Woody Allen
Gerçek adı Allen Stewart Konigsberg olan Woody Allen, 1 Aralık 1935 tarihinde, Ortodoks Yahudi Martin Konigsberg ve Nettie Cherry’nin oğlu olarak Brooklyn’de dünyaya gözlerini açtı. Bakmayın böyle zeki göründüğüne, çocukluğu hiç de filmlerde anlattığı gibi değildi. Çoğu zeki çocuğun aksine onun dersleri iyi değildi, okulla da pek arası yoktu ama ezik biri de değildi; hatta genlerinde bulunan espri anlayışı ve yaptığı sihirbazlık numaraları ile okulun popüler çocukları arasında bile sayılabilirdi. Lise yıllarında birçok yerel gazete ve dergiye espriler yazmaya başladı. Bu alanda ilerlemek istediğinin farkına varınca New york Üniversitesinin sinema programına katılarak üniversite hayatına başlamış oldu fakat bu uzun sürmedi.Yapımcılık dersinden kalınca okuldan ayrılmaya karar verdi. Her ne kadar naif ve kaybeden bir tipi olsa da boksa merak salmış ve tüysiklet olmak için çabalamış fakat zekası ağır basınca bu hayalinden de vazgeçmişti.
Bunun üzerine dergi ve gazeteye yazdığı espriler popülerite kazanmaya başlayınca haftada yirmibeş dolara tv şovlarına ve ünlü komedyenlere espri yazarak geçimini sağlamaya başladı. Daha 15 yaşındaydı ve radikal bir karar alarak ismini çok sevdiği caz klarnetçisi Woody Herman’ın ilk ismini alarak değiştirdi. Aslında bunu yapmasının sebebi belki de ileride standup yapmak isteyeceği fakat utangaç yapısı olduğundan arkadaşlarının onu tanımasını istememesinden kaynaklanıyor olabilirdi. 19 yaşına geldiğinde 16 yaşında olan Harlene Rosen ile tanıştı ve yıldırım nikahı ile evlendi. 5 sene süren evliliklerinden sonra ayrılmaya karar verdiler. Genç yaşta yaşadığı bu evliliğin ardından geçirdiği travmatik durumu ve melankoliyi ileride çekeceği filmlerde bol bol görmeye hazır olacaktık. Bu travmayı özellikle 1979da çektiği Manhattan filminde gördük de akabinde. Kendinden yaşça küçük olan bir kızla çıkıyor olması, girdiği bazı diyaloglarda öğretici karaktere bürünmesi, sevgilisinin masumiyeti ve aşkı karşısında bir nevi baba-kız gibi görünseler de bu nevrotik durumu filmin sonunda yine küçük sevgilisine dönüşünü pragmatik bir şekilde izledik.
1958 yılı Woody Allen için çok önemli bir yıldır. Blue Angel adlı gece kulübünde stand-up yapmaya başlamış ve yapımcı Charles Feldman ile yolları burada kesişmiştir. İlk olarak 1965 yılında Clive Donner’ın What’s New, Pussycat? filminde hem senaristlik yapmış hem de Victor rolünde ilk defa kamera karşısına geçmiştir. Victor rolünü oynadığı karakterin bir sahnesinde kutladığı doğumgünü olan 1 Aralık aslında gerçek hayatta da doğum günüdür ve o yıl 29 yaşına basmıştır. Bu durum narsist algı gibi görülse de aslında bir nevi kendi hayatında dönüm noktası olması ve bunu hayatında unutulmaz bir ilk başlangıç olarak görmesi açısından kabullenilebilir görüyorum ben. Sonraki yıl ilk yönetmenlik denemesi What’s Up, Tiger Lily? japon bir filmin yeniden çevrimi oldu. Kendisi bu filmden hiç tatmin olmasa da eleştirmenleri üzerine çekmeyi başardı.
Asıl çıkışını 7 kısa parodilerden oluşan fantastik Everything You Always Wanted to Know About Sex (Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey) filmi ile yaptı. Bu film sinemalarda artan cinsellik unsurlarının yanında yine o dönemde popüler olan hayvanların devasa büyüklükte birer canavara dönüştürülmesine ilişkin filmlere göndermelerle doluydu. Bu göndermeleri filmde oynadığı karakterin devasa bir memeye karşı savaşması ve başka bir sahnede ürkek ve bunalımda olan bir spermi oynaması ile gördük.
Ve Diane Keaton. Onunla tanışması yine bir bilimkurgu filmi olan Sleeper ile oldu. Bu filmde ameliyat için gittiği hastanede uyutulan ve 200 sene sonra uyandırılan bir karakteri canlandırdı. İlk defa Diane Keaton ile bu filmde karşılıklı oynadılar ve Woody için yeni bir dönem başlamıştı: Diane Keaton dönemi. 1977 yılında yazıp yönettiği Annie Hall filminde Diane Keaton ile kamera karşısına geçmiş, küçük esprilerle bezenmiş, kişilik analizleriyle dolu bu film yine hayatından kesitlerle doluydu.
Teknik açıdan da yenilikler barındırıyordu; ilk defa film içerisinde seyirci ile konuşuyor, esas düşüncelerini altyazı ile veriyordu. Bu film o yıl Oscar ödüllerinde yıldız savaşlarını geride bırakarak, akademinin aday ettiği 5 daldan 4ünü almış ve Woody’nin komedi türüne yeni bir sinema anlayışı getirdiği kanıtlanmıştı. Sinema anlayışını bu filmle ortaya çıkararak ileride bizi nelerin bekleyeceğini, zamanında aldığı bu ödüller ile gösterecekti.
1978 yılında yazıp yönettiği, Diane Keaton’ın oynadığı fakat bu sefer kendi oynamadığı bir film çekti: Interiors. Bu film aslında hayranı olduğu Ingmar Bergman’a saygı duruşu niteliğindeydi. Saygısını ise şu sözlerle belirtiyordu… Tüm tuhaflıkları, felsefi ve dinsel takıntıları bir yana, Bergman, Nietzsche ya da Kierkegaard’ın fikirlerini dramatize ederken bile eğlenceli olmayı bilen yetenekli bir hikaye anlatıcısıydı. Bergman yaşamı boyunca yaklaşık 60 film yaptı. Ben daha 38 filmdeyim. Demek ki, üstadı kalite olarak yakalayamasam bile sayıca yakalama şansım hala var…
A Midsummer Night’s Sex Comedy (Bir Yaz Gecesi Seks Komedisi) filmini çekerken ileride karısı olacak Mia Farrow ile tanıştı. Evlilikleri epey uzun sürdü. Evlilikleri boyunca çektiği filmlere karısı Mia’nın esin kaynağı olduğunu belirtti bazı röportajlarda. Mia ile evli kaldıkları süre boyunca 2 evlat edindi. Belli bir zaman sonra üvey çocuklarından biri olan Soon-yi previn ile ilişkisi olduğuna dair iddialar gündeme geldi. Bunun duyulması üzerine karısı Mia diğer çocuklarına karşı da cinsel tacizlerde bulunduğunu ve onun tam anlamıyla bir sapık olduğunu söylemesi büyük bir sansasyon yarattı. Woody’nin buna pek aldırış ettiğini söyleyemem çünkü o her zaman özel hayatını en ince detaylarına kadar basına ifşa etmesini seven birisiydi. Kısa bir süre sonra da “Hiçbir zaman onu kızım gibi görmedim ve baba-kız ilişkimiz olmadı…” açıklaması yaparak üvey kızı ile beraber olduğunu kamuoyuna açıkladı.
1993 yılında eski aşkı Diane Keaton’a tekrardan başrol vererek Manhattan Murder Mystery filmini çekti. Hemen ardından ise 7 dalda Oscar’a aday gösterilen Bullets Over Broadway çeken Woody başrolleri John Cusack’a vererek gangsterlerin dünyası ile Broadway’in gösteri dünyasını yansıtan bir kara komediye el atmıştı. Yıl 1996yı gösterdiğinde kariyerindeki ilk müzikal filmi olan “Everyone Says I Love You” çekti. Birbirinden ünlü oyuncuların oynadığı bu filmde Woody, oyunculara senaryonun kısa halini yollamış ve oyuncular kontratlarını imzalayana kadar da filmin müzikal olduğunu söylememiş.
Kariyerine 47 film sığdırmış bu haylaz delikanlı yönetmenliğin, senaristliğin, oyunculuğun yanında yazarlık ve müzisyenlik de yapıyordu. Türkçeye çevrilmiş olan Tanrı,Sırf Anarşi, Eğrisi Doğrusu, Tüysüz, Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir mi Bakalım? kitaplarının yanında senaryodan çevrilmiş kitapları da mevcut. Müzikle de arası iyi olan Woody, 15 yaşından beri de klarnet çalıyor. Hatta bazı filmlerinin tema müziklerinde ve soundtrack şarkıların da düzenlemeleri kendisine ait şarkılar bulunuyor. Every Thing You Always Wanted to Know About Sex, Everyone Says I Love You, Deconstructing Harry filmlerinin sountrack’lerini de kendisi hazırlamış.
Nev-i şahsına munhasır bu kişilik oscar töreni ile klarnet çaldığı grubun konseri çakıştığından dolayı grubunu tercih ederek barda çalacak kadar da farklı bir kişiliğe sahip. Zaten oscar törenine de sadece bir kez katılmış. Aşık olduğu New York kenti 11 eylül saldırısına maruz kaldığı sene.
Kim ne derse desin artık dede mertebesine erişmiş bu kişilik hiçbir zaman uslanmayacak. Hayatında herzaman inişler çıkışlar bulunan Woody’nin ne zaman ne yapacağı belli olmuyor çünkü. O aklına geleni söyler, aklına geleni çeker Ve aklına esen kadına yatma teklifinde bulunacak kadar özgüveni yüksek. Güzel kadınlara ve sekse karşı koyamaz. “Soruyu bilmiyorum ama cevabı sek”,”Sevişmek briç oynamak gibidir. Eğer iyi bir partneriniz yoksa iyi bir eliniz olmasını ummalısınız.” gibi cümleleri heryerde konuşabilecek,yazabilecek kadar da kendinden emin. Çocukluğunda bile seksin ne anlama geldiğini bilmediği halde kızlardan hoşlandığını söylüyordu. Bunu Annie Hall’da “Ben ergenlik çağı yaşamadım,elimde değil” sözleriyle de bunu ifade ediyordu aslında.
Kimileri onun filmlerini “90 dakika süren bir gevezelik” olarak görüyor, kimileri ise “kimsenin ihtiyacı olmayan içi boş aşk ilişkileri” olarak… Ben ise ne zaman ilişkiler üzerine düşünmeye başlasam ve düşünceler içinde kaybolsam hemen bir Woody Allen filmi açar izlemeye başlarım. Hayatının 30 yılını psikoanalize harcamış bu adamın gözünden ilişkileri izlemek, kendi açımdan ilişkilere bir nevi ışık tutuyor.
Yazının geneline eklemediğim fakat 2000′li senelerde çektiği öne çıkan filmlerinden de kısaca bahsetmek lazım:
Anything Else (2003)
Filmografisine bakıldığında aralarında en zayıf halka olarak görülebilir.Eski filmlerinin tekrarı olarak değerlendirilmiş, bir çok esprinin ise diğer filmlerinden değiştirilmiş birer kopya olduğu söyleniyor. Her ne kadar Teenage Hollywood yapımı gibi dursa da bir çok filminde yaptığı gibi yine kendine ve çektiği diğer filmlere göndermelerle doludur.
Melinda and Melinda (2004)
Kendi açımdan Woody Allen’ın en sevdiğim filmlerinden biridir. Film yaşamın trajik olduğunu savunan bir yazarla, yaşamın komik unsurlarla dolu olduğunu savunan başka bir yazarın kadın-erkek ilişkileri üzerine oturtmuş, olaya komedi ve trajedi yaklaşımıyla konuyu ele almanın ve yarattıkları Melinda karakterine farklı açılardan bakmamızı sağlayan bir film.
Match Point (2005)
1975 yılında çektiği Love and Death filminden beri tamamını Amerika’nın dışında çektiği ilk filmidir. Son dönemde fetiş oyuncusu Scarlett Johansson’ın ve Jonathan Rhys Meyers’ın başrollerini paylaştığı film. Genç tenis eğitmeni Chris Wilton (Rhys-Meyers) hırslı ve tutkularına bağlı bir adamdır. Üst sınıf aileden olan Tom Hewett’a tenis dersi verir ve onun dostluğunu kazanır. Ailenin içine girdikçe, zenginliğin, zevki sefanın tadına alışan ve bundan mahrum kalmamak için ders verdiği Tom Hewett’in kardeşi ile çıkmaya başlar. Görünürde herşey yolundadır. Ta ki Tom Hewett’in nişanlısı ortaya çıkıp, genç Chris’in kalbini çalana kadar. Genç, tutkulu bir adamın güç ve aşk arasında kalışını ve bunları kaybetmemek adına neleri göze alabileceğini izliyoruz.
Scoop (2006)
Woody Allen’ın Londra’da çektiği ikinci film olan “Scoop” tarzından iyice uzaklaştığı ve koptuğu film denilebilir. Çok şey anlattığı gibi görünen fakat hiçbir şey anlatmayan, eski filmlerindeki kadın-erkek ilişkileri, kişi analizleri gibi hiç bir durumun yaşanmadığı izle ve unut niteliğindeki filmi diyebilirim. Gizemli bir şekilde ölen İngiliz gazeteci Joe Strombel olayını araştıran Sondra (Scarlett Johansson) sihirbazlık gösterisi yapan Sid Waterman’ın şovuna katılır. Sid Waterman gösterisi sırasında seyircilerin arasından Sondra’yı seçer ve sihirbazlık gösterisi için bir kutunun içine kapatır. Kutunun içerisine girdiğinde esrarengiz bir şekilde öldürülen Joe Strombel’in hayaleti ile karşılaşır. Joe bu cinayetlerin peşini bırakmamasını ve araştırmasını söyler Sondra’ya çünkü kendisini “Tarot Kartı Katili” diye adlandıran bir seri katilin öldürdüğünü ve bu dosyanın önemli olduğunu söyler. Başrollerde Hugh Jackman’ın yanı sıra Match Point’ten sonra tekrar Scarlett’i oynatıyor. Ve mekan olarak da tekrar Londra’yı mesken tutuyor yönetmen.
Cassandra’s Dream (2007)
Woody Allen “Maç Sayısı” ile başlayan suç filmi serisine “Cassandra’nın Rüyası” ile devam ediyor. Zengin olma hayalleri ile yaşayan Terry ve Ian kardeşlerin başından geçen trajik bir olayı Woody Allen kamerasından izliyoruz.İşlerin yolunda gittiği bir zamanda Terry’nin kumarda ödeyemeyeceği kadar borca girmesi ile durumlar değişir. Bir gün kaza sonucunda genç bir kadınla tanışırlar. Kardeşlerden biri bu kadına aşık olur. Bu durumu kullanmak isteyen genç kadın kendisine aşık olan kardeşin duygularıyla oynayarak isteklerine ulaşmaya çabalamaktadır. Bu sırada zengin amcalarının yanlarına geleceğini duyarlar. Zor durumda kalan iki kardeş, zengin amcalarından yardım istemek zorunda kalır. Amcaları paranın karşılığında kendilerinden bir şey isteyecektir. Parayı almaları için tek seçenek amcalarının kendilerine sunduğu bu teklifi kabul etmek olacaktır. Bir cinayet filmi gibi görünse de aslında ahlaki değer yargıları,pişmanlıkları sorgulayan bir film. Woody, diğer filmlerinde olduğu gibi durum komedisini üstü kapalı da olsa iyi yansıtmış. Kritik karar anlarındaki iki kardeşin içinde bulunduğu durumlar, diyaloglar gerçekten iyi. İzleyeceğiniz film Woody Allen tarzı bir komedi filmi değil.Hatta karşınızda son derece sıkı bir gerilim filmi duruyor.Woody’nin diğer bir çok filminde yaptığı gibi yunan mitolojisine gönderme yapma geleneğini sürdürüyor.
Vicky Cristina Barcelona (2008)
Woody Allen’ın kişi analizine ve kadın-erkek ilişkilerine mükemmel bir geri dönüş filmi diyebilirim. Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson) yaz tatillerini ispanya da geçirmeye karar verirler. Vicky evlenmek üzere, Cristina ise sevgilisinden yeni ayrılmıştır.Vicky içine kapanık bir kişiliği olan düzenli ilişki kadınıdır. Cristina ise hedonist yapısı olan maceraperest bir kızdır. Tesadüfen Juan Antonio (Javier Bardem) ile tanışırlar ve Juan’ın cazibesi iki kadının da başını döndürür. Vicky ile Juan gittikleri bir gezinin gecesinde beraber olurlar. Vicky, Juan’a gecenin etkisiyle aşık olur. Cristina ise ani bir karar vererek Juan’ın evine taşınır. Juan’ın eski karısının (Penelope Ccruz) intihar ettiği duyulur. Madrid’de beraber yaşadığı adamdan ayrılıp Barcelona’ya gelmiştir. Juan eski karısının bu durumuna dayanamaz ve onun da yanına taşınmasını ister. Böylece sorunlu kişilikler, kadın-erkek ilişkileri, cinsel özgürlük, tutkular üzerine dört insanın kaderlerini ve hayatlarını sorgulayışını izlemeye başlarız.
Whatever Works (2009)
Bu film başlı başına bir eleştriyi hakediyor fakat kısaca değinmek gerekirse; huysuz, takıntılı, çok konuşan nevrotik bir yahudi olan Boris Yellnikoff, Nobel ödülünü kıl payı kaçırmış bir kuantum fizikçisi. İntihar girişiminden sonra fiziği bırakıp çocuklara santranç öğretmeye başlar. Kalan zamanlarında ise yakın arkadaşlarına hayata dair dert yanan bir kişilik. Boris’in hayata dair inanılmaz tespitleri var. İnsanların hatalarını görebilen, sistemin açıklarını yakalayabilen, politika, din üzerine ciddi tespitleri olan biridir. Şikayet etmeyi seven, zaaflarından ve takıntılarından vazgeçmek yerine bunları seven ve insanlara da empoze etmeye çalışan Boris’in hayatı şans eseri tanıştığı taşralı güzel Melody (Evan Rachel Wood) ile değişiyor.
Boris kızı kendinden uzaklaştırmaya çalıştıkça Melody, Boris’in söylediği ince dokundurmaları anlayamıyor ve bu yüzden ona hayranlık duymaya başlıyor. Boris’in bu durum karşısında ne yapacağını bilememesinden dolayı Melody Boris’in yanına taşınıyor. Film mükemmel tespitlerin yanında inanılmaz göndermelerle dolu. İlişkiler, duyarsızlıklar, din, politika, sosyal medya, gazeteler vs. gibi konulara dair çokça ince dokundurmalar ve teoriler göreceksiniz. Yarattığı Boris karakteri her ne kadar neoliberal bir tavır takınsa da Woody Allen bu filmde oynamak yerine alter egosunu Boris karakterine yüklemiş gibi görünüyor. Woddy’nin uzun diyaloglarından keyif alan ve benim gibi pay çıkaran biriyseniz kesinlikle bu filmi seveceksiniz.
Cem Çelik