABD’de şu anda yapılan tartışma bu. Kendilerini savaşta oldukları fikrine inandırmışlar. Hukuku manipüle ediyorlar.

Bir fikirle savaş halindeler: Terörizm fikriyle. Anayasayı askıya alıyorlar, hukuk ortadan kalkıyor. Yürütme istediği her şeyi yapıyor. Bir şarkıyla uğraşıyorum bir süredir. Yeni bir albüm mü yoksa? 20 yıldır yeni bir albüm yapmanın yollarını arıyorum. Çok şarkı yazdım ama beni tatmin edecek bir iş çıkaramadım. Daha yeni, seyahatte yeni bir şarkı yazmaya başladım. Belki bu bir eserin çıkış noktası olabilir. Adı: “Eğer Tanrı olsaydım.” İkinci bölümü şöyle:

Yabancı göklerde uçan bir insansız hava aracı olsaydım eğer…

Yol bulmama yarayan elektronik gözlerimle

Ve sürpriz şekilde Birini evde bulmaktan korkardım

Belki fırının başında bir kadın

Ekmek yapıyor, pilav pişiriyor ya da sadece kemik kaynatıyor.

Eğer, insansız bir hava aracı olsaydım…

(If I were a drone patrolling foreign skies with my electronic eyes for guidance and the element of surprise I would be afraid to find someone home maybe a woman at a stove baking bread, making rice, or just boiling down some bones If I were a drone…)

Bu benim Amerikan dış politikasıyla ilgili ne hissettiğimi anlatıyor. Onlara göre yabancı ülkelere gidip insanları paramparça etmekte sorun yok. Bence var. Avlaki ve oğlunun da (ABD’nin insansız hava aracıyla Yemen’de öldürdüğü 16 yaşındaki genç. Bir El Kaide liderinin oğluydu) en az bizim kadar hukuka hakkı var. Ya savaştasındır ya değilsindir. Savaşın ne olduğunu Lahey Sözleşmesi tanımlamalı. Bu, halk tarafından anlaşılmalı ve onaylanmalı. Tepki de Cenevre Sözleşmesi’ne uygun olmalı. Ama bu ekip bunları takmıyor. Dehşet verici. Neyse ki iyi gazeteciler ve avukatlar var. Çok yakın bir arkadaşım Guantanamo’da savunma avukatı. Müthiş mücadele veriyorlar. Gizli kapaklı Beyaz Saray’da, gizli hükümetin, gizli polisinin gizli örgütüyle mücadele ediyorlar. Kafalarına esen her yere bomba atmasınlar diye.

Bir aktivistsiniz.
– Evet. Öyleyim.

Sean Penn gibi. Roma’da onunla buluşmuşsunuz. Başbakan’ı eleştirdikleri mektup çok konuşuldu burada bu hafta.
– Roma’da konserime geldi. Ona büyük saygı duyarım. Ama bunu anlatmadı. Eğlenceli geceydi. Çok adrenalin ve çok içki vardı.

Ne içtiniz? İyi bir İngiliz gibi skoç ya da cinci misiniz yoksa?
– Hayır. Ben beyaz şarap içiyorum.

Mutlu musunuz?
– Kesinlikle. Büyük mod değişimleri yaşamıyorum. Bu benimle yaşayanlar için büyük şans. Montaigne Epikürcülerden, Stoacılardan söz ediyor. Hep denge tutturmuşlar. Coşku patlamaları, derin hezeyanlar yaşamıyorlar. Bunu deniyorum. Stoacılar ölüme her an hazır oldukları bir mental duruma ulaşmaya çalışırmış. Bu tuhaf. Sokaklarda insanlara bakıyorum. Ölümle ilgili hiçbir kaygıları yok gibi. Benim var, itiraf etmek gerekirse. Gördüğüm herkes 100 yıl sonra ölmüş olacak. Belki şu arkadaki küçük çocuk dışında. O 103 yıl filan yaşayabilir.

O yaşa geldiğinde sizi nasıl hatırlamasını istersiniz?
– Beni çok ilgilendiriyor mu, emin değilim. Bilincin ölümden sonra varlığını sürdürmesi bana çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Bu çok da korkunç değil. Biliyor musun, annem ölümünden altı ay önce ne dedi bana: “En sevdiğim, en zevk aldığım şeylerden biri uyumak.”

Müziğinizin hatırlanması sizin için önemli mi?
– Evet, bence bunda bir sorun yok. 15 yaşında filandım. Gecenin körü… Arkadaşlarımla oturmuş, caz dinliyorduk. ‘Georgia on My Mind’ın Ray Charles versiyonu çalıyordu. Şunu düşündüm: “Bir gün, birine bu şarkının bana şu anda hissettirdiğinin 20’de birini hissettirebilirsem, bu benim için yeterlidir.”

Email adresiniz paylaşılmayacak