Dönencede Sayhalar: Nisan – 2024

Fritz Eichenberg, “City Lights” / 1934

İstemsizce, sanki hışımla yağan bir yağmur gibi şöyle diyorum:

Bence insanın istekleri ya da eksikleri dahi koşullara bağlıdır. Elbette bencilliği de. Ben meseleye her zaman şöyle bakıyorum: Bence her insan bencil olabilir ama sevginin de kademeleri var. Bencil olmayı aşan, hatta sessizliğin içinde her kutsallığı, farkındalığı, erdemi aşan, yani bir çölün ortasında beraber susuz kalıp ölmeyi bekleyen ve gerektiği zaman o çöle beraber lanet okumayı da içeren bir sevgi var. Bu kan bağı ile ya da insanın bencil olması ile de ilgili değil. Biriyle beraber doğmak arzusunu bilemedik ama biriyle beraber ölmek isteyebiliriz.


*


Şimdi ışık ve yumuşak tonlu renkler ortasında, kendisinin içindeki karanlıktan bir müddet izinli bir mahkum gibiyim. Bu dekor şimdilik istediğim gibi tasarlanmış. İfade edilemeyen şeylerin unutulmazlığı ve geçmişin her zaman mevzubahis olacak efsununu düşünüyorum. Her nedense bir kitaba başımı verip de saatleri ardımdan sürükleyemiyorum. İnsan nerede çaresiz kalır ve insanı zamana mecbur kılan nedir? Başımda dönüp duran şeyler bunlar. Bir de tebessüm etmeye gayret ediyorum tabi.


*


Fritz Eichenberg’in ‘City Lights’ının içinde bir figür olmanın teslimiyetle perçinlenmiş ve aslında yüklerinden kurtulmuş buhranı. Sadece baş döndürücü kalabalık ve buhran. Dünyevi başka bir şey yok. Herkes her şeyden arınmış gibi.


*


Başımı kaldırıp baktığımda gök yüzünde çatlamış damarlara benzeyen ince ağaç dalları ve sanki onlardan usul usul sızan akşam kızıllığı…
Geçmiş zamanlardaki bir zaferden miras kalmış gururlu bakışlarına rağmen yüzünü nereye çevireceğini bilmemek bir insanın kıyameti gibi geliyor bana. O zaman çatlamış damarlara benzeyen ağaçlar ve onlardan tortulu bir kan gibi sızan kızıl akşam da, sonsuzluğu anlatan güçlü bir senfoniye dönüyor.


*


Sarkazm ve romantizm arasında vahşice tatmin olmaya çalışan bir rağbet kültürü var. Bir gün dudaklarda dolgun bir tebessüm yaratacak kadar meseleleri abartma, bir gün ise umudun kesildiği yerden dikkat çekme arzusuyla bir şeyleri idealleştirme ve o şeyleri yine kaybedilen bir değer olarak sunma. Kural böyle. Ortası yok. Ortası hiç olmadı. İnsanlar, ya gülmek ya da ciddiye almak arasında tutturamadıkları dengenin, ifade biçimlerinin bir zenginliği olduğu hususunda kendilerini kandırmakta oldukça mahirdirler.
Şöyle düşünelim, rahat ve geniş koltuklarımızda bir meseleye kıpkırmızı kesilip katıla katıla güldükten sonra coşkumuz kesik öksürüklerle sönerken, yüzümüzde yeniden oluşan ciddiyetle birden şöyle diyoruz: “Sırada ne var?
Gülmek ve ciddi kalmak arasında tavrımızı tayin etmenin mühim bir iş olduğunu biliyoruz. Bir gün ağlayıp, bir gün gülmenin, hayatın esas trajedisi olduğunu hissediyor ama meselelerin birbiri ardınca esen rüzgarıyla bunu unutuyor yahut unutmak istiyoruz. İfade biçimlerini, içimizde, hakikati fark eden o bilge hissi ortaya koyarak bir çırpıda boşa harcamaktan kaçınıyoruz. Hakikatin yüzümüze bir kapı gibi kapanmasının getireceği boşluktan ve çaresizlikten korkuyoruz.


*


Nerden esti bilmem, Peride Celal’in öyküsünden uyarlanan, başrollerini Türkan Şoray ve Rutkay Aziz’in oynadığı 88 yapımı “Ada” filmindeki şu söz geldi aklıma:

…başımdaki uğultuyu dindirmek için insanlara ihtiyacım var benim.

İnsanlar hem zehir, hem de panzehir. Hem içimizde, hem dışımızda. Ne büsbütün insanız, ne büsbütün onlardan ayrı ve bir türlü bulamadığı yörüngesini aramaktan yorgun düşmüş birer uydu. Her şey çetrefilli bir olaylar zincirinin içinde dönüp duruyor. Geriye kalan tek şey: Başımızdaki uğultu. Onu insan olduğumuz için duyuyor, insan olduğumuz için sebebini başka insanlarda arıyoruz.


*


Bazı geceler ruhumu eski çaresizliklerimle süslerim. Sanki göğüm yerinde durur, ben o göğe çürük bir iple asılmış ağır ve paslı yıldızlar dizerim. Her biri düşüp tuz buz olacak gibi gelir bana.


*


Doğduktan sonra hayata, sonra yaşamaya ve en son da ölüme alışmaya çalışıyoruz. Ömürlerimiz daima alışmaya çalışmakla geçiyor.


*


Ağaçlar güneşi görünce tahmin ettiğimden daha hızlı yeşeriyorlar. Dün penceremden baktığımda kupkuru ağaç dallarına gözüm takılmıştı. Bu sabah tedirgin ve çocuksu bir yeşil serpiştirilmişti bu dallara.


*


İnsanların sadece başı boş hareket etmekten ibaret içgüdüleriyle hınca hınç doldurduğu bir meydanın köşesinde yere bakarak sessizce oturmanın hazzı.


*


Bugünlerde her şey hakkında çok “kurak” hissediyorum. Sanki bir felaket hissinin gerçekleşmesine doğru dolu dizgin gidiyoruz. Kocaman bir kaos ortamıza birden bire bırakılmış gibi. Patladı patlayacak. Hiç bir şey huzura dair en ufak bir ümit vermiyor. Hayatın içinde düğümlenmiş bir şey var ve bizim şu hassas tırnaklarımızla bu zorlu düğümü çözmemiz mümkün değil… Her şey tasavvur ile gerçeğin arasında gibi. Muğlak anlayacağınız.


*


Tatminsizlik, hadsizlik, umursamazlık ve yeri geldiğinde en koyu geceden daha karanlık bir sessizliğin içindeyim. Şiirselliğin yapmacıklığı değil tüm bunlar, hakikaten, olduğu gibi böyle.


*


Sabah uyandığımda kendi kendime şöyle mırıldanıyorum:

-Bir şair kendi resmini çizemediğinde ölür.
-Kendi şiirini yazamadığında yani?
-Hayır, kendi şiirini yazamayıp, kendi resmini çizmeye çalıştığında.


*


Kusursuz bir vertigo üzerine düşünüyorum. Sersemleyen başların yeni tomurcuklanan ağaç dallarının altında soluk soluğa bir fenalık hissiyle kendilerini yitirecekleri bir vertigo. “Bir otuz yıl daha yaşasam ne hızlı geçer” diye düşünerek uyandığım bir sabahın ilk kahvesini içerken aklıma geliyor bu. Biri tam da tarif ettiğim bu vertigoyu akıp giden hayatın içinde bir şekilde yaşasa ve ben de onu meraklı gözlerle bir köşeye çekilip izlesem. Varlığın en büyük dramı buna benzer bir şey olmalı.


*


Kıyasıya insan. AVM’nin eski kubbelere öykünerek şimdi bir sırrın yoğunluğunu ve külfetini “uygarlığa” uyarlayan camlı tavanının uzandığı geniş meydanında yürüyorum. Bir fısıltı bile kat kat büyüyor burada. Burayı tasarlayanlar, bu çatının altında mahremiyetin yerinin olmadığına dair kesin ve katı bir tutum içindelerdi anlaşılan. Tıpkı akustik marifetiyle bir mabedin içinde nefes misali kesik kesik edilen en sessiz ve gizli duaların bile kat kat büyüyerek göğe yükselmesi gibi. Kalabalıktan mahremiyetini gizle(ye)meyen insanın, her şeyin ve herkesin ortasındaki fark edilmeyen mahremiyeti. İnsan olmanın sıradanlığı. Alışılmış ayıplar ve takdir edilmekten kurtulmuş doğruluk.


*


8.22’de sigara içmek için uyandım. Dün kurşun rengi bir deniz ve ağır bulutlarla perdelenen karşı kıyılar, bu sabah altın yaldızlı şahane bir sırma ile süslenmişti.


*


Gündüz vakti, dışarıda baharın neşesiyle ötüşen kuşları duya duya gözümü kapatıp uyku ile uyanıklık arasında şöyle düşünüyorum: “Acaba elimizde birden fazla hayat hakkı olsaydı ve öldükten sonra başka bir hayatta mutlaka var olacağımızı kesin olarak bilseydik; kendi elimizde var olan hayattan sıkılınca yine de pek kolay bir şekilde ölmek ister miydik? Yoksa bizim korkumuz yok olmaktan ziyade, ölümün bizzat kendisine duyulan dolaylı bir korku mu?” Akşam olunca bir yerlerde Pascal’ın şu sözüne rastlıyorum: “Önce önümüze uçurumu görmemizi engelleyecek bir şey koyar, sonra hiç aldırmadan uçuruma doğru koşarız.” Pascal’ın sözünü de göz önünde bulundurursak, hayat, ölümün önüne, onun görünmesini engellemek için konulmuş bir şey olabilir mi?


*


Ateş mavisi bir yıldız gibi olduğu yerde parlayıp sönen bir hareketten ibaret tüm tavrı. Usul usul insanın içine işleyen bir şey. Kurnaz ama mahcup. Yine de kimi zaman ilkel ve cüretkar. Tabiat onun ruhuna cömert davranmış olmalı. Bir çırpıda unutuyorum şimdi. Hayır hayır, unutmak değil, umursamıyorum. Asfalttan kalkan incecik bir toz bulutu yeni açmış yaprakları hareliyor. Gördüğüm, yeşilin ve tozun dansı. Güneş ve kendi teriyle parlayan tenin dansı. Sessizliğin ve güzel tınıların dansı. Mahmur bir bakışın uzandığı yolların dansı. Uykunun ve kabusun dansı. Örümcek ağlarının leylek yuvalarındaki dansı. Salınan ve yine çevik bir şekilde toplanan; gevşeyen, eğilen, bükülen, nefes alan, nefes veren, inen ve yükselen her şey… Yaşam ve ölümün dansı.


*


Geçtiğimiz aylarda (şubat olmalı), bir deftere nostaljik duyguların hakimiyetindeyken şu satırları yazmışım. Nedense bir kenarda kalmış, unutmuş ya da unutmak istemişim:

Bir toprağın sinesine mahfuz olmuş gibi içimde kendi hayatını kendi sermest başıyla idame ettiren bir elemin bana buyurduğu istikametteyim.

Ah bu istikamette her şey ne kadar yeni. Sanki gözleri ilk kez gün ışığına maruz kalmış bir yavrucağın çığlığına ya da çıplak derisine, bilmem hangi dağın eteğinden çıkıp gelen rüzgarların değmesiyle ürperen bir kuşun, aylar sonra o rüzgar vasıtasıyla kanat çırpacağından habersiz oluşuna benziyor her şey. Yeni, meçhul ve iç içe.

Bir tek elemin tabiri malûm ve bir tek o, tüm yeniliklerin müsavi bir şekilde uzandığı bu yolda her daim en yeni olmaya muvaffak olabiliyor. Her vakada yeni bir şekle bürünüyor, her neşenin içine, o neşenin rengini alarak nüfuz edebiliyor. Bîtâb düşmüyor, doluyor, taşıyor, benim içimde, benden daha çok yaşıyor.

Bir topraktan ibaret olduğumu idrak ediyorum. Bunu idrak edince her şeyin beyhude olduğunu tefekkür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Sanki mütevekkil başımı her köşe başında genç ve mütebessim görerek, içimde yenilenen elemin geçmiş zamanda bıraktığı izleri yeniden takip ediyorum.

İçimde mahfuz bu elem ve bana buyurduğu istikamet hep var mıydı? Ben çocuk yaşımı bir ceviz ağacının gölgesindeki rüyalarda yüzdürürken, bir hararetle sızlayan başımı duru yastıklarda avuturken içimde uzayan istikameti hiç mi görmemiş, tüm bu hezeyanlar içinde hiç mi fark etmemiştim?

Elem… Bu kelime benim her telaffuzumda dudaklarımda şahane bir musiki gibi terennüm ederken hiç mi düşünmemiştim?


*


Black Sabbath’ın “Heaven and Hell” albümü dünya müzik tarihindeki en şahane albüm kapaklarından birine sahip. 80’li yılların atmosferinin ötesinde görürüm bu görseli. Sigara içen üç umursamaz melek. En sağdaki melek sigarayı dudaklarına götürmüş, bir elinde iskambil kağıtları. Diğer iki melek ona bakıyor. Uhrevi olan ile manasızlığın bir araya gelmesi. Umursamazlığın kutsiyeti adeta. Harekete geçmek için zaman dolduran ve verilecek görevi beklemekten sıkılmış üç dünya üstü varlık. Bu albümdeki favori parçama gelirsek… “Die Young” derdim geçen senelerde ama nedense bugün bakınca “Lonely Is The World” kesinlikle favorim. Solosu bile bir başka. Sözleri ise müthiş. Şarkının son sözü: “Maybe life’s a losing game” Yeteri kadar ironik.

Email adresiniz paylaşılmayacak