YIKINTILAR ARASINDA |Göğün ve Yerin Arasında Umarsızca Öğütülmek

“Hayatta kalanlar, ölüleri düşünmeye devam eder.

Öyle ya da böyle, bu böyle devam eder.”

Drive My Car

Kışın olağan soğukluğuyla yaşandığı, sıradan günlerden biriydi beş şubat. Kısa tatilimiz o gün bitiyordu ve sonraki gün okullarımıza dönmüş olacaktık. Kapalı ve depresif havaya rağmen dışarı çıkmakta hiç tereddüt etmeyip en yakın AVM’den kendime bir çift eldiven ve iki hikaye kitabı satın aldım. Henüz kaldırılmayan yılbaşı süsleri büyük caddenin girişindeki vitrinlerden ve kavşaktaki ışıklı ağaçlardan ne de tatlı görünüyorlardı. Alışveriş dönüşü hava açmış, öğlenki soğuktan eser kalmamıştı.

Güneş yüzünü don tutmuş karlı bahçe yoluna, yalnızca bir iki defa gösterdi ve mozaik taşlar adeta klorakla yıkanmış gibi, pırıl pırıl parladı. Yol boyu gövermiş küçük çam ağaçları da güneşin alacasından ve ısısından aldığı canla tıpkı insanlar gibi silkelendi ve karlarından temizlendiler.

Eve girdiğimde tatlı anneciğim kahve molası vermişti kendine, sabırla minik parmak lahanalar sarmış ve tencereyi ocağa sürmüştü çoktan. Önceki yıl kalbi teklemiş ve o sıralar iyi olan babam ise açık çay ve etimekleriyle yetiniyordu anneme eşlik ederken.

Odama geçip biraz uzandım. Aldığım hikaye kitaplarını inceledim ve ilk önce hangisini okuyacağıma bir türlü karar veremedim. Abim eve her zaman olduğundan erken döndü. Birlikte yemek masasını hazırladık ve ailecek yemeğe geçtik. Babam sofrada ilk defa hastalığını öne sürmeden heyecanla dolu bir tabak istedi. Bunu duyan annemin neşesi hemen yerine geldi ve karşılıklı iltifatlaşıp gülüştüler. Yemek sırasında ablam görüntülü aradı. Muzırlık yapıp en sevdiği sütlü tatlıyı gösterdim masadan. O da nazlanıp şirinlikler yaparak önümüzdeki hafta bizi ziyarete geldiklerinde aynı menüyü görmek istediğini söyledi anneme. Bebek yeğenimin yeni kesilmiş perçemi oval yüzünü iyice ortaya çıkarmıştı. Nezleden kızarmış burun delikleri hapşırdıkça genişliyordu ve elinde oyuncağıyla ekranda bir görünüp bir kayboluyordu.

Şirin yuvamızın içi, özellikle yemek yediğimiz salon, tavandan salınan avizenin kısıtlı ışığına rağmen dünyanın en aydınlık ve en sıcak yeriydi o sırada. Etrafıma merakla bakındım, köşe sınırlardaki ledler yanmıyordu ve kombi ılık konumdaydı. Kardeş, ana, baba, birlikte yan yana, emeğin fark edildiği ve değer gördüğü, sevginin cömertçe ifade edildiği, “büyük” bir aileydik, öncesinde ve o anda. Ocağımız, kurmayı başardığımız derin bağlarla, aydınlanmış ve ısınmıştı mutluluktan.

Şimdi, anneme niçin olduğunu bilmeden, uzun uzun özlemle baktığımı hatırlıyorum. Babamı art arda soru yağmuruna tutarak, hiç hoşlanmadığı siyasi konularda epeyce darlamıştım uyumadan önce. Abim sınav tarihini hatırlatarak tatilin bittiğini ve daha çok çalışmam gerektiğini tekrar etti. Odama geçip rutin testlerimi çözdüm. Arkadaşlarımın mesajlarına cevaplar yazdım, en çok sevdiğime kalpli ve öpücüklü iyi uykular mesajı yolladım. Ve kitabın sunuş bölümünü okuyup bitirmiştim ki beklenmedik bir şekilde üşümeye başladım. Hava birdenbire ayaza kesmişti, pijamamın üzerine uzun kadife sabahlığımı giyinip yeniden yatağa geçtim. Isınır ısınmaz uyuyakalmışım.

Ne kadar uyudum bilmiyorum, korkunç bir sarsıntıyla uyandım. Annem, “Uyan Çiçek.” diye girdi odaya, “Evden hemen çıkıyoruz.” dedi ardından. Abim ve annem kapıya yönelmişlerdi ki, merdiven duvarları aniden çöküverdi basamaklara. İçeriye doğru hızla odalardan birine yöneldik, babam o sırada koridorun diğer ucundaydı ve yüksek sesle dualar ediyordu. Dışarıdan boğuk çığlık sesleri yükseliyordu. Dünya başımıza yıkıldı o anda, tavan ve duvarlar kırılıp üzerimize çöktüler. Annem abim ve ben yan yana, uzun bir süre sessiz ve baygındık. Sonra bir toz bulutunun içine uyandım canım hiç yanmayarak, kirpiklerimdeki tozu savurmak için ellerimi kullanamıyordum hiçbir şekilde. Ben de nefesimi üfledim birkaç kez dışarı doğru ve gözlerimi hızla kırpıştırıp açtım ki, tozu dağıtıp daha iyi görebileyim. Ağzımdan o an sadece “an” hecesi çıkabildi, iki kez art arda, korkudan dilim tutulmuş olmalıydı ki bir nefeste “Anne!” diyemedim.

Sesler çatırtılar duyup kısa süreli uykulara dalıyordum, rüyalarımda bu korkunç depremin rüya olduğunu görüyor ancak uyandığımda gerçek olduğunun farkına varıyordum. Kaçıncı uykum ya da baygınlığım olduğunu bilmiyorum, derin olan birinde yeniden güçlü bir sarsıntıyla uyandım. Bu artçı sayılmayacak şiddetteki deprem, elbette ikincisi olmalıydı. Yıkıntılar arasındaki sıkıştığım alan yön değiştirmişti o sarsıntıyla ve artık dalmıyor, uyuyamıyordum. Biraz dayanmam ve umutsuzluğa düşmemem gerektiğini düşünüyor, hepimizin çok kısa sürede bu yıkıntılar arasından çıkarılacağımıza inanıyordum. Üst kat ve yan kat komşularımızdan tanıdık olanlarının seslerini işitiyordum arada bir. Düşüncelerim allak bullaktı. Konuşabilirsem ve yardım için dışarıdakilere bağırabilirsem eğer, onlara ne söyleyeceğimi hiç bilmiyordum. Misal, ablam yetişebilmiş miydi Malatya’dan buraya, ya buradaki akrabalarım da bizler gibi yıkıntılar arasında mı kalmışlardı ki her yer böyle sessizdi. Ablam sesimi duyduğunda ve bana sorular sorduğunda, annemin, babamın, abimin sessizliğini o sırada neye yoracaktım ve o bitik halimle bunu nereden bilebilirdim? Gerçekliğin rüya ve düşlerle karartıldığı, kendimin bile cevaplayamadığı tuhaf sorular, o son sıcak hatıralarımıza karışıp gidiyor, beni bir parça sakinleştiriyordu.

Çok susamış ve acıkmış olduğumu hissettiğim bir sırada ambulans sirenlerini duydum ve çok heyecanlandım. Yıkıntıların arasındayken aylar geçmiş gibiydi. Sahi, kurtarma ekipleri nerede kalmışlardı ve neden bu kadar gecikmişlerdi ki? Çok sıkıldığım zamanlarda boş gözlerle izlediğim tavan o an gözlerimin önündeydi ve yıkılırken kabaran bölümlerini haritalardaki kıtalarla özdeşleştirmeye çalışıyordum, umutsuz düşüncelerimi kovmak ve susuzluğumu bastırmak için. Ellerimle bir parça ekmeği bölerek ağzıma götürmenin hayaliyle, durmadan egzersiz yapıyordum. Bu güçlü tektonik dalgalar bölgedeki birçok şehri etkisi altına alarak bizim küçük Atlantis’imizi de silmiş olabilirdi haritadan. Uygar ve medeni sandığımız yerleşim alanlarının bir gecede ve bir anda tuz gibi dağıldığına tanıklık etmiştik acıyla. Oysa bu çağda insanlık, mesleki etiği korudukça ve çalışmalarını o yönlü devam ettirdikçe her türlü afet karşısında dayanıklı yapılar yapabilecek güçteydi ki, bunu başka şehirlerin deprem sonrası ayakta kalan yapılarından biliyorduk.

Ah on sekiz yaşım, gençliğim. Sevgi dolu iyi kalbim. Bu dünyanın insanlarıyla ve tabiatla çok az tanışıklığıma rağmen onlarla bütünleşip hiç kopmak istemeyişim. Felaketlere yıkıma savaşa ve ölüme hiç hazır olmayan ruhum ve körpe bedenim.

İşte o altıncı gün, çıkarılmamıza ramak kala, bize ulaşan ekiplere, kuruyan dudaklarımla enkazın altında neler yaşadığımızı, ümitle nasıl beklediğimizi usul usul anlatmayı düşündüm. Yapamadım. Kıpırtısız yatıyordum bana dokunduklarında, gücüm tükenmiş ve gözlerimin ışığı sönmüştü çoktan. Ablamın gözyaşları ve haykırışları karşısında, çıkarılıp yan yana dizildik.

Üzerinden tam iki yıl geçmiş olmalı, ilk gittiğimizde Safvan Türbe, tüm güzelliğiyle bana Büyükada’yı hatırlatmıştı. Tüm çevreyi sanki onun kıyılarından izliyor gibiydim. Şehir, batı yönünde çok ötelerden görünüyordu, Nemrut Dağı, Karakuş Tepesi ve eski Samsat, doğumuzda kalmışlardı. Annem babam abim ve ablam, ne çok huzur bulmuştuk orada kaldığımız sürede.

Ayrılık apansız çalmıştı kapımızı. Deprem, bizi ve başka nicelerini sevdiklerinden ve hiç kopmak istemediğimiz o şirin çehreli dünyadan ötelere savurmuştu. Bizce artık ayrılığın diğer adı, deprem demekti. Geride kalanların ve bizim kendimizle birlikte, gittiğimiz yerlere götürdüğümüz onulmaz yürek sancısı.

Biz şimdi o türbede, dağın eteklerinde abim ve ben, anne babamın yanı başında, bizi kucakladığı ve tek bir an sevmekten geri durmadığı toprağımızda, sonsuz uykudayız. Ablam ve sevdiklerime duyduğum sonsuz özlemle orada, onların kokusunu çağrıştıran mimoza çiçek rüzgarında ve dağların eteğinde, dünya durdukça beraberiz.

Armen KORKMAZ

Email adresiniz paylaşılmayacak