Ingmar Bergman

Bergmanvari Bir Hareket: Ingmar Bergman
“İleride asla hayatımı anlatan bir kitap yazmayacağım”. Bergman’ın 1966 “Bilgi Yayınevi” tarafından basılmış “Yedinci Mühür” senaryosunda önsözde yazdığı cümlesi. Bu cümlesinden yaklaşık yirmi sene sonra yine önce aynı yayınevi tarafınca ardından “Agora Yayınevi” basımı olmak üzere Bergman’ın otobiyografik eseri “Laterna Magica” yani “Büyülü Fener” çıkıyor. Sinemanın basit bir vakit öldürme alışkınlığından kurtulup B ve K vitamini üreten bakteri gibi bana etki etmesine sebep veren Bergman, deyişinin zıttını – hem de ne biçim – yapıyordu.

Üretmek kelimesinin uygulayıcısı olan her kimse, sıradan ve huzurlu bir yaşam sürmemiştir. Sanatçı dediğimiz kişiler, türlü zorluk ve hengameleri maddi olarak ya da algıdaki aksaklıkların farkındalığıyla yaşamıştır. İngmar,babanın papaz olduğu bir evin çocuğuydu. Kardeşiyle hiç anlaşamazdı. “Onun ölmesi benim için iyi olurdu” diyerek aralarındaki çekişmeyi gösteriyor yönetmen. Peki esaslı zorluklar çocukluktan itibaren nelerdi? Kardeş evet ama yeterli değil. Her pazar kiliseye gitmek, mesuliyet için zayıf olması ancak yükümlülükleri, yirminci yüz yılın başlarındaki eski ile medeniyet denilen kavram arasındaki kimliksizten doğan sorunlar en asli şeyler.

Uppsala, anneannesinin yanı her zaman bir kaçış oldu Bergman’a. Oraya hayran olduğu küçük kızdan, yeşilliklerdeki eğlentilerine kadar nice sayfada değinmiş ve hatta öyle ki “Yaban Çilekleri’ni” çekmiş bir adam, Abdülhak Şinasi misali, nasıl çocukluğuna geçmişe özlem duymaz. Çok farklı bir alanda olsa ” Zeki Müren’in”, ” anılarla yaşıyorum” diyerek seslendirdiği eserinde bile varoluşun ganimeti olan hatıraların baskınlığı dile getiriliyor.

Yaban Çilekleri yaşlı bir adamın (İsak Borg) artık ölüm çağı yaklaşmışken, karşılaştığı gençlerle birlikte kendi içine dönüşünü anlatır. Metafor yapmak, film ismiyle böyle olabilir ancak. Bunun yanında, uzunca yazılmasını doğru bulduğum bir takım hadiselerle Bergman’ın kopuk aile yaşantısını biliyoruz. Sessiz ve kendi halinde olması, bunun yanında sınıfta kendisi gibi mazlum görünümdeki bir kızla ilk sevişme deneyimini yaşaması ardından kızın annesinin, onları yakalayıp daha sakin bir yerde yapın demesi de hoş bir anekdot.

Sinema, Bergman’a küçüklüğünde hediye edilen bir kamerayla bulaşıyor. Abisiyle sorunları var ve abisi film makinesinden pek hoşlanmıyor. Oysa Bergman çekimler yapıp aile ve çevresine gösterimler bile yapmış durumda. Ardından artık çocukluktan çıkmasıyla çok farklı bir yaşantıya atılıyor. Yirmi yaşındayken ne yapacağına karar verememişken “İsveç Devlet Tiyatroları”na hiçbir şey bilmediğini söylerek gidiyor. “Şanslıyım ki bana şans verdiler” diyor Bergman.

Yönetmenin göz ardı edilen esasen en belirgin özelliği, tiyatrocu yanıdır. Helsingborgdan, Kraliyet Tiyatrosuna dek varan tiyatro serüveni oldukça enteresandır. Aynı zamanda Almanya’da başta hüsrana uğrayıp, dil sorununun düşündüğünden önemli olduğunu anlayışı, yuhalanışı da gençlik krizlerinden birisi. Fakat neyse ki çocukluğunda bir süreliğine Almanya’ya bir ailenin yanına gitmiş İngmar bunun üstesinden geliyor.

Mevsimlik bir işçi adeta. Yazları ve kışları tiyatro ya da sinemadan birisiyle uğraşıyor kalan kısmını diğerine ayırıyor. İlk filminin ne olduğunu yazmaktansa ilk film deneyiminde ne olduğu yazmak daha cazip. “Çaylaktım, toydum, ne derseniz”. Çuvallamıştı Bergman, oyuncuların filmi yönettiğini, oyuncularla sürekli tartıştığını ağlayıp sızladığını hatırladığını söylüyor yönetmen. Ancak değindiği onlarca önemli isimle birlikte yılmadan bir şeyler yapabilme gücünü de koruduğunu belirtiyor. Olof Molender, Bergman için çok önemli bir isim aynı zamanda Victor Sjöström ise beğendiği efsanesi.

Tiyatro yönetmesi için ilk ciddi yönetmenlik şansını, tüm zamanların en büyük ” canlı” larından Albert Camus’nün Roma İmparatoru “Caligula” özlü tiyatrosuyla buluyor. O satırları okurken Bergman-Camus isimlerini beraber görmekse bana ulu bir durum olarak yansıyor.

Sanatında olgunluk dönemine kırklı yaşlarda giriyor. Yedinci Mühür, Sessizlik, Persona, Kış Işıkları ve daha nicesiyle mükemmeliği arıyor Bergman. “Magic Flut” gibi bir eseriyse apayrı bir yapıt konumunda. Bunun yanında yaşlılığına gelindiğinde, film çekmeyi bırakıyor. Uzunca bir süre uğraşmıyor. Hayatını, Persona için mekan araması yaparken helikopterden gördüğü “Farö” adasında yalın bir şekilde sürdüyor. Nitekim öldüğünde de orada. Altyazı (sinema dergisi) Bergman ve Antonioni’nin ölümlerinin art arda olmasıyla, benim çok beğendiğim o başlığı atmıştır: ” Sinemanın Sessizliği”.

Aksi olmayan ihtiyar, çığlıkları ve bilinci irdelemiş, farklı seviyelerde gezmiştir. Ülkesi İsveç’te eskiler onu bilse de yeni nesil genel olarak çok fazla bilmemekte, ülke genelindeyse “sanat filmleri yapan yönetmen” diye halkçı olmamakla itham edilmektedir ki doğru bir teşhistir halkın yaptığı; ancak bu, teşhisin var olarak gerçekliği değiştireceğini göstermez. Gerçeklik ve doğruluk kavramları felsefe içinde iyice kaotik deyişlerdir ve sanatta, sinemada halkı aydınlatmadan önce halkın bir uyanışı gerekir. Bir buz kütlesini eritmek için, buzun olması oluşması gerekmekte.

Mahşerin dört atlısı arasında (Tarkovsky, Haneke, Kieslowski) dahilinde mükemmele yakın bir erbab olan Bergman, hakkında daha da fazla şeyler bilinmesi gereken adam.

Not: Yazı, nihilist nihilim demez herkes kaka yapar tarafından kaleme alınmıştır.

Email adresiniz paylaşılmayacak