HEARTBREAK HOTEL

Harikalar diyarında Alice bir süre ilerledikten sonra yol ikiye ayrılır ve tavşana sorar:

“Şimdi nereden gideceğim?”

Tavşan şöyle cevap verir:

“Nereye gideceğini bilmiyorsan nereden gittiğinin bir önemi yok!”

Kırılgan bir dönemdeyseniz -ki çoğumuz şu an öyleyiz- bu yazıya burada ara vermenizi tavsiye ederiz. Çünkü: Die Welt ist eine Hölle für zarte Herzen (Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir) -Johann Wolfgang von Goethe

HEARTBREAK HOTEL

Siyah Kaplı Defter (Wrigley Hostel-Chicago)

“İstersen” dedi, “filmi burada sonlandırabiliriz. Uçuruma doğru süreriz sonra ve…”

Haftalar sonra Siyah Kaplı Defter’in gelişigüzel bir sayfasını açtım ve bir çırpıda şunları yazdım:

Neden bu şehre geldiğimi sordu. “Küçük bir mesele için” diye kestirip attım. Tavırlarımın, Arayış’a kendisini kaptıran birisini andırdığını söyledi. “Arayış” sözcüğünü duymak bende ani bir reaksiyon uyandırdı. “Evet, önemli bir Arayış var” dedim. “Hatta etraflıca, çok büyük bir Arayış bu!”

Saatlerdir dinmeyen yağmurun etkisiyle sokakta yazmak olanaksızlaştığı için daha fazla devam edemedim. Sayfa sırılsıklam olmuştu. Bir hostelin girişindeydim: Wrigley Hostel. Son iki hafta boyunca kesintisiz olarak birkaç saatten fazla uyuma şansım olmamıştı. Son üç gündür ise gözümü hiç kırpmamıştım bile… Birkaç gün önce, bir cafede kahve içen bir kadın doğrudan gözlerime bakarak “Aradığın şey mutluluk mu” demişti ve ben “Hayır, mutluluk bazen çok sıkıcı olabiliyor” diye karşılık vermiştim.

Wrigley Hostel, Chicago

Acilen dalmam gerekiyordu, tekrar ayağa kalkabilmek için… Hostelin en ucuz odasında kalacaktım, 8 kişilikti. İçeri girdiğimde benim yaşlarımda bir backpacker vardı sadece. Beni görünce “Ben Marcel” dedi, elini uzattı. “Ben de Enjolras” diye karşılık verdim. Sırt çantamı ranzanın alt katının yanına bıraktım.

“Birkaç saat uyusam sanırım iyi olacak,” dedim. Saat 14.00 civarı olmalıydı. Gözlerimi kapattığım gibi dalmam bir oldu.

Aynı düş, üçüncü kez karşıma çıktı. Yanımda, O vardı. Külüstür bir Ford’la Hollywood Sign’a giden dolambaçlı bir yolda ilerliyorduk. “İstersen” dedi kıkırdayarak, “filmi burada sonlandırabiliriz. Uçuruma doğru süreriz sonra ve…”

Bu sırada uyandım. Gözlerimi açtığımda, karşıdaki ranzanın alt katında Marcel’i gördüm. Elinde bir kitap vardı. “Enjolras,” dedi, “bir an için hiç uyanmayacaksın sanmıştım.”

Saati sordum. “14.35” diye karşılık verdi. Bu kadar karmaşık düş 35 dakikada yaşanmış ve bitmiş olamazdı.

“24 saattir uyuyorsun dostum! Sonunda öykümü anlatacak birini buldum diye heyecanlanmıştım. Ancak bu kadar uzun süre beklemek, aklımın ucundan bile geçmemişti.”

“Zihnim geçici bir kısa devre yapmış olmalı” diye karşılık verdim, “ama şu an dinlemeye hazırım.”

Ve anlatmaya başladı.

Chicago-Minneapolis Asfaltı

Ertelediği her şey insanın ruhunda bir boşluğa yol açar. İşte insanı yok eden de o boşluktur. Gerçek olan tek AN, şu AN! Zamanı elimizde daha fazla tutamayız. “Tutku bekleyemez” der Nietzsche.

6 ay önceydi. Onunla ilk defa bir Torrent paylaşım sitesinin Chat odasında konuştuk. İkimiz de The Walking Dead’in yeni bölümlerinden birisini indiriyorduk. Bir saat boyunca dizi üzerine konuştuktan sonra adını sormuştum. “Mia” diye karşılık vermişti, “peki sen?”

“Marcel” demiştim ben de… Mia, Minnesota’da Minneapolis’te yaşıyordu. Ben Chicago’daydım. “Şimdi bir Greyhound’a (ABD’deki en büyük otobüs firması) atlayıp gelsem, 9 saate orada olacağım demek ki” dedi.

“İlginç bir tasarı gibi görünüyor.”

“Biraz bana tasarılarından bahset, bir saat boyunca The Walking Dead üzerine konuştuk ve adından başka bir şey bilmiyorum.”

“Aslında” dedim, “New York’a gitmeye hazırlanıyorum ben. Orada yeni bir başlangıç yapmaya kararlıyım.”

“Wow, beni de götür!”

Konuşma saatlerce devam etti. 19 yaşındaydı Mia, ben 20’ye girmek üzereydim. Üniversiteye başlamış ve bırakmıştım. Ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum. Big Apple (New York yerine ABD’de yaygın olarak kullanılan takma isim) planı şu an için her şeyden daha cazip görünüyordu. Bana ayna temalı selfielerinden birisini atmıştı. Ben de ona kamp yaptığım yerlerden birkaç foto göndermiştim.

“Bu çılgınca” demişti, “hiç çadır deneyimim olmadı!”

Ve fotoğraf göndermeye devam etmişti, lisede bir beyzbol maçında, McDonalds’ta arkadaşlarıyla hamburger yerken, caddede bisikletle ilerlerken… Ve fotoğraflarını gördükçe onu çok yakından tanıyormuşçasına sanki bütün bu deneyimleri birlikte yaşamışız gibi hissetmiştim.

“Her Afro-Amerikan gibi” demişti Mia, “doğuştan caz sanatçısıyım. Sana bir şarkımı atmamı ister misin?”

Ve muhabbet devam etmişti.

“Belki de” dedi bir noktada Mia, “belki de bir otobüse atlayıp Chicago’ya gelmeliyim ve beni Big Apple’a götürmelisin. Ailemle hep sorunlarım oldu, burada devam etmek için bir neden göremiyorum.”

Bu çılgınca bir plandı. Ama konuşma ilerledikçe başka bir seçeneğimizin kalmadığını görebiliyordum. Zaten bir şeyleri zamana bırakan insanları hiçbir zaman anlayamamıştım. Tutku varsa eğer her şey o AN’da olmalıydı. Erteleyenler yeterince inanmamış olanlardı. Ertelediği her şey insanın ruhunda bir boşluğa yol açar. İşte insanı yok eden de o boşluktur. Gerçek olan tek AN, şu AN! Zamanı elimizde daha fazla tutamayız. “Tutku bekleyemez” der Nietzsche.

Aramızdaki mesafeyi kontrol etmek için Google Maps’i açtık. Tam olarak otomobille 6 saat 15 dakika, otobüsle 8 saat 47 dakikaydı.

“E o zaman neden duruyoruz” demişti Mia.

İkimizde de araç olmadığı için yolu otobüsle almamız gerekecekti. “Neden bunu biraz daha hızlandırmıyoruz,” demiştim, “aynı anda çıkarsak eğer yolun ortasında bir noktada buluşabiliriz. Yaklaşık dört buçuk saat sonra bir arada olacağız demektir bu.”

“Hadi öyle yapalım,” dedi Mia.

Harita üzerinden, Chicago ve Minneapolis arasındaki Greyhound duraklarını kontrol ettik. Ortalarda bir noktada, otoban üzerinde yer alan ucuz bir hotel vardı: “Heartbreak Hotel”

“Bu buluşma için daha romantik bir yer düşünemiyorum” demişti Mia.

Ve orada, Heartbreak Hotel’de buluşmak üzere sözleştik.

Part 1: Heartbreak Hotel

Big Apple’a gidecektim. Bütün kaybedenler gibi, orada da bu iş olmazsa bilecektim en azından bu hayatta ve bu gezegende olmayacağını…

Bulunduğum eve en yakın istasyondan bir Greyhound’a atladım. İlk AN’ın sihrini bozmamak için yol boyunca yazışmama kararı almıştık. Onunla 6 saat önce bir Chat odasında tanışmıştık. Ve şimdi bir otobüsteydim. Olağanüstü bir olay olmazsa 4 saat sonra karşımda olacaktı. “Nasılsın Mia” diyecektim, “işte ben Marcel, kendime dair anlatacak fazla şeyim yok. Yola çıkar mısın benimle?”

Canlandırınca bu replik çok saçma geliyordu. Şöyle diyebilirdim ya da: “Mia, aslında önemli olan 90’ların ikinci yarısında ve 2000’lerin başlarında çok popülerleşen Leon’daki küçük kız gibi saçlarını kestirmen de değil ya da ismini Pulp Fiction’ın en popüler ve seksi karakterinden alman da…”

Hayır, bu da çok saçma olurdu. Aklımda karmaşık düşüncelerle Heartbreak Hotel’e vardım. Motel görünümündeki bu ucube yapı ilk anda Bates Motel’i andırmıştı bana. İki katlı, birbirinden bağımsız paralel olarak sıralanan tipik otoban motellerini andırıyordu. Route 66’te çok sayıda vardı bunlardan… Ucuz Hollywood korku filmleri için doğal bir sahne görünümündeydi. Kaydı yapmak için motele yapışık bir kulübe görünümünde olan resepsiyona geçtim. 20’li yaşlarının ortalarındaki bir genç eski model tüplü bir televizyonda video kasetten The Walking Dead’in 2. sezonunu izliyordu. Odaya girmeme aldırış etmedi. Ona Mia’yı tarif ederek, bu görünümde bir kızın benden önce gelip gelmediğini sordum. “Hayır” dedi başını çevirmeden. Yanındaki kutudan bir anahtarı fırlattı ve “numara 13” dedi. “Prosedürleri sonra hallederiz…”

Anahtarı aldım ve sorgulamadan odaya yöneldim. Oda geleneksel otoban motelleri formatında dekore edilmişti. Büyükçe bir yatak, 1980’lerden kalma mobilyalar, bir televizyon, diğer ıvır zıvırlar, küvetli bir banyo.

Bu sırada -aceleci bir telaşla- kapı çaldı. Mia’nın geldiğini düşünerek kapıyı açtım ama karşımda daha önce hiç karşılaşmadığım bir genç kız buldum.

“Marcel” dedi gülümseyerek, “biraz konuşabilir miyiz?”

“Aslında birini bekliyordum.”

“Biliyorum” dedi kız, “gelmem biraz da bununla bağıntılı. Dinlemek istersen, buraya nasıl geldiğimi anlatmak isterim.”

Ben masanın karşısındaki sandalyeye geçtim, o ise geniş yatağın ortasında oturdu. Parmakları endişeli ve ürkekti. Sonra anlatmaya başladı:

“Buraya gelme nedenin ben değilim biliyorum. Mia gelmeyecek. Muzip bir kızdır, bu bizim Mia. Aynı zamanda benim en iyi arkadaşım… Eğlenmeyi sever. Ve evet, senden hoşlandı da… Biz birbirimizden bir şey saklamayız. Özür dilerim, özelin olduğu için ama bütün bu yazışmalar gerçekleşirken ben de onun yanındaydım. O, en baştan gelmeyi hiç düşünmedi. Açıkçası senin böyle bir çılgınlık yapacağına inanmıyordu da…”

Kız anlatmaya devam etti… Bir şeyler içmem gerekiyordu. Buzdolabında birkaç şişe su (Bud Light) vardı.

“Bütün bunlar doğru değil, biliyorum… Mia muzipçe, belki düşüncesizce buna neden oldu. Evden ayrıldıktan sonra seni düşündüm. Aramızda hiçbir iletişim süreci yaşanmamıştı. Başka birisine yazdığın birkaç cümleden ibarettin benim için. Ama garip bir şekilde yazgımın beni buraya sürüklediğine inandım. Mia’nın evinden çıktıktan sonra en yakın istasyona gittim koşarak, bu rotaya giden bir otobüse atladım. Ve şimdi buradayım işte.”

“Ve şimdi buradayız,” diye karşılık verdim. Bir “aptal” gibi hissediyordum tam olarak… Daha da anormali “aptal” olup olmamak umurumda da değildi artık. 4 saat erken buluşmak için bir otobüse atlamış ve Tanrı’nın unuttuğu otobandaki bu hayalet otele gelmiştim. Şimdi karşımda “O” vardı. Adını bile bilmiyordum. Bütün bunlar çocuksu görünüyordu. Belki ben de büyümemiştim tam olarak…

“Bütün bunlar ilginç” diye karşılık verdim, “ama sanırım biraz dinlensem iyi olacak. Çok bitkinim. Sonra devam ederiz belki; belki de…” Devamını getirmedim.

İfadesindeki hayal kırıklığını görünce. “Tanıştığımıza memnun oldum, Marcel ben” dedim.

“Ben de Leia” dedi. Kırılmıştı. Onu kırmak istememiştim. Ama başka yolu da yoktu. Odadan çıkmadan önce duraksadı, bir peçete istedi benden. Masanın üzerinde duran bir tanesini uzattım. Üzerine telefon numarasını karaladı…

“Hoşça kal” dedi.

Leia gittikten sonra yatağa uzandım. TV’yi açtım. Bütün kanallarda NBA finalleri konuşuluyordu. Chicago Bulls yine Play-off yapamamıştı. “Skeyim Chicago’yu” dedim… Birçok kez denemiştim kendi kendime ve her seferinde bu şehirde düşmüştüm tekrar… Gerçek anlamda kendimi kaptırdığım bütün önemli tasarılar bu şehirde sekteye uğramıştı. Big Apple’a gidecektim. Bütün kaybedenler gibi, orada da bu iş olmazsa bilecektim en azından bu hayatta ve bu gezegende olmayacağını…

Bu karmaşık düşüncelerle çantamı aldım, otobana çıktım ve otele yakın olan Greyhound istasyonundan Chicago’ya giden bir otobüse atladım.

“Bazı Öyküler İkinci Şansı Hak Eder!”

Bu, belki de benim hayatımın en önemli AN’ıydı ve benim bunun farkına varabilmem için aradan üç saat geçmesi gerekmişti. Ve otobüs ilerledikçe o AN’dan uzaklaşıyordum.

Kendimi yeniden dört buçuk saatlik bir yolculuğun içinde bulmuştum. İlk üç saat boyunca hiçbir şey düşünmedim. Benzinlikleri, kayıp giden kasabaları, otoban kenarındaki çalılıkları izledim. Ancak -tam olarak üç saat sonra- huzursuzluk bedenime yayılmaya başladı ve Leia’nın bana verdiği peçeyeyi cebimden çıkardım. Neden öyle oldu bilmiyorum ama yazısını görmek beni heyecanlandırmıştı/hüzünlendirmişti. Üç buçuk saat öncesi bir film sahnesi gibi gözümün önünde belirdi. Ürkek ve telaşlı bir ifadeyle Mia’nın yerine kendisinin geldiğini anlatmıştı. “Garip bir şekilde yazgımın beni buraya sürüklediğine inandım” demişti ve ben ona dünyanın en pislik adamı gibi karşılık vermiştim. Onu umursamamıştım, adını bile sormamıştım. Şu an yüzünü anımsamakta zorlanıyordum. Çünkü yüzüne doğrudan bakmamıştım bile. Ve ona hiçbir açıklama yapmadan, onu otobanın kıyısındaki o otelde bırakıp gitmiştim.

Söyleyeceğim hiçbir şey bunu hafifletmezdi, biliyordum. Ama beni affetmesini çılgıncasına istiyordum. Ve ona ulaşmamı sağlayacak tek yol, şu an elimdeki peçetede yazan rakamlardı. Whatsapp’ı açtım ve birçok kere yazıp sildikten sonra tam olarak şunları yazdım:

“Leia, senden özür dilerim. Tam bir pislik gibi davrandım. Şu an zamanı geri döndürmeyi ve seni yakından tanımayı her şeyden çok isterdim.” Ve ‘gönder’ tuşuna bastım.

Otobüs Chicago’ya yaklaşırken, bir an için hayatımın kırılma noktasıyla karşılaşmama rağmen onu oracıkta bırakıp skimsonik hayatıma kaldığım yerden devam etmek için gösterdiğim aceleci korkaklıkla yüzleşiyordum. Bu, belki de benim hayatımın en önemli AN’ıydı ve benim bunun farkına varabilmem için aradan üç saat geçmesi gerekmişti. Ve otobüs ilerledikçe o AN’dan uzaklaşıyordum. 30 sn. sonra cevap geldi:

“Şu an tam olarak neredesin Marcel?”

“Chicago’ya bir saat mesafedeyim.”

“Otobüsteyim ben de… Biliyor musun, tek taraflı olarak aramızda 7 saat var şu an…”

Cümlenin devamını yazmasını beklemeden karşılık verdim:

“Ancak aynı anda yola çıkarsak üç buçuk saat”

“Gerçekten mi?”

“Şimdi otobüsten ilk istasyonda hemen inelim desem ve Heartbreak Hotel’e davet etsem seni, gelir misin?”

“Evet” dedi Leia hiç düşünmeden.

Bazı öyküler ikinci şansı hak ederler…

Part 2: Country Bar

“İki insan aynı şeyi hissettiğinde, kalp atış hızlarının birbirine yaklaştığını biliyor muydun?”

“Şu an çok hızlı. Peki sende?”

“Daha yavaş olduğunu sanmıyorum”

Yaklaşık üç buçuk saat sonra kendimi yine Heartbreak Hotel’in resepsiyonunda buldum. Muhtemelen otelin sahibi olan bu otantik adam, tüplü televizyondan The Walking Dead’i izlemeye devam ediyordu. Beni görünce garipsemedi, yanındaki kutuda yer alan anahtarlardan birini fırlattı: “Numara 13” dedi, “sevgilini de oraya yönlendireceğim.”

“O, sevgilim değil.”

“Her neyse işte, prosedürlere sabah bakarız… Birkaç kere daha gel-git yapmazsanız tabii ki. Beni rahatsız etmeyin yeter…”

Ve tekrar ekrana döndü. Başında bir kovboy şapkası vardı. Koltuğun arkasındaki çerçeveletilmiş panoda “Jack White” yazıyordu. Bu karikatürize isim, onunla tam olarak uyuşuyordu.

13 no.lu oda bıraktığım gibiydi. Odadan ayrıldıktan sonra hiçbir müdahalede bulunulmamıştı. Yatak dağınıktı, masada birkaç kutu Bud Light duruyordu. Sandalyeye oturup Leia’yı beklemeye başladım. Şu an 1980’lerden bir film sahnesinin içinde olduğumu canlandırabiliyordum. Geldiğinde “Merhaba Leia” diyecektim, “3 saat boyunca yolda şu an ne söyleyeceğimi düşündüm ve merhaba işte şimdi buradayız…

Aklımdan bunlar geçerken kapı çaldı. Ve işte karşımdaydı. Beceriksizce; bir arkadaştan daha fazla ama bir sevgiliden daha az sarılmasıyla sarıldık…

“Merhaba”

“Merhaba,” demem gerektiğini bilsem de, birkaç saniye kadar duraksadım. Ama yine de ancak “merhaba” diyebildim.

Ne yapacağımızı bilemediğimiz için oturması için ona yatağı işaret ettim. Bense masaya geçtim.

“Biraz su içmek ister misin Leia?” dedim.

“Güzel olur” dedi sıcak bir gülümsemeyle. Bud Lightlardan birini ona uzattım.

“İki insan aynı şeyi hissettiğinde, kalp atış hızlarının birbirine yaklaştığını biliyor muydun?” dedim.

Elini kalbinin üzerine koydu Leia:

“Şu an çok hızlı. Peki sende?”

“Daha yavaş olduğunu sanmıyorum.”

Nereden başlayacağımızı bilemiyorduk. İkimiz de birkaç sn. bakıştıktan sonra “müzik dinlemeye gitsek nasıl olur” dedi Leia, “bu kasabada bir tane Country Bar olmalı.”

“Resepsiyondanki Jack White’a danışsak iyi olabilir” dedim, “bütün hayatını burada geçirmişe benziyor.”

“Ah o adamdan mı bahsediyorsun, sevgilin 13 no.lu odada seni bekliyor dedi bana az önce.”

“O tam bir kaçık” dedim, duraksadım, bakışlarım ilk kez onun ifadesiyle buluştu, “biz de öyleyiz ve şu an bunu hiç umursamıyorum.”

Leia’nın gözleri sıcak bir gülümsemeyle kısıldı.

Birlikte Jack White’a gidip yakınlarda bir bar olup olmadığını sorduk. “5 km mesafede bir tane karaoke bar var” dedi, “liseli tayfanın favori mekanlarındandır, işinizi görür sanırım.” Ve arabanın anahtarını fırlattı:

“İsterseniz arabayı kullanabilirsiniz, gece yarısından önce dönmeniz şartıyla ama…”

İlginç bir adamdı Jack White… Leia ile aramızdaki karmaşık iletişim sürecine dolaylı yoldan da olsa tanık olan tek insandı ve ne düşündüğünü kestiremiyordunuz…

Leia’nın Şarkısı

-Rüzgar bizi götürecek, rüzgar bizi yaklaştıracak, cevabı rüzgarda saklı
-Bob Dylan’ın en kutsal şarkısında söylediği gibi, rüzgar bizi yaklaştıracak.

Jack White’ın önerdiği mekan, kasabadaki tek bardı. Müşterilerinin çoğunluğunu Chicago-Minneapolis hattındaki yolcular oluştururdu. Kırmızı ışıklandırmanın baskın olduğu Country müzikler çalan, Twin Peaks’teki mekanları anımsatan kasvetli ve bir parça da tekinsiz görünen bir yerdi. Leia’yla mekana girdiğimizde, bizden başka kimse yoktu.

İlk kez orada ona dair bazı detayları fark ettim. Üzerinde beyaz bir kır elbisesi vardı. Elbisesindeki masumiyeti parlak kırmızı renkte bir rujla örtmüştü. Karmaşık bir biçimde aramızdaki iletişim bizi tahmin edilemeyecek ölçüde yakınlaştırmış olsa da toplamda 10 dakikadan fazla konuşmadığımızı o an fark etmiştim.

“Sana da,” demişti Leia, “çok fazla şeyi aynı anda söylemek istediğinde, her şeyi bir yana bırakıp sadece müziğe kendini bırakma hissi geliyor mu. Biz de öyle yaparız istersen.”

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun Leia?”

“Evet, inanıyorum.”

“Bu gerçekse eğer, gelecekte bir anda, seneler sonra belki, tekrar bu masada oturduğumuzu düşün. Birbirimize şu an konuştuklarımızdan bahsettiğimizi… Hayat bizi nereye sürükleyecek bilmiyorum ama…”

“Rüzgar bizi götürecek, rüzgar bizi yaklaştıracak, cevabı rüzgarda saklı”

“Bob Dylan’ın en kutsal şarkısında söylediği gibi, rüzgar bizi yaklaştıracak.”

“O zaman bu anı ölümsüzleştirilelim” dedi Leia. Bir balerin gibi parmak uçlarında yarım bir çemberle döndü: “Madem ki bu mekanda biz bizeyiz. Bir şarkı söyleyeceğim ben de.” Devam etti:

“Hislerimi sözcüklerle anlatmaktan vazgeçtim. Ben şarkıyı söyleyeceğim sen anlayacaksın.”

Sahnede sahipsiz bir mikrofon duruyordu.

“Bu şarkıyı seveceksin,” dedi Leia, “bizim için bir şarkıdan fazlası oldu.”

Ve kendine özgü Country üslubuyla Elvis Presley’in en epik şarkısını söylemeye başladı: Heartbreak Hotel.

Well, since my baby left me
Well, I found a new place to dwell
Well, it’s down at the end of Lonely Street
At Heartbreak Hotel

Gözlerimi hiç ayırmadan şarkının onda cisimlenişini izledim. Eyaletin bu unutulmuş kasabasında, isimsiz bir barda şu an neden karşı karşıya olduğumuzu da sorgulamadan, “Leia” dedim, “asla bu kadar gerçek olmayacağız.”

“Şimdi de Another Love’ı söyleyeceğim. En çok sevdiğim şarkının bu olduğunu biliyor musun?”

“Onun benim için de özel bir yeri var,” dedim.

Sahneden indiğinde gözleri gülümsüyordu: “Seninle Big Apple’a gelmek istiyorum. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan… Ve hemen olsun istiyorum.” Ve elimi tuttu:

“Birbirimizi kaybetmekten korkuyorum.”

“Erteleyenler, sadece korkak olanlardır,” dedim, “uzun bir otobüs yolculuğuna çıkmalıyız seninle. Sana ıssız bir ormanda, karanlık bir gecede yıldızları izlerken, başka evrenlerde de aynı şeyleri hisseden var mı diye kendime sorduğumu anlatmalıyım. Ve hiç cevap alamadığımı…”

“Hiç cevap alamadığını, ben de hiç cevap alamadım…”

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun Leia?”

“Evet inanıyorum.”

“Seninle geleceğe gitmek istiyorum, gelecek misin benimle?”

Zamanın 0 Noktası

Yeterince sarhoş olmak için içtiğin zaman -her seferinde- yeterince sarhoş olamıyor musun sen de?

Country Bar’da Leia ile birkaç saat boyunca geçmişi anlattık birbirimize. Bir noktada elini kalbinin üzerine koymuş, “Ve işte geçmişim” demişti, “şimdi onu sana veriyorum.”

“Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” demiştim ben de.

“Daha ikimiz de 20 olmadık, büyük hatalar yapacağız, büyük düşmelerimiz olacak ve büyük kayboluşlarımız…”

Şimdi Heartbreak Hotel’in 13 no.lu odasındaydık. Aynada dağılmış rujunu izliyordu… “Sana aynadan bakmayı seveceğim sanırım hep” demiştim.

“Rujumun dağılma nedenisin” demişti kıkırdayarak, “yeterince sarhoş olmak için içtiğin zaman -her seferinde- yeterince sarhoş olamıyor musun sen de? Kaçtığım şey geçmişimdi. Heartbreak Hotel benim için zamanın 0 noktası olacak.”

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun Leia?”

“Evet inanıyorum, sorgulamadan uzaklara gitmeye de…”

Bir sandalyede oturuyordum bunları söylerken, yanıma gelmişti ve sımsıkı sarılmıştı. Gözleriyle gözlerim arasında birkaç cm vardı sadece…

“Sendeki bilinmezliği seviyorum,” demişti, “ancak bir şey var ki ben New York’a gelemem?”

“O nedenmiş?”

“Bir kasabada yaşamak istiyorum. Heartbreak Hotel’de geçirdiğimiz saatlerden sonra emin oldum bundan. Basit ve dolaysız bir hayatımız olmalı. Şehirde bizim için yeni bir şey yok.”

“Fantastik bir tasarı olarak görünüyor, bunu detaylıca konuşmalıyız.”

“Hayır, New York olmaz” diye kestirip attı. Telaşla çantasını karıştırdı bir şey arıyormuş gibi… Birden değişmişti, endişeli bir ifade yerleşmişti yüzüne, “Hayır anlamıyorsun, New York olmaz” dedi tekrarlayarak.

“Bütün bunlar anlaşılmazca” diye karşılık verdim, “neden AN’ın içinde kalmıyoruz şu an?”

“New York mu ben mi?” dedi çocuksu bir ifadeyle…

Hemen cevap vermeyince “Anladım, ben gidiyorum o zaman” dedi.

“Leia” dedim sadece, “anlayamıyorum.”

“Hayır, ben gidiyorum,” dedi. Hızla odadan çıkıp 1 km mesafedeki istasyona doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Arkasından birkaç kere seslensem de dönmedi.

Bütün bunlar olurken Jack White, resepsiyon kulübesinden çıkmış, gülümseyerek purosunu içiyordu. Adımın Marcel Proust ile aynı olmasına imada bulunarak:

“İşler yolunda gitmiyor yine desene Mr. Proust” dedi sırıtarak…

Another Love

“Ve eğer biri seni incitirse, dövüşmek isterim

Ama daha önce ellerim birçok kez kırıldı.” Another Love-Tom Odell

Ve tekrar bir Greyhound otobüsündeydim, rahatsız edici bir koltukta… Bir anlamda hayatım Minneapolis-Chicago otobanına sıkışmış gibiydi. Neden birdenbire tavrının değiştiğini anlayamamıştım. “Başka bir nedeni olmalıydı” diyordum içimden; şu an görünenden bambaşka bir neden… New York’a gitmeme meselesini gündeme getirmesi ve daha konuşmama izin vermeden çekip gitmesi anlaşılmazdı. Heartbreak Hotel’den Chicago’ya olan dört buçuk saatlik yolculuk boyunca birçok karmaşık düşünce geçti zihnimden. Defalarca telefonu elime alıp ona yazmayı düşündüm ama her seferinde “anlaşılmaz” bir şey beni durdurdu.

Bütün “kurtuluş” olanağını tek bir insana bağlamak ve onu yitirdiğin anda “kurtuluş”un uzak bir düş olması… “Sana anlatacaklarım vardı Leia” diyordum içimden, “belki de olması gereken buydu. Gerçekleşemedik.

Chicago’ya yaklaşık yarım saat kalmıştı. Bir an için bir çılgınlık yaparak Heartbreak Hotel’e geri dönmek geldi içimden. Belki de oradaydı, dönmemi bekliyordu.

Tam bu sırada Whatsapp’tan bir bildirim sesi geldi. Yazan oydu:

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun Marcel?”

“Evet inanıyorum” diye karşılık verdim hiç beklemeden.

“O zaman her şeyi geride bırakıp, 5 saat öncesine zamanı alsak, benimle gelir misin?”

“Şüphesiz”

“Bir an için beni yeterince önemsemediğini düşündüm. Kasabaya yerleşme fikrinde ısrar etme saçmalığım bundandı. Benimle isteyerek değil de öylesine koşullar geliştiği için görüştüğün düşüncesi saçmalamama neden oldu.”

“Beni Skype’tan görüntülü arar mısın Leia?”

“Neden, ne oldu ki?”

“Ara sadece”

Arar aramaz açtım. Leia’nın gözleri şişmişti, kıpkırmızıydı. Yol boyunca ağlamış olmalıydı. Onu o şekilde gördüğüm anda, yol boyunca düşündüklerim için kendimi suçladım.  Onu gülümsetmenin bir yolu olmalıydı:

“Şimdi telefonu sesliye alıyorum Leia. Otobüsteki herkes bizi duyabiliyor şu an.”

“Hayır, çılgınlık bu!”

Greyhound’daki yolcular olanları anlamaya çalışıyordu. Birkaçı muzip yorumlarına başlamıştı bile. Olayın kırık bir kalp hikayesi olduğu açıktı. “Haydi Leiaaa” dedi yolculardan birisi, “ona bir şans ver…”

Birkaç çocuk ellerini çırptı, arkalardan yaşlı bir ihtiyarın sesi duyuldu: “Bu kızı kaybetme evlat.”

Yolcular konuşurken, telefonun kamerasını Leia’nın görebileceği biçimde döndürüyordum.

Ve bir noktada, o şarkıyı anımsadım ve yüksek sesle Another Love’ın ilk dizelerini mırıldandım:

Ve eğer biri seni incitirse, dövüşmek isterim

Ama daha önce ellerim birçok kez kırıldı.”

Birkaç sn. duraksadım, sözlerin devamını anımsayamıyordum. Bunun üzerine yolculardan birkaçı aynı anda devamına eşlik etti:

Öyleyse ben sesimi kullanacağım, çok kaba olacağım        

Kelimeler, onlar her zaman kazanırlar ama ben kaybedeceğimi biliyorum.”

Ve şarkıya diğerleri de katıldı. Otobüsteki bütün yolcular çığlık çığlığa şarkıya eşlik etmeye başlamışlardı. Leia, ellerini yüzüne götürdü, gözleri dolmuştu.

“Hayır ağlamıyorum” demişti, “bütün bunlar mutluluktan, mutluluktan hep…”

Part 3: Lost Highway

-Bir yıldızı yemek isteyecek kadar sarhoş oldun mu hiç, bir kaldırımda yığılana dek ilerlediğin gecelerin birinde?

-Tehlikeli yaşamalıyız ve sen bir yıldızı öpmeyi denemelisin.

Otobüsten indiğimde gelmesine daha yarım saat vardı. Heartbreak Hotel’in önündeki otobanda onu beklemeye karar verdim. Tekrar geldiğimi gören Jack White, resepsiyon kulübesinden çıktı ve kovboy şapkasını sallamaya başladı. Bu olayları üçümüz arasında en az garipseyen kişi oydu belki de. Aşırı doz The Walking Dead izlemek, onu yaşamın iniş çıkışlarına karşı duyarsızlaştırmıştı.

Leia geldiğinde ne yapacağım konusunda kararsızdım bu sefer. Hiç plan yapmamak en iyisiydi belki de… Otobüs, Heartbreak Hotel’in önünde durduğunda, kalbim daha önce alışık olmadığım bir hızda atıyordu. İner inmez bana sımsıkı sarıldı ve hiç cümle kurmadan dudaklarımız buluştu.

“Seni tanımıyorum” dedi, “ama bunu umursamıyorum. Birbirimiz için doğru kişiler olduğumuzu biliyorum sadece. Ve bu varken bütün engeller önemsiz gibi görünüyor.”

“Hayatımın son 20 senesinde, arayıp da bulamadığım şey sende, Arayış sensin!”

“Bir yıldızı yemek isteyecek kadar sarhoş oldun mu hiç, bir kaldırımda yığılana dek ilerlediğin gecelerin birinde?”

“Tehlikeli yaşamalıyız ve sen bir yıldızı öpmeyi denemelisin.”

Sonrasında bir şeyler içmek için Heartbreak Hotel’in yanındaki Waffle House’a gittik. Ben bir portakal suyu söyledim, Leia da aynısından istedi.

“Bu bizim ilk date’imiz sayılır” dedi Leia. Neşeliydi, içi içine sığmıyordu.

Ve bir şeyler söylemem gerekiyordu:

“Broadway’de bir sahnede bir yıldızın yükselişini izlemek, Hollywood’un kaldırımlarında bir yıldızın düşüşünü… Bir yıldızı sahiplenmek bir kampta bir çadırda tek başınayken, bir yıldızı yitirmek okyanusta gün batarken, yalnız olduğunu ve artık yalnızlığını umursamadığını bilerek… Before Sunset’in son sahnesindeki dansı anımsıyor musun?”

“Anımsıyorum” dedi Leia bir çırpıda…

“Şu an seni o sahnenin içinde canlandırabiliyorum. Ve seni oraya götürmek istiyorum. Zaman yolculuğuna inanıyor musun?”

“Evet inanıyorum.”

Leia ile bütün günü birlikte geçirdik. O, ailesiyle bütün bağları koparıp benimle gelmek istiyordu. Nereye gideceğimize karar vermemiştik, bir şeylere yeniden başlama fırsatı verebilecek bir şehir olsa yeterdi. Ondan ailesiyle her şeyi açıkça konuşmasını istedim. Post-endüstriyel toplumda, seçimleri için kimseye açıklama yapmasının gerekmeyeceği bir yaştaydı nasıl olsa ve biz de Bonnie ve Clyde sayılmazdık. “Peki” demişti, “onlarla yarın her şeyi konuşacağım.”

Ertesi gün son 24 saatte üç kez bulunduğumuz otobüs durağına gitmiştik. “Her şey neden bu karanlık… Her şey neden bu kadar kötü olmak zorunda?” demişti ayrılmadan. “Umutlu olmak için artık bir nedenimiz var” demiştim ben. Onu yolcu ettikten sonra ondan haber beklemek üzere Chicago’ya dönmüştüm. Ertesi gün akşama doğru ailesi beni aramıştı…

Aşkın önünde durmaya niyetlerinin olmadığını ve kızlarını maddi ve manevi olarak destekleyeceklerini söylemişlerdi. Ancak bu önemli bir karardı ve Leia daha üniversiteye bile başvurmamıştı. Bunun aceleci bir şekilde gerçekleştirilmesine gerek yoktu. Tek bir şartları vardı. 6 ay boyunca hiçbir şekilde iletişim kurmamaya söz verecektik. 6 ay sonra ikimiz de aynı fikirdeysek bu tasarının karşısında durmayacak ve Leia’yı destekleyeceklerdi.

Leia’ya ne düşündüğünü sordum. “6 ay hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor” dedi.

“Bu belki üniversite başvurularını tamamlaman için bir fırsat olabilir” dedim. Bunu söylerken, 6 ayın hiç de kolay geçmeyeceğini biliyordum ama onu hayatı boyunca yükümlülüğünü taşıyacağı bir seçime zorlamak da istemiyordum. Ben de pek bir şeye sahip değildim, son 2 yıl iniş çıkışlarla geçmişti, ona Arayış çılgınlığı dışında verebileceğim hiçbir şey yoktu.

Daha ikinci gün bu karardan pişman olsak da, hiç iletişim kurmadan 6 ay beklemeyi kabullendik. O an için saçma bir test olarak görünmüştü bu ve bütün saçma şeyler gibi irrasyonel bir güç bizi bu teste uymaya zorlamıştı.

İlk 3 ay, şehirde amaçsızca oradan oraya savrularak geçti. Defalarca kuralı bozup onu aramayı düşündüm. Ama her seferinde, sadece bir gün birlikte geçirmemize karşın bu saçma deneyi anlamsızlaştıracak kadar aramızda güçlü bir bağ olduğunu kanıtlama düşüncesi beni durduran güç oldu. Öte yandan, bu boşluğun üniversite hazırlık sürecinde onun için iyi olacağına kendimi inandırmıştım. Sonra bir gün bir otobüse atladım, Heartbreak Hotel’e tekrar gitmek için.

Apokaliptik Bir Evrene Hazırlık

“Bahsi dünyanın sonuna oynuyorsun o zaman.”

“Bahsi zombi istilasına oynuyorum”

Otele vardığımda, Jack White yine aynı koltuktaydı. Leia ile aramızda olanlara tanık olan tek kişiydi ve bugüne kadar onunla hiç etraflıca konuşmamıştım. Keyfi yerindeydi o gün Jack White’ın… Mini buzdolabını açıp bir kutu su (Bud Light) fırlattı bana.

“Ne zaman geleceksin diyordum ben de” dedi sanki bir süredir yolları gözlüyormuş gibi, “garip bir ilişkiniz var şu kızla. Chicago-Minneapolis asfaltına sıkışmış olan.”

Ona son 3 ayda olanlardan bahsettim.

“Arayış seni tekrar Heartbreak Hotel’e getirdi demek ki” dedi Jack White, “ben de burada zamanın iki noktası arasındaki sıkışmışlığı hep yaşadım. Burada geçmiş hiç bitmiyormuş gibi geliyor, gelecek ise hiç başlamayacak… Aile işletmesi olan bu otelden kaçmanın yolunu bulacağım ama. Çok az kaldı.”

“Nasıl?”

“Fark etmişsindir, The Walking Dead evreni benim tek tutkumdur. Günleri genelde bu dizinin bölümlerini tekrar ve tekrar izleyerek geçiririm. Otelin 7 numaralı odasını bu zombi meselesine tahsis ettim. Dünyanın bir distopyaya dönüşmesi durumunda gerekli olacak her şey var orada. Konserve kutuları, pratik silahlar, haritalar, aklına gelebilecek her şey…”

“Bahsi dünyanın sonuna oynuyorsun o zaman.”

“Bahsi zombi istilasına oynuyorum” dedi Jack White. Devam etti:

“Dizi her sezon zombi rolü için figüran olarak yüzlerce kişiyi işe alıyor. Günlük çek verilen dönemsel bir iş bu tabii. Bugüne dek oteli bırakıp gidemiyordum ama sonunda tadilat bahanesiyle bizimkileri 1-2 aylığına oteli kapatmaya ikna ettim. Yani Atlanta’ya, Walking Dead stüdyolarına gidiyorum birkaç güne…”

Sürrealist bir ideale kendini kaptırmıştı Jack White. Yaklaşık iki saat boyunca Walking Dead evrenine olan bağlılığından bahsetti. Dizinin benim de favorilerimden olduğunu öğrenince çekimler için Atlanta’ya gelmem konusunda ısrarcı oldu. Leia ile buluşmamıza daha 3 ay vardı. Ve o an için 1-2 ayı zombi olarak geçirmek, zamanı öldürmenin etkili bir yolu gibi görünüyordu.

“Arayış” demişti Jack White, “zombi kılığına girmeni istiyorsa bu isteği benimseyeceksin. Senin gibi hardcore bir nihilist için daha anlamlı bir rol düşünemiyorum.”

The Walking Dead Evreni (Atlanta, GA)

“Arayış” demişti, “zombi kılığına girmeni istiyorsa bu isteği benimseyeceksin. Senin gibi hardcore bir nihilist için daha anlamlı bir rol düşünemiyorum.”

Fazla zaman kaybetmeden iki gün sonra Jack White’ın kamyonetine atlayıp Atlanta yoluna düştük. Hiç duraksamadan giderseniz 12 saatlik bir yolculuktu ama her benzinlikte bira almak için durduğumuzdan Atlanta’ya varışımız tam bir günü buldu. Çekimler şehrin yaklaşık bir saat dışında olan bir bölgede gerçekleştiriliyordu. Alana vardığımızda çekim ekibi ve figüranlarla birlikte sayısı 300’ü aşan bir kalabalık vardı.  Makyaj çadırları, karavanlar, prefabrik yapılardan oluşan oldukça karmaşık bir kompleksti. Jack White için burası cennete eş değer bir yerdi. Dizideki favori karakteri Daryl da alandaydı.

Gelir gelmez bir sonraki çekim için hazır olup olmadığımızı sordular. “Hazırız” dedi Jack White. 24 saatlik yolculuk onu hiç yıpratmamış gibiydi. Zombi kılığına girmek için çok uzun bir makyaj sürecinden geçmeniz gerekiyordu. Üç saatten fazla süren bir makyaj ritüelinden sonra diğer zombilerle birlikte ormanlık bir alanda toplandık. Çekimler saatlerce devam etti. Çevrenizi saran 200’ü aşkın zombiyle, yalpalayarak yürüye yürüye bir süre sonra zombi olmayı gerçek anlamda benimsiyordunuz. Bu nihilizmin son aşaması olsa gerekti.

Akşam yemeği için ormanlık alanda büyük bir masa kuruldu. Zombi makyajını tam olarak çıkaramadan birkaç yüz kişiyle büyük bir masada yemek yedik. Ülkenin her yerinden, bu The Walking Dead çılgınlığına dahil olmak için gelenler vardı. Üniversite öğrencileri, kamu çalışanları, emekliler, geekler… Bu kitleyi birleştiren başlıca unsur ise dizide anlatılan distopik evrene duydukları canlı bağlılıktı. Birçoğu Jack White gibi garajda ya da evin bir köşesinde olası bir meteor çarpmasına, uzaylı istilasına, salgın bir hastalığa (Covid-19 bu olaylar yaşanırken henüz ortaya çıkmamıştı) karşı hazırlık yapmışlardı.

Jack White’la yaklaşık iki ayı bu devasa zombi kasabasında geçirdik. Gün boyu zombi adımlarıyla yürüdükten sonra, geceyi genelde bir ateş başında dizi oyuncularıyla ve diğer kaçıklarla muhabbet ederek geçiriyorduk. Daryl, Rick, Maggie ve diğer karakterlerin oyuncularıyla muhabbet etme şansımız olmuştu. Üçüncü sezonun bitişinde dizinin travmatik bir sahneye hazırlık yaptığı konuşuluyordu, detayları bize vermeseler de… Bir şekilde Leia’yı da buraya getireceğimi söylüyordum Jack White’a… Yeni bir başlangıç için daha özel bir yer düşünülemezdi. Ve çekimler bittikten sonra tekrar Chicago’ya döndüm. Artık Leia ile buluşmamıza haftalar kalmıştı. 

Epilogue

Post-endüstriyel toplumda insanlar özgürlüklerini satmak için çok acele ediyorlar. Ama biz Leia’yla onu çalabiliriz.

“İşte böyle” dedi Marcel. Saatine baktı, “Bütün bu olanları anlatmam 3 saati bulmuş.”

“Sıra dışı bir öykü bu” dedim, “Heartbreak Hotel’in nasıl bir yer olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Ne zaman buluşuyorsunuz?”

“Yarın” dedi Marcel, “Heartbreak Hotel’de olacak. Bütün zorluklara rağmen bu saçma testi geçtik, biliyorum. Planları hiçbir zaman sevmedim. Ama onunla paylaşmak istediğim çok fazla tasarı var. Onu Atlanta’da The Walking Dead çekimlerine götüreceğim. İkimizin de zombi bir çifti oynadığını canlandırabiliyor musun?”

“Distopyanın ortasında ultra romantik.”

“Bilmiyorum, belki bir süre sadece dolaşırız. Belki onu benimle Vietnam ve Kamboçya’ya gelmeye ikna ederim. Yanımıza hiçbir şey almadan… Post-endüstriyel toplumda insanlar özgürlüklerini satmak için çok acele ediyorlar. Ama biz Leia’yla onu çalabiliriz.”

“Yarın” dedim, “iki yakın arkadaşla, Bugsy ve Andromeda ile buradan Cosmos’a geçeceğiz. İstersen seni Heartbreak Hotel’e bırakabiliriz.”

“Hangi Cosmos?” dedi Marcel.

“Cosmos, Minnesota. Yaklaşık 500 kişinin yaşadığı bu yer, kendini hiçbir ülkeye ait hissetmeyen binlerce kişinin evidir. Her yıl bu tarihlerde Cosmos’ta bir gökyüzü festivali düzenlenir ve dünyanın her yerinden gezginler bu festivale katılmak için akın ederler. İsminden dolayı bu yerleşke, Ütopya’nın dünyadaki izdüşümüdür. İsterseniz siz de katılabilirsiniz, Leia eminim ki bu festivali sevecektir.”

“Geliyoruz” dedi Marcel, “onunla özgürlüğümüzün, savaşarak kazandığımız özgürlüğümüzün ilk gününü böyle bir yerde geçirmek çılgınca ve şiirsel.”

Cosmos Yolunda

“2000’lerin başlarında çekilen bir Fransız filminde söylendiği gibi: ‘İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.’”

Andromeda ve Bugsy, sabahın erken saatlerinde Wrigley Hostel’e geldiler. Panama City Beach’teki Ad Astra çılgınlığından sonra karmaşık bir şekilde ayrı şehirlere dağılışımızın üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. 1500 dolara Craigslist’ten satın aldığı eski bir Ford’la gelmişti Bugsy, Andromeda ile birlikte. Aracı görmek bende ani bir dejavuya neden oldu. Bu, dün gece gördüğüm düşte Andromeda ile Hollywood Sign’a ilerlediğimiz araçtı.

“İstersen” demişti Andromeda kıkırdayarak, “filmi burada sonlandırabiliriz. Uçuruma doğru süreriz sonra ve…”

Andromeda’nın sesiyle tekrar AN’a döndüm. “Enjolras” dedi, “bir şey mi oldu?”

“Sadece dejavu” diye karşılık verdim.

“Nasıl?”

“Boş ver…”

Fazla zaman kaybetmeden Bugsy’nin getirdiği araca atladık. Marcel; Bugsy ve Andromeda’ya Heartbreak Hotel meselesinden bahsetti kısaca… Onu dinlemek Andromeda’yı duygulandırmıştı. Özellikle bütün otobüsün Another Love’ı söylediği sahneyi dinlerken gözleri bir an için dolmuştu ve fark edilmemek için başını cama yaslamıştı. Taş kalpli olarak bilinen Bugsy bile “bu öykü insanın yüreğini deşiyor” demişti.

Heartbreak Hotel yaklaştıkça Leia ile olan planlarından tekrar ve tekrar bahsediyordu Marcel. Bu öyküye uzaktan da olsa bir köşeden dahil olmak ve onu Heartbreak Hotel’e ulaştırmak, üçümüz için bir misyona dönüşmüş gibiydi.

“Post-endüstriyel toplumda” dedi Bugsy, “skik trajediler yaşanıyor ve trajik kayboluşlar… Bütün bunların ortasında Heartbreak Hotel’de zamana ve otobana sıkışmış da olsa bir şekilde gerçek bir şey bulduğunuza inanıyorum. Bu hayata inanmak için bir neden veriyor bana. Sen ne düşünüyorsun Enjolras?”

“2000’lerin başlarında çekilen bir Fransız filminde söylendiği gibi: ‘İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.’”

“O halde Heartbreak Hotel, bu öyküde zamanın durdurulduğu yerdir” dedi Andromeda.

Planlarından bahsetmeye devam etti Marcel. Leia daha önce hiç kampa gitmemişti, bir haftalığına uzaklara kaçabilirlerdi. Leia, Hollywood’un altın çağını, 1950’lerin büyük starlarını çılgıncasına seviyordu. Marcel’e “Hollywood Sign’dan bütün LA’in ışıklarını izlerken, hayatımın en büyük düşünü sana itiraf etmek istiyorum” demişti.

Hollywood Sign’ı duymak tekrar bir dejavuya neden oldu bende. Dün gördüğüm düşte, dolambaçlı yoldan Andromeda’yla Hollywood Sign’a doğru külüstür bir Ford’la ilerlerkenki görüntü bir an için gözümün önünde belirdi. Tekrar AN’a döndüğümde Andromeda’nın bir şeyleri fark ettiğini gördüm. Bir an için göz göze geldik.

“Heartbreak Hotel’e varmak üzereyiz” dedi Bugsy.

Marcel’in içi içine sığmıyordu.

“Mutluluk çok ender, çok gizemli bir deneyim” demiştim, “ve bir şekilde onu bulduğunda sımsıkı kavraman gerekiyor.”

Part 4: Tekrar Heartbreak Hotel’de

Başka bir evrende,

Başka bir zaman çizgisinde

Zamanda yolculuğa inanıyorum,

Bunun son buluşmamız olmadığına da…

Heartbreak Hotel, Marcel’in anlattıklarıyla uyuşacak biçimde, tam da zihnimizde canlandırdığımız gibiydi. Walking Dead fanatiği Jack White, aracın park ettiğini duyunca resepsiyondan çıkıp el salladı. Elinde bir mektup vardı. Mektup Marcel’e gönderilmişti. Marcel heyecanlıydı, mektubu açmadan önce birkaç kere elinde döndürdü. “Mektup bugün ulaştı” dedi Jack White, “o yüzden geleceğini tahmin etmiştim.”

“Bunu bir kerede açamayacağım sanırım” dedi Marcel, “açmadan önce otoban kenarına gidip orada okumak istiyorum. Her şeyin başladığı yerde.”

Bugsy’nin ifadesinde dahi alışıldık olmayan bir anlayış egemendi. Ben, Jack White, Andromeda, Bugsy; hepimiz öykünün bu sembolik yerde, mutlu sonla bitmesini istiyorduk.

Marcel elinde mektupla yavaş adımlarla otobana doğru ilerlerken, “Sanırım burada, tekrar aşka inanacağım” demişti Bugsy.

Gözlerimizi ayırmadan onu izledik, mektubu ritüeli andıran bir biçimde açışını, satırları okuyuşunu ve arka planda otomobiller akarken sol dizi üzerine çöküşünü, katı kaskatı bir biçimde boşluğa bakışını gördük. Ve doğal bir refleksle ona doğru koştuk. Mektup elinden kayıp düşmüştü.

Andromeda mektubu yerden aldı. Şöyle yazmıştı Leia:

“Sevgilim,

Her şeyi denedim ama izin vermeyecekler. Bütün bu 6 ay meselesi onların bir oyunuydu sadece.

Savrulduğumuz bir hayatta, bu sefer tekrar ayağa kalkacak gücü bulamıyorum.

Çok zayıf düştüm, yoruldum bu insanlardan, kurallardan, mesafelerden, hatta bu gezegenden…

Ben yenilgiyi artık kabullendim.

Bugün kendimi bu gezegenden çıkaracağım.

Başka bir evrende,

Başka bir zaman çizgisinde

Zamanda yolculuğa inanıyorum,

Bunun son buluşmamız olmadığına da…

-Leia”

Marcel donup kalmıştı. Soğuk gözyaşları yanağına doğru süzüldü. Birkaç dk. boyunca neredeyse hiç hareket etmedi. Sonrasında, aynı katı pozisyonda, dizleri üzerinde, her şeyin başladığı yere Chicago-Minneapolis asfaltına bakarken:

“Bundan sonra,” dedi, “deneyeceğim hiçbir şeyin, kapıldığım hiçbir öykünün bu hayatı benim için daha iyi yapmayacağını biliyorum. 0 noktasında, burada kendimi ortadan kaldıracak kadar bile bu yaşamı ciddiye alamıyorum artık. Hep eksik kalacağım, amaçsızlaşacağım, anlamsızlaşacağım…”

“Onun anısını yaşatmak için yaşamak zorundasın Marcel” dedim ve elimi uzattım.

Birkaç dakika öncesinde yaşamın en aydınlık, en parlak adımlarının üzerinde yürüyordu. Oysa şu an korkunç bir kederin ifadesindeki yansımasını hepimiz görebiliyorduk. Çok fazla acı çektiğinde, ruhun ve bedenin kaskatı kesilip hiçbir tepki veremediği anlardan birisiydi bu. Söyleyeceğimiz hiçbir şey olanları değiştirmezdi, biliyorduk.

Bugsy’nin ifadesindeki büyük hayal kırıklığını görebiliyordum, bu öykünün mutlu sonla biteceğine kendisini inandırmıştı ve işte şimdi tümüyle inançsızdı.

Andromeda, ağladığının görülmemesi için Marcel’in göremeyeceği bir yere geçmişti. Ve otantik karakter Jack White, donakalmıştı. Nasıl tepki vereceğini kestiremiyordu.

Tekrar elimi uzattım, “bizimle gel Marcel, Pollyannacı sahte bir gelecek masalına çağırmak için değil ama ayağa kalkmalısın, en çok da Leia için.”

“Haydi ayağa kalk dostum” diye destek oldu Bugsy.

Zorlukla da olsa doğruldu Marcel. Çok fazla acı çektiğini görebiliyorduk, sonsuz karanlığın yansımasıydı gözlerine vuran. Pink’in The Wall’da düştüğü ve tekrar kalkmaktan vazgeçtiği 0 noktasındaydı.

Marcel ayağa kalktığında önce Jack White sarıldı ona acısını paylaşmak için… Sonra Bugsy, Andromeda ve ben…

Turkish Restaurant

“Sözlerini bilmiyorum ama hissettiğim şeyi anlattığını biliyorum”

Bugsy’nin külüstür Ford’una doğru hiçbir şey söylemeden yürüdük. Bu sırada Jack White, Leia’nın ailesini aramış ve trajik sonu öğrenmişti.

Marcel hiçbir şey sormadı, garip biçimde artık onun bu gezegende olmadığını hissetmişti. Sözcüklere dökmese de 6 ay boyunca onu aramadığı için ve bu “saçma” testi rasyonelleştirdiği için kendisini suçluyordu. Kendisini asla affedemeyeceğini biliyordu. Yol boyunca donuk ifadesi değişmemişti, nesnelere ve akıp giden yola karşı duyarsızlaşmıştı. Yaklaşık iki saat boyunca araçla ilerledikten sonra bir benzinlikte durduk.

“Bir şeyler yemen gerekiyor” dedi Bugsy, Marcel’e dönerek… Marcel itiraz etmedi. Benzinlikteki tek yemek seçeneği, Amerika tarzında tavuk döner yapan bir Türk restaurantıydı. Salaş bir mekandı, arka planda Türkçe arabesk şarkılar çalıyordu.

Bugsy ile lisede olduğumuz dönemlerde Kadıköy’de bu tarz mekanlar; gayriresmi toplantı mekanlarımız olurdu. Ve şimdi Cosmos’a giden bu yolda, zaman karşımıza bu mekanı çıkarmıştı. Arka planda “Ağır Roman” ve “Duvara Karşı”yla özdeşleşmiş “Ağla Sevdam” çalıyordu. Şarkının Marcel üzerindeki tesiri çok büyük oldu. Mektubu eline aldığından beri gerçek anlamıyla ağlamamıştı. Şarkı son duvarı da yıkmıştı.

“Sözlerini bilmiyorum ama hissettiğim şeyi anlattığını biliyorum” dedi. Saatler sonra kurduğu ilk cümlelerdi bunlar…

Şarkı bittikten sonra masadan kalktı. Her şeyin başladığı yere, asfaltın kıyısına doğru ilerledi. Bu yolda Leia ile birlikte bir buçuk gün içerisinde otobüsle üç kere gidip gelmişlerdi.

“Bir şeyler yap,” dedi Andromeda kolumu tutarak, “kendisine kötü bir şey yapmasından korkuyorum.”

“Yaşayacak” dedim kararlı bir tavırla, “onu, anısını kendisiyle birlikte yok edemeyecek kadar çok seviyor çünkü.”

Son Şarkı: Another Love (Cosmos Space Festival)

Hayatta kalmak için yapmayacağım bunu, bir amaç bulmak için ya da… Başka-türlü-başka-şekilde-yapamayacağımı-bildiğim-için-ve-ona-en-azından-hayatta-kalmayı-borçlu-olduğum-için-asfalta-vuracağım-ve-yolda-tanımsızlaşacağım…”

Her şeye rağmen plana sadık kaldık. Minnesota’daki Cosmos yerleşkesine vardığımızda, dünyanın farklı köşelerinden gelen gezginler sokaklara dağılmışlardı bile. Direklerde gezegenlerin ve farklı yıldızların işlemeleri vardı. Uzay festivali, hiçbir yere ait hissetmeyenleri birleştirmişti.

Acısını sarsıntılı ve gösterişli bir şekilde yaşayan biri değildi Marcel. 0 noktasında bile ilgiyi kendi üzerinde toplayarak kimse için festivalin tadını kaçırmak istemiyordu. Ve belki de bu nedenle biliyorduk, bu trajedinin onun/bizim için öylesine yaşayıp geride bırakılacak bir şey olmadığını. Kendisini asla affetmeyecekti, Leia’ya her şeyi geride bırakma cesaretini vermediği için… Post-endüstriyel toplumun skik denklemlerine -bir an için kapılarak- özgürlüğe ihanet ettiği için…

Ve onun anısını silinmemek üzere ruhuna kazıyacaktı. “Festivalden sonra uzun bir yolculuğa çıkacağım” demişti. “Vietnam’a giderim belki, oradan da Pitcairn’e… Unutmak için değil, unutamayacağımı biliyorum. Ama bir süre, bu belki yıllar da alabilir, bir metropolde her şey normalmiş gibi devam edemeyeceğimin farkındayım. Yol beni kurtarmayacak, yol bu dünyayı daha iyi yapmayacak, yolun sanatsal bir değeri yok, yol yoldur işte… Hayatta kalmak için yapmayacağım bunu, bir amaç bulmak için ya da… Başka-türlü-başka-şekilde-yapamayacağımı-bildiğim-için-ve-ona-en-azından-hayatta-kalmayı-borçlu-olduğum-için-asfalta-vuracağım-ve-yolda-tanımsızlaşacağım…”

Gün batımına doğru, Cosmos Space Festival başladı. Sahnede amatör bir grup country türünde şarkılar çalıyordu. Gökyüzü, festivalin ilk gününe yakışacak kadar berraktı. Bugsy, Andromeda, Marcel, Jack White ve ben bir ağacın altında oturmuş sahneyi izliyorduk. Marcel’in gözleri bazen yıldızlara dalıp gidiyordu. “Bir yerlerde, bir şekilde ondan bir iz kaldığına inanmak istiyorum, buna inanıyorum, buna kendimi inandıracağım” demişti.

Andromeda’yla bir an için göz göze geldik. Bu, “sana bir şey söylemek istiyorum” bakışıydı. Bir bahaneyle olduğumuz yerden kalktım, o da hemen arkamdan geldi. “Sen de benim düşündüğüm şeyi mi düşünüyorsun?” dedi.

“Telepatik açıdan, evet” diye karşılık verdim.

“Peki o zaman” dedi, “sahneye gidelim.”

Birlikte sahneye doğru ilerledik. Şarkı bittiğinde Andromeda sahneye atladı, sahnedeki gruptan bir şey istemek için. Konuya değinmemiştik ama neyi isteyeceğini biliyordum. Grubun solisti mikrofona yaklaştı ve “Şimdi özel bir şarkı çalacağız” dedi, “hiçbir ülkeye ait hissetmeyen siz Cosmoslular… Bu şarkı Leia için… Bir yerlerde, bir şekilde bizi dinliyor, biliyoruz. Başka bir zamanda ya da başka bir evrende…”

Şarkının ilk notaları, kalabalıkta büyük bir uğultuya neden oldu. “Another Love” henüz çok popüler olmamıştı ama festivaldekiler için bu şarkının yeri özeldi. Grupla birlikte kalabalık da çığlık çığlığa şarkıya eşlik etmeye başladı:

I wanna sing a song, that’d be just ours
But I sang ’em all to another heart

Tanışmadıkları halde birbirlerine sarılanlar, aynı distopyada aynı umuda sarılarak çığlık çığlığa şarkıya katıldılar:
And I wanna cry, I wanna fall in love
But all my tears have been used up

Ve kalabalığın ortasında Marcel’i gördük. Ayağa kalkmıştı ve sol eli kalbinin üzerindeydi. Ve distopyaya inat gülümsüyordu.

Sonra biz de katıldık onlara…

Şarkının sözleri, gezegenin bu “ütopik” yerleşkesinde yankılanırken, çığlıklar umudun şarkısına dönüşüyordu.

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun” diye sordu birisi.

Marcel cevap verdi:

“Evet inanıyorum!”

18.10.2022

enjolras

HEARTBREAK HOTEL-PLAYLIST

https://open.spotify.com/playlist/4cR7dWxHs0lEmV9hBCsNcy?si

Heartbreak Hotel, “Cevabı Rüzgarda Saklı”da aktarılan Hollywood Sign buluşmasından hemen sonrasını anlatmaktadır:

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak