Dönencede Sayhalar: Mayıs – 2024

Gustave Doré, The Divine Comedy, Inferno, plate 14, The Tempest Hell, 1880

Sırtımı, sanki bilinmez bir dudaktan nefes gibi usul usul üfürülen gölgelere ve ağaçlara açılan balkon kapısına verip, Hilmi Yavuz’un Defterler’ine dalıyorum. Kitabı elimden bırakıp balkon kapısına yüzümü çevirdiğimde gölgelerin yerini karanlığın almış olduğunu görüyorum. Şimdi sokak lambasının aydınlığı ve yapraklarıyla o aydınlığı dilimleyen ağaç dalları. Uzaklardan duyulan kahkahalar. Her şeyde tuhaf bir boşluk.

*


Uyanır uyanmaz, gece kırk ikindi yağmurlarını konuştuğumuz balkondaki masada buluyorum kendimi. Gri ve bilinmez yüklerle alçalmış gök yüzü. Oysa dün gece ben, şu beton blokların arkasına düşen tepenin bir çizgi hâlinde uzanan siluetine bakarken, gecenin neye dokunsan bir sonsuzluk vehmi yarattığını hissettiğimi hatırlıyorum. Gece, sonsuzluk kadar boşalır evden uzakta bir yerdeyken. Eşya ve kelime havada asılı kalır böyle gecelerde. Çünkü farklı bir gök, farklı bir uyku ve farklı bir şeyler vardır ya; gelir ve insanı kendi serüveninin içine katar. Sabah gün aydınlandığında boşluk kalkmış, her şeyin ilkini hatırlatan o garip acemiliğin yerini dünden aşina olduğumuz asfalt, otomobil, balkon ve gök yüzü almıştır. Çünkü eve dönüş vakti gelmiştir.

*



Ölüm birdenbire geldiğinde insan onu gündelik hayatta nereye koyacağını bilemiyor. Bir kendimize, bir ölüme yabancıyız bu yüzden. Bir yandan da ölüm fikrine alışmak için kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Çünkü ölen artık hem “o”, hem de “o değil”dir. Öldükten sonra hem biziz, hem biz değilizdir. Ve tarih ölüm üzerine söylenmiş şeylerden ibarettir daima.

Tarihin içinde, her ölümü sanki aynı gibi algılamamız, ölümün bütüncül yanı ile alakalı: Ölüm öznenin başına gelen bir nesneye dönüşme halidir. Ve bu dönüşüm kaçınılmazdır. Panta Rhei!

*



Kaybolup gitti.
Kaybolup gideceğiz.

*



Bütün çılgınlıklar tek tek karşına dizildiğinde, yağmurun başlayacak olduğunu bildiğinde ve güneşli, o amansız güneşli günleri özlediğinde, felaketi imleyen bir şiir dilinde döndüğünde, bir yaz hayali olup, tepeden tırnağa acı kesilip; geçmişe bakmak için başını çevirdiğinde, her uyanışında içinde bir şeyler devrildiğinde, bastığın toprağın kokusu bulutlara dolandığında, kendine kaybedeceğin yarınlar aradığında, bir hayalden ibaret ormanların kuytularına saklandığında, henüz büyümemiş çocuk yüzünü kalabalıklara sakladığında, kalbinin ortasına yayılan devasa bir sonsuzluk özlemiyle sonunu düşleyeceksin.

*


Gitgide incelen tenimizle, nemli, esrik, karanlık sesimizle, şehirlerde ve düşlerde kıvranan ellerimizle, hep aynı şeyleri düşünüyoruz aslında.

Tren istasyonuna inen merdivenlerin başında durmuş dalgın bir kadındır zaman. Kendisini bekliyor. Aslında biz ne düşünüyorsak, o da onu düşünüyor.

Hayat bir yanıyla, her şeyimizi, mesela tüm talihsizliklerimizi başka bir manzaranın içinde gizleme eğiliminde olmamızın ilkel ve masum dramından ibaret.

Ben kimseyi, hiç kimseyi görmeseydim, görmek zorunda kalmasaydım, yaşamanın tüm teferruatı böyle almazdı başımı. Başkaları başkalarını görmeseydi, herkes kendi gözüne taktığı hassas bir cihaz ile tabiattan başka tüm mevcudâtı gizleyebilseydi, dolu dolu yaşardık. Mesut olmazdık ama bir tamamlanmışlık hissiyle yaşardık. Eğretileme, misalleme, eksilme, acı ve sevinç başkalarına müddetli ve mecbudur.

Güneş son günlerde yüzünü göstermekte pek bir nazlı olduğu için yazacak bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Güneşin nazı ve içimin kuruluğu nasıl bir sebeple bağlanıyorlar bilmiyorum. Tek bildiğim kopuk kopuk yazıyor ve ifademi bu yönde diriltiyorum. Gary Moore, “Pariseenne Walkways”, beni fena halde bu kopukluğun kalbine çekiyor; uzayıp giden ve sanki kıyamete kadar uzayacak gibi gelen o tını. Ardından var gücüyle (işte bu) kopukluğu, yarım kalmışlığı anlatmaya çalışan yükseliş. Sonsuz azaba karşı yarım bir teselli (The Tempest Hell). Kendinde olmayanın (ki, bu sonsuzluğa tahammül duygusudur ve aslında hiç birimizde yoktur); başka bir kendinde olmayışla yamanmaya çalışılması. Yaz günlerinde uzak yolların tenhalığından, gökyüzündeki yılgın güneşin son parıltısındaki dermansız çırpınışına kadar kâinatta ısıya ve varlığa dair ne varsa bu tınılarda gizli. Döngünün bir tabiat kanunu olarak mutlak mecburiyeti. Gözümde Hayy Bin Yakzan’ın varlığa dair ilk şaşkınlığını yaşamadan önce, daha bulamaç halindeki çırpınışı canlanıyor. Sonrasında, başkalarını, kendi gibileri görmüş müdür o? Meçhul.

Bizim de başkalarını görmeyen, yalnızca karanlığın ama kendisine ait mahrem bir karanlığın içinde saklanan hislerimiz olmalı. İlkel, tutkulu, yasak. Saklanmanın ve saklamanın büyüsü bu.
Ay ışığında incelen tenimiz başkasının tenindeki son kıvranışında dağılmamalı, bir şeyleri anlatmak için cümleler kurmamalıyız… Başkalarının görmeme isteğine yani istemli körlüğe saygı duymalıyız.

*


Şimdi o gamlı musikide elimde dertlenmekten başka bir şey kalmamıştır anlıyorum… Yüz yıllık bir duvar nasıl parça parça soyunursa boyasından, nasıl ilk halindeki renksizliği teşhir ederse soyunduğu yerden, içimdeki ve dışımdaki tüm uhrevî hislerden öyle soyundum. Renksiz ve manasızım şimdi. O gamlı musikide olduğu gibi her gamlı musikide elimde öylece boyun büküp oturmaktan başka bir şey kalmamış. Talih bu. Uzaklaşmak yakınlaşmak için midir her zaman?

*


Bakışları delip geçen ve insanın aklında takılı kalmış ne varsa yerinden söküp alan, korkunç, baş döndürücü ama umarsız bir sona doğru koşarak gitme isteği saklı bu yansımada. Kendimi izlediğim en küçük ayna, en büyük korkum olabilir. Olmalıdır da. Hiç bir dile sığmayan bir dille konuşmak için bahaneler aramak ve en sonunda aynanın ortadan ikiye çatladığını, ya da pürüzsüz yüzeyinden parlayan bir kıvılcımla tutuştuğunu görmek. Kırılan ve tutuşan yansıma mıdır yoksa?

Havva, Adem’in aynasıydı, çarmıh İsa’nın, dağ Musa’nın, balık Yunus’un, taş Sisifos’un, Daedalus, İkarus’un… Hepsi birbirinin aynasıydı. Deniz göğün, gök yerin, kağıt kalemin, ölüm yaşamın aynasıydı. Tüm tükenen şeyler aynalarda gizliydi. Tüm ölümü çağıran şeyler… Ve oradan çıktığı an, yani tükenen şeylerin yansımasının büsbütün gerçekliğe (sahiliğe) kavuştuğu an, derin ve hakiki bir hiçliğin ortasındayız demektir. Başka bir gerçeklik yok gibi değil mi?

*


Kuzey ışıkları güneşte yaşanan beklenmedik bir patlama sonucu dünyanın dört bir yanında görülüyor. Sadece belli bir coğrafyaya has olan bir tabiat olayı da bir musibet neticesinde genelleşerek tüm hususi kıymetini yitirdi. Artık kuzey ışıkları herkesin. Genelleşen her şeyin sıradanlıkta erimesi ve tabiatın popüler bir nesne olarak tezahür etmesinden daha büyük bir kıyamet alameti düşünülebilir mi?

*



Hissetmeyi tasarlayarak atılan bakış, duymanın, görmenin ve bilmenin ötesindedir. Artık orada içgüdüsel bir yönelim devreye girer. Kelimeler ufalanır, mantık tahlil edemez hale gelir. Aklınıza gelebilecek her durumda olur bu. Başını kaldırmış saate bakan bir kadının yer aldığı oldukça grenli siyah beyaz bir fotoğrafta da, yıllar önce dönülmüş bir köşe başında da, perdelerin arkasında görünen solgun gökyüzünde de. Artık o sizinle değil, sizden bir parçadır. Dünyayı hissetmek, yaşamayı hissetmekle aynı anlama gelmez çoğu zaman. Eğer gelseydi bu mistik ve metafizik olan her şeyin inkârı anlamına gelirdi. Ama dünyadan gelip geçen bir manzara, bir olay, bir durum, belki eski bir hatıra, hisler vasıtasıyla bizi kendisine katmaya muktedirdir.

*


İlaç poşetleriyle boğuşan eğik gövde, bugün insanlık denen trajedinin bahçesinde, sıkıntı toprağında büyüyen o tuhaf çiçeklerin derlenme günü. Kan, intikam, sebepsiz vahşet ve çıldırtıcı baş ağrısı. Üstümüzü başımızı altın tozuna bulayacak gibi gelen sıcak, taze ve esrik gündüzlerde, bir sahil boyu uzanacak yalnızlıkla birlikte, bugünden bir asır sonrasını hayal etmenin, -buna cüret edebilmenin- çaresizliğiyle gelen hüzün. Elde bir şey yoktur. Elde hiç bir zaman bir şey olmaz.

*


Çemberin içinde ve dışında olmak. Kuantum fiziğinin içindeki o bilinmez, bilinse de çözülmez çelişki. Gözlerimi yeniden dünyaya ilk kez açmış gibi olmak ve her şeyin sırrını bilmek için geçmişi çevreleyen kaç çemberi aşmam gerek içimdeki? Mekan duygusu ruhumun eklemlerine kancasını geçirmiş ve onu daima başka yerlere (hatta geleceğe) sürüklemeye çalışıyor. Kitapların kapağını bir tür bıkkınlık, belki de istifra etme arzusuyla kapatıyorum. Yeni bir yara için eski kabukları elimle koparmanın ahmakça bir iş olduğunu anladığımdan beri eski ben değilim. Çember nerede? Çemberlerin neresindeyim?

*


Mayıs sıkıntısı diyorlardı ya, aslında dile gelmediği zaman güçlü bir sıkıntı olduğunu anladım bu sıkıntının. Kalın, yoğun ve ılık. Geçmiş mayıslarım geçiyor gözümün önünden. Bu ayın, ayan beyan sıkıntısını dile getirdikçe onu seyreltiyor, inceltiyormuşuz aslında. Şimdi sustukça bu sıkıntının içinde yüzüyorum.

*


Saat gece yarısını çoktan geçmişken, belli belirsiz, yırtık pırtık bir sarhoşlukla, geçmiş olan tüm şeylerin üzerine düşünülerek uyunan bir uykunun sonunda güneşli ve berrak bir sabah varsa eğer; artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmamasına doğru yönelen güçlü bir nedenselliğin varlığını duyumsarsınız. Bütün acemi kararlar böyle uykularda olgunlaşır. Bütün yaşamın külfeti böyle uykularda kalır. Sanki bir cımbız uzanıp üzerinizden sizin kabuğunuzu çekip almıştır ve siz mahmur gözlerinizle hayata dair yeni bir manzaraya dalıp gidersiniz.

*

Bin türlü dönemeci var yaşamanın, işte o bin türlü dönemecin birinden dönüp, silinen gövdeleriyle, çarçabuk, sessiz ve şikayetsiz buralardan gidenler… Rüzgara başını teslim edenler… Yağmura gecelerini sunanlar ve sokak lambaları altında, henüz doğmamış bir günün erken hayalini kuranlar… Eski safsatalar ve tarihe ait olan bir sürü kıstasla şekillenen o eski mazbut, uysal ve safdil kalbimiz bizim… Kendimizden başka yitirecek bir şeyimizin olmamasını, yaşam hakkımızı da yitirmemiz olduğunu unutmuş görünüyoruz. Dönemeçler artık bir kurtuluş.

*


Rüyamda üzerinde kabartma motifler bulunan bir mezar taşı… Mitik sahneler mi? Güneşli bir havada yemyeşil yaprakların ardından görünen bu mezar taşına bakıyorum. At arabaları, sakallı adamlar ve bazı tuhaf hayvanlar, önümdeki bir tepecikte yükselen o kum rengi mezar taşının üzerine büyük bir ustalıkla işlenmiş. Hemen not defterime sarılıp, aceleyle: ‘Bilmem kimin mezar taşının güneyinde…” diye not alıyorum. Telaşlıyım. Birilerine bu mezar taşını anlatmak istiyorum. Derhal eski bir arkadaşın yanında buluyorum kendimi. Anlatırken yoruluyor ve yarıda kesiyorum. Uyanıyorum.

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak