Thomas Bernhard ve Bir Başkaldırı Olarak Yalnızlık

Thomas Bernhard ve Bir Başkaldırı Olarak Yalnızlık

Bernhard’ın elleri hep kınındadır. Bir savaşçı gibi tam teçhizat hazırdır. Kılıcı yalnızlık olan ve kimseye güvenmeyen bir savaşçı. Yanındaki silah arkadaşına bile şüpheyle bakar gözleri ve doğal olarak kendisine karşı da aynı güvensizliği duyar… Kendisi sıkı bir insan sevmez. Bu metni yazmak bu sebeple zor zira Bernhard’ı anlatmak için kullanılan kelimelere karşı aynı güvensizlik içerisindeyim. Alışılagelmiş kelimelerle ve herkesin tabirlerini kullanarak ona dair bir şeyler yazmak zor. Bundan mütevellit birkaç adım geriye giderek, tıpkı kendisi gibi gözlemci bir davranış kalıbı geliştirmek ve bu verileri sindirmek gerekiyor.

“Her zaman yalnız tasarlanmış bir yaşamım oldu,” diyor Odun Kesmek adlı romanında. Sık sık insanlarla bulunduğu mekan yerine, evde “Gogol’u, Pascal’ı ya da Montaigne’i okusaydım diye hayıflandığını görüyoruz. Bu kitap birçok okur için okunması zor bir metin olmasının yanı sıra adeta bir öfke manifestosu. İnsanlara ve dahi kendisine duyduğu öfkenin bir ilan şekli. Roman bir monolog şeklinde tasarlanmışsa da birçok kez sizi geçmişe götürüyor. Tıpkı ip atlar gibi geçmiş ve gelecek arasında gidip geliyorsunuz. Asıl olay örgüsü ise Joana adlı karakterin intihar haberini alması ile başlıyor…


Elfriede Slukal (Joana)

En saf haliyle anlatılmış ve neredeyse spekülasyona yer vermeyecek kadar gerçekçi bir anlatım tekniğiyle betimlenmiş karakterlerden birisi Joana. Aslında orijinal ismi Elfriede Slukal fakat ilerleyen sayfalarda öğreniyoruz ki, kendisi asıl isminden vazgeçip Joana ismini kullanmayı tercih ediyor. Joana romandaki en özgün karakterlerden birisi. Hatta benim nezdimde en özgün karakter diyebilirim. Naif, sanatçı ruhlu, zarafet sahibi bir kadın. Tam da bu özellikleri sebebiyle toplum tarafından mahvediliyor. Joana taşrada büyümüş fakat yüreğinin derinliklerinde büyük şehirde, büyük işler yapmanın ve bir sanatçı olmanın hayalini kuruyor. Bir bakıma bu hayalini gerçekleştiriyor. Kitabın ana konusunu oluşturan şehre, Viyana’ya taşınıyor ve bu kentte kendine bir yer edinme mücadelesi veriyor. Fakat ne yazık ki muvaffak olamıyor. Büyük hayallerle gittiği bu koca kent, onu hayal kırıklığına uğratıyor ve büyük dişleriyle ruhunu ezip ufalıyor. Bir müddet sonra ise yapmak istediklerinden daha çok, yapmak istediklerinin bir illüzyonu ile teselli bulmaya, bunlarla sarhoş olmaya başlıyor. Derken tek bir amaç, sonrasında yıkıcı bir hüsrana dönüşüyor. Bu noktada Bernhard’ın büyük şehirlere ve Viyana’ya dair sözleri oldukça acı verici:

“Gençler Başkent’e koşuyor ve kelimenin tam anlamıyla orada mahvoluyorlar, oysa çok şey umut ederek geliyorlar, toplumun iğrençliği, toplumun vurdumduymazlığı, kendi doğaları büyük kent Viyana’nın insanı yiyen doğasına çoğunlukla uyum sağlayamıyor.”

Kendi kariyerine dair inançları Joana’yı “suyun üzerinde tutmaya” yetmeyecek duruma geldiğinde bu çabayı eşi Fritz’e mal ediyor ve ona gerçek bir şöhret kazandırıyor. Yazarın söylediğine bakılırsa, Joana olmasa asla üne kavuşamayacak bu adam, Joana’nın çabaları sayesinde büyük bir sanatçıya dönüşüyor.

“Olmak istediğimiz şey kendimiz olamazsak eğer, diye düşünmüştü, başkalarından, zoraki olarak da en yakınımızdan, kendi olamadığımız şeyi yaratırız…”

Fakat eşi ne kadar yükselirse, Joana da o kadar sert düşmeye başlıyor. Bir gün gelip de eşi Fritz’ in onu terk edip en yakın arkadaşı ile başka bir ülkeye gitmesine kadar. Bu noktada aslında Joana tamamıyla yere çakılıyor. Kendisine hayatta kalmak için alkol ve başka bir adam ile kan takviyesi yapmaya çalışsa da, ne yazık ki yeterli olmuyor. Sadece süreyi uzatmış oluyor. Bir vakit sonrasında da büyük ümitlerle geldiği şehirden, Viyana’dan ayrılıp, taşrada ailesinin evine dönerek orada intihar ediyor.


Tek Bir Mutluluktan Tek Bir Mutsuzluk Yaratmak

Aslında Joana bir bakıma evrensel bir karakter ve büyük şehir tarafından ilk defa mahvedilen roman karakteri değil. Birçok romanda kendisiyle ortak kaderi paylaşan karakterlere tanıklık ettik. Fakat burada onu benzersiz kılan Bernhard’ın samimi ve yalın anlatımı. Oysaki diğer karakterden bıkkınlıkla bahseder Bernhard. Misal kültür tarafından mahvedilmiş, kendilerini sanatçı olarak tanımlayan fakat esasında “küçük burjuvalar” olduklarını düşündüğü “Ausberger”ler. Romanın geçtiği mekana ev sahipliği yapan bu evli çiftten tiksinti ile söz eder. “Sanatsal akşam yemeği” adı verilen bu organizasyon içerisinde yer aldığı için aynı tiksintiyi kendisine karşı duyduğunu da görürüz. Fakat Joana’nın ölümü ile yaşadığı sarsıntı onu bir anlık rehavetle bu mekana sürükler. Berjer bir koltukta saatlerce oturarak, organizasyon içerisinde yer alan bu insanları izler ve romanın yarısına kadar onun düşünce akışını okuruz.

Aristokrat Kopyacıları
 
Bernhard berjer koltukta saatlerce oturarak “aristokrat kopyacıları” dediği bu insanları gözler. Bu insanlar esasında bir zamanlar hayranlık duyduğu ve sıkı ilişkiler kurduğu kimselerdir. Fakat bir süre sonra gerçek yüzlerini görür ve onlarla olan bağlarını Joana’nın cenazesine kadar koparır. Peki nedir bu aristokrat kopyacıları? Bu kişiler sanatsal birtakım eğilimlere sahip fakat bu eğilimden hakiki bir ürün yaratamayan ve esaslı bir sanatçı olmayı da becerememiş kimselerdir. Bununla birlikte bir tarafta zengin aile mirası ile yaşamlarını asalak şekilde süren “Ausberger”ler bir cephede iken, diğer cephede ortalama bir yazım tekniğine sahip olan fakat kendisini Virginia Woolf’tan daha üstün gören Jeannie’nin, edebiyatı “birkaç komik ödül ve garanti altına alınmış bir emekli maaşı için” devlet malzemesi haline getirmesi vardır. Bernhard her iki cepheye karşı savaş halindedir. Özellikle devlet güdümlü sanatı sert eleştirir ve onlardan “devlet arpacıları” olarak bahseder. Bir diğer önemli karakter ise Burg oyuncusudur. Bu adam esasında klasik bir tiyatrocu, yaşlı bir zevzektir ve uzun süre yemek masasında kendi rolüne olan hayranlığını dinleriz. Fakat bir şey olur…

Orman, Yüce Orman, Odun Kesmek
Öfke manifestosunun başlangıcı işte bu ana tekabül eder. Beni benden alan bir on sayfalık dışa vurum… Öfke en saf haliyle kendini açığa çıkarır. Bu noktada yaşlı bir zevzek olan Burg oyuncusu karşılaştığı terbiyesizlik karşısında (alkolün de etkisiyle) gerçek bir filozofa dönüşür. Bir anlığına bu adam gerçek bir karakteri, bir varoluş hezeyanını ortaya koyar. Bernhard afallar ve gecenin başından beri önemsemediği, tiksintiyle baktığı adamla duygudaşlık kurar ve hayranlık hisseder. Metni iyice incelersek bunun sebebini de anlarız. Zira bir bölümde kendisini olayların değil, durumların ilgilendirdiğini beyan eder. Burg oyuncusu hakiki bir isyan haline bürünür. Zira karşısındakini şu sözlerle hırpalar:

“İnsanın boyuna ağzını arayan ve sonunda onu alçakça küçük düşüren insanların arasında olmak çok iğrenç, onlar yalnız insanı paralamak için varlar, parçalara ayırmak için…”

Zuhur eden bu öfke gece içerisinde tezahür eden en güçlü duygudur. Bernhard’ın insanlardan neden kaçtığını anlaşılır kılan ana sebeplerden biridir kanımca. Bu sebeple gözlerini dört açar ve karşısındaki Burg oyuncusuna kulak kesilir. İşte tam bu noktada Burg oyuncusu sayıklar: “Orman, yüce orman, odun kesmek…” Bununla kastettiği “yapay gerçeklikten uzak” tamamıyla hayvani içgüdü ile kendini doğaya teslim etmek ve burada hor gördüğü insani çirkefliklerden uzak kalmaktır. Birkaç defa daha sayıklar… “Orman, yüce orman, odun kesmek.” İşte bu noktada kavrar sözün özünü Bernhard ve bu isyana karşı saygıyla eğilir…

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak