DÜNYA’YA MEKTUPLAR- I

Sevgili Dünya, mektubuma başlarken tüm samimiyetimi ve şeffaflığımı yüzüne çarpmaktan onur duyarım. Fazlasıyla sinsi ve korkaksın. Yaşamak denen zaman silsilesi içinde süregelen bütün sonlar ve hikâyeler sana mal edildi ve acı, bu senaryoların başrolünü kazanabilecek en etkili  duyguydu. Bitmek bilmeyen savaşlar ve çok da uzun süremeyen barışlar ve dahi ölen binlerce güzel şey, aynı sıradanlıkta devam ederken bizler bu karmaşanın içinde sürüklendiğimiz kaoslarla başa çıkma yolları arayıp duruyoruz. Büyümek diyoruz bunun adına. Büyürken çocukluğumuzu bıraktığımız arka bahçelerin yeşeremeyen nemli topraklarında eski adımlarımızı atıyoruz en olağan hafiflikte. Düşünüyoruz varım demek için tarihin yazdığı adamlardan kopyalar çekerek ve yok oluyoruz var olduğumuz için böbürlendiğimiz her zaman dilimi içinde. En ateşli anları yaşıyoruz, en kederli ve en bok kokan kaderleri. Bunun adına da ömür diyoruz. İsim vermediğimiz tek bir şey yok sen dönerken bilmem kaç kilometre hızda. Sen dönerken bilmem kaç kilometre hızda birbirimizin canını acıtmaya devam ediyoruz. Hüzünlü bir tiradın en olmadık yerinde kahkahayı basarak ironinin Allah’ını yapıyoruz perdelerin ardında. Perdeler… Perdeler ve ışıklar nasıl da muamma! Her şeye rağmen ışıkların altında olağanüstü devleşen bayağı kimliklerimizi saklayabildiğimiz karanlıklar ve maskeler olduğu için şükrediyoruz. Şekil verdiğimiz binlerce beynin sorumluluğundan sıyrılarak sigaralarımızı tüttürüyoruz ve küllerinin nereye savrulup bulaştığını umursamadan kalplerimizi beceriyoruz. Yitip giden binlerce ses küme halinde bozguna uğratmak için geleceğimizi bir araya geliyor ve yaptıkları planlar içinde mağlubiyetlerinden habersiz galibiyet nidaları fırlatmaya devam ediyor. Nasıl da acınası! Yüzündeki renklerin mevsimlere bölünmüş ruh halini yansıtan kareleri günden güne kırışıyor ve buruş buruş olacak o günü görmek için sabırsızlanıyoruz hepimiz. Dahası coşkuyla çirkin bir kadına döneceğin zamanı alkışlara boğmak adına kalbine tükürüp, saçlarını çekip canına okuyoruz. Binlerce piç ve fahişenin daha onurlu olduğu zengin tabakadan arta kalan kaymağı yalama zulmünü keyfe çevirmeyi biliyoruz. Milyonlarca yitik var. Milyarlarca kırgınlık ve belki sonsuz umut… Yıldızlar hala bakireyken Meryem’e ne kadar da benziyor, doğurduğu ışıkların kaynağından bihaber bizler için, değil mi? Lağımda yaşayan farelerin midemizi bulandırdığı gerçeği… Ve onlarla aynı zaman dilimi içinde aynı gökyüzünü kullanacak olduğumuzu bilmek, dahası bunun bir çözümünün olmaması ve doğa denen bütün bu döngülere bağlı olma zorunluluğu bizleri fazlasıyla güçsüz kılıyor. Yazmak kurtarır mı? Sevmek? Bize verdiğin dersler arasında en hazmedemediğim samimiyetsizlik sanırım. Bunu normalleştirmek öylesine basit ki senin için. Aynı fabrikadan seri üretimle aynı beyinleri ve kalpleri doğuruyorsun. Rahminde beslediğin genlerin diziliminde tek bir farklılık yok. Yalvarıyorum bir tane üretim hatası çıksın diye. Özün orjinalliği akla gelsin diye… Bütün bu sıradanlık ve rutin kaderler beni çıldırtıyor. Mide bulandırıcı! Yapmacık gülümsemeleri en samimiyetsiz yerlerinden vurup, paslanmış beyinleri dağıtmak istiyorum. Hain gibi kokan bütün muhbir kalplerde  soykırım yapmak ve faşizmi, güzelliği kurtarmak adına meşru kılmak! Çirkinin kaderi var olsun diye güzeli yaşatma mecburiyeti ve belki de tezatların düşmanca görülen dostluğu… Karmaşanın içinde yatan ve bir türlü göremediğimiz yalın basitlik. Sonu ve başı olmayan miller. Pas ve kan kokan tutkular. Ve sen, Dünya! Nasıl da korkaksın.

Email adresiniz paylaşılmayacak