Dönencede Sayhalar: Haziran – 2023 (2)

Uludağ / Haziran 2020 / Selimcan Yelseli

Kendimi şehrin uğultusundan kurtarıp bir köşede “Karamazov Kardeşler”i aralıyorum. Gözüme çarpan ilk cümle:

“İnsan soylu ol!”

Sadece insan, -işte insan!-
İşte akıl almaz dengelerin, müthiş çıkmazların, rutubetli kuytuların, diz ağrılarının, baş dönmelerinin, eski kapıların vazgeçişlerin ve şehirlerin bahtsız kahramanı, işte insan!

Bahtsızlığın içinde mağlup ama asil…
Her daim mağrur ama tedirgin…

Sadece insan soylu olmak insana yeter!

*

Sanki ben, Rojas’ın “La Miseria”sındaki gibi rutubetli ve üzerinde hasta bir kadının bulunduğu derme çatma yataktan başka bir şey olmayan o yoksul odada, gözleri yerdeki bilinmezliğe mıhlanmış, elini ölümün solgun elinin yanına koymuş o adamım. Başımın üzerinde çerçevelenmiş birkaç mutlu hatıra…

Tıpkı La Miseria’daki o adam gibi yalnızlığı ve ölümü duyarak; aslında geleceğin olmadığı, geçmişin ve şimdinin ise her an infilak etmeye hazır bulunduğu bir odada oturuyorum sanki.

Elim, kirden kararmış çarşafın üzerinde ölümün elini arıyor.

Aslında yaşamak böyledir. Çünkü hakiki yaşamda gelecek aslında hiç yoktur, olmamıştır. “Geçmiş” ve “şimdi” ise insanın içinde büyük huzursuzluklar gibi kıpırdanıp durur. Yaşamak böyledir.

*

Yıldızları kumsallardan toplayabilir, göğün ve denizin ilk mavisinde şarkılar söyleyebiliriz.

Karanlık odalarda, perdelerin arkasından sızan sokak lambalarının sinsi ışıklarıyla bölünen uykularımızı çocukluk rüyalarımızla avutabilir, toprağın, havanın ve suyun şiirini, adımızı duyduğumuz ilk sesten dinleyebiliriz…

Çocukluk rüyalarımızda ilk huzurumuz, -eğer duymasını bilirsek- toprakta ilk bereketimiz, havada ilk nefesimiz ve suda, aynadaki ilk aksimiz gizlidir.

*

Şehrin ara sokakları, şimdi gökdelenlerin birer birer yükseldiği ovaya açılıyor. Mesela şu eski sokağın caddeye çıkan yerinde bulunan zafer takının ardından şöyle bir baksanız; caddeden gelip geçen otomobilleri, caddenin karşısından aşağıya, ovaya doğru uzanan evleri ve en sonunda ovadaki gökdelen yağmurunu görebilirsiniz.

Hiç böyle bakmamıştım şehre…

Bu şehir ki, ilk gençliğin yaz akşamlarında tatlı bir hayal olur, başımda usul usul salınır, beni kelimelerin sıcak, taze ve rahat iklimine çekerdi. Bu tek galibiyetti bana. Gökdelenler ve sokak başlarında meçhul bir savaşın zafer takları yoktu henüz.

Beni eski taşlardan, yüzümü ulvi bir çağrı misali okşayan rüzgarlardan, köşe başlarından, sessiz hıçkırıklardan, umutlardan, inayetlerden ve kendi ruhumun kuytularından uzaklaştıran bu meçhul savaşın başlangıcı oldu işte…

Gökdelenler, otomobiller, dükkanlar olduğu yerde… Zafer takının altından, o meçhul savaşa değil de, ilk gençliğimin Pyrrhus galibiyetine nasıl körü körüne inanmış olduğumu düşünerek, alnımda bir ışık curcunası ve elimde bitirmek üzere olduğum bir kitap ile aheste aheste geçiyorum.

*

Bazı geceler kendi kendimize “Magna Carta” tesirinde yarınlar yaratmıyor olsak, yaşamanın ne denli zor olduğu gerçeğinin altında ezilirdik.

Bizi yaşatan kudret gecelerin içinde gizlidir.

İnsanlığın ilk çağlarında yaşamı, tabiatın geceye ait tehlikelerinden koruyan kaygı; çağımızda, uykusuz gözlerde yarına dair hüküm süren münferit sözleşmelerden ibaret.

*

Fabrikasyonun, mekanik sinyallerin, bilişimin tek düze, beyin patlatan üretkenliği ve çağrısına karşı; savrulan kalplerin, kapağı aralanan kitapların, mırıldanan şarkıların, “bir” olanın yumuşak ve sessiz çoğalışı…

Hodler’in yansıma kuramı gibi…

Bizi, çağın soluğunu her an ensemizde hissettiğimiz soğuk kıyametinden kurtaracak olan bu.

*

Eski mabedin kapısına dönük perişan yüzün,
Çatlayan bir toprak gibi içimde bölünen sesin,

Gün bitmeden son bir kez yanında durdum.

Kamusal yalnızlıklar için yazılmış,
Yargıların ve sövgülerin şiiriydin,

Seni o gece son kez okudum.

*

Şehrin batısında yağmur yağmak üzereydi. Dağın başında dönüp duran bulutlardan anlıyordum bunu.
İçime düşen kurt çırpınıyor, beni bir bilinmeze sürüklemek istiyordu. Oturduğum yerde, eski defterime süratle şu satırları yazıyordum:

“Şimdi ben, başında bulutların dönüp durduğu, şehrin batısında yükselen o dağın kuytularında bulutlara yakın olabilir ve iplik iplik yağan o yağmurda bir ağaç dalı gibi temkinsiz ıslanabilirdim. Sığınacak bir kulübe bulabilir, o kulübenin içinde, gece yarılarında yalnızca insanın içine değil, tüm tekinsiz yerlere hücum eden korkularla baş etmemeye, hatta onlara teslim olmaya karar verebilirdim. Böylece tabiata ve kendime karşı tüm savunmalarımın beyhude oluşunu bir çırpıda kavrayabilir ve benim için yazılmış olan sırrın ucundan tutabilirdim.”

Kalemi elimden bıraktım. Masamın beyaz örtüsünde ufak ve siyah bir kıpırtı dikkatimi çekti. Bir karıncaydı bu… O an masamın üzerinde, bir dağ gibi sivrilen dolu küllüğün etrafında çaresizce dolaşan o siyah karıncadan bir farkımın olmadığını anladım.

İkimizin de, başında bulutların dönüp durduğu kendi dağlarımıza ve müthiş ıssızlığa ulaşmamız mümkün değildi.

*

Mutlak savruluşun içinde kendini yitiren / yitirecek olan birine istikamet sormanın beyhudeliği.

*

Sisin içinde çalkalanan yağmurun ardından görünen eski minareler, kızıl kiremitli çatılar… Belli belirsiz, sanki çok uzaklardan bir rüzgarın sırtında uçup da gelen simitçi sesleri.

Kaç adımda kurtulurum omuzlarımdaki yaz yağmurundan?

Beni kaç adımda karşılar bildiğim yüzler?

Bir sisin içinde çalkalanan yağmur gibi, uzaklardan yetişen bir ses gibi yaşayan bizler, şehirlerin içinde eriyip giden zamana karışmaya mecburuz.

Ebediyet zamanın akışında saklıdır çünkü.

*

Islak ve günün akşama dönen solgun ışığıyla parlayan istasyon merdivenlerine takılıyor gözüm. Parlak, ama gölgeli, pek gölgeli bir orman gibi…

Bu akşamüzeri güneş yüzünü gösterse daha hüzünlü olabilirdi her şey.

Gölgelerin içinde sarı, sivri ve kırılgan ışıklar her bakışta insanı masalsı bir aleme çeken hüzünlü bir efsuna dönebilirdi…

Olmadı.

Şehrin içinde, saptığım ilk aralıktaki ezilmiş dut kokusundan, sarmaşıklı duvardan, yolumun üzerindeki krem rengi apartmanın birinci katının penceresinden bakınan bir çift gözden medet umdum. Bayırı sökmeye çalışan beli bükük ihtiyar kadından sonra… Bir şeyler, şehrin ve aşina olduğumuz dekorun içinde bir şeyler, zamanın dışında farklı bir çehreye bürünmeliydi…

Olmadı.

*

Plastik sandalyede oturuyorum. Saçlarımı kesiyorsun… İçimden bir sigara içmek geliyor, bir de aynaya bakmak. Bir sigara içip, aynaya bakıp, sonra seninle bir yaz rüyasına dalmak için uyusak…

Kötü haberler gelecek. Kötü haberlerin içimi huzursuz eden adımlarını saatlerin tik taklarında duyuyorum. Karanlık odaya süzülen ışıkta, kıpırtısız perdelerde, tenlerimizde gizli bir ölüm var.

*

Nemli bir uykudan şehre karışmak ve son manzaranı görmek için mi uyanıyorsun? Doğrusu biten günler, beni, baş dönmesi ve oldukça sıcak bir buhrana çağırıyor. Bir de sen son manzaranı gördükten sonra hangi manzarayı görmek isterim bir daha?

Hatırlıyorum… Birkaç sene önce tam da bu mevsimde nemli toprak üzerinde baykuşların gündüz vakti ötüşlerini duya duya yürüyor, karşıdan, coşkun akan nehrin aşıp geldiği tepe üzerinden ağır ağır üzerimize ilerleyen yağmura karşı kendimizi tedbirsiz hissediyorduk. O gün duyduğum son ses, baykuşların ötüşü olsaydı, gördüğüm son manzara ise nehrin üzerinden gelen gri yağmur bulutları… Gam yemezdim. Nemli toprakta öylece uzanır, ebediyete kadar kalırdım. Fazla da bir şey istemezdim. Biliyordumki, tabiat ortasında istediği gibi, hiç bir şeyden mesul tutulmadan ve bizzat kendi ölümüyle, kendisine göre ölürdü insan.

Günler geçti. Yağmurun üzerimizden geçişini anlamadım, sanki bir hayaldi… Baykuşlar sustu. Hiç ötmemişler miydi yoksa? Her gece uyurken başımın üzerinde yükselen duvar, ayak ucumda sabah güneşi, ellerimde uyuşukluklar kaldı. Tabiatta ölmenin sadece bir rüya olduğunu anladım.

*

Gece sabaha dönerken karanlık denizin üzerinde Zühre parıldıyor. Nedense uykuya dalmadan önce, bu yıldızın gece vakti yol alanları aldatacağını, onları kendi yollarından bilinmeze sürükleyeceğini düşünüyor ve hatta kendi kendime bundan emin oluyorum.

Bir boşluğa düşer gibi uyuyorum.

Uyanıyorum… Zihnimde yoğun ve karanlık bir sersemlik… Kahve içmeyi düşünüyorum. Koridorun sonundaki odadan uykusunun arasında kesik kesik öksürdüğünü duyuyorum.

Aynı şeyleri sürekli tekrarlıyorum.

Yola çıkıyorum. Bildiğim istikamette, yanılmadan ilerliyorum.

Gözleri, sabaha karşı denizin üzerinde gördüğüm Zühre gibi parlıyor. Bu yüzden gündüz yolda olduğum için seviniyorum. Durup durup, iç çekerek konuşuyor:

Hep aynı… Değişen bir şey yok… Değişecek gibi de durmuyor.

Değiştirme kudretinin kendisinde saklı olduğunu bilmediği için “Kutsal monotonluk…” diye cevap veriyorum.

Ya Zühre yıldızı, gece yolcularını yollarından; bir şeyleri “değiştirmek”, kutsallığı zedelemek için şaşırtıyorsa?

*

Kendi amacını, kendi icrasında gizlemiş ve kendisine böyle bir enigma kazandırmaya çalışan modern sanat gösterisi… Devrilen kırmızı kovaların büyüsü, kovaların devrilmesinden doğan sözde şaşkınlıkta gizli… Kısır performans… Çaylak Katharsis…

Neyse ki kırmızı kovaları değil, soyut yaratımlarını üst üste koyup, toplumların daimi hengamesinde bir eser var etmenin buhranını yaşayan ve sanatı salt bir ifade biçimi olarak değil de, insanlığın ortak mirası olarak gören gerçek sanatçılar var.

Email adresiniz paylaşılmayacak