New York’tan Paralel Evrene…

New York’tan Paralel Evrene…

-Bir şey hem çok tanıdık hem de yabancı geliyorsa iki olasılık vardır: 1. Paralel bir evrende karşılaşmışsınızdır. 2. O, senin paralel evrenindir:

-Öykü Route 66‘in devamıdır ama başka bir evrende. Antennas ile ilgili kısımlar gerçek değildir ama olabilir de…

-Nietzsche’ye göre uzay-zaman sonsuz sayıda yüzü olan bir zara benzer. Sonsuz sayıda yüzü olan sonsuz sayıda zarın aynı anda atıldığını düşün; bu evrenlerin en az birinde karşılaşmış olmalıyız. Yoksa bütün bunlar gerçek olamazdı.

Bryant Park (Ağustos 2014) w/Mickey

Gecelerin 6 ay sürdüğü şehirler vardı, uzakta… Ve bir şarkı biliyordum. Sözlerinde, “belki bu gece güzel olur” diyordu.

Sırtüstü uzanmıştım bir banka, sanki zaman durmuş, sanki yarın yokmuşçasına… Kendime geldiğimde gözlerimi Bryant Park’ta bir bankta açtım. Gün ışığı gözlerimi alıyordu, günün tam ortasında olmalıydık. Başımın altında New York metrosunda ücretsiz olarak dağıtılan “Metro New York” gazetesi vardı. Gelişigüzel bir sayfasını açıp okumaya başladım. Artık gelecek üzerine karmaşık planlar yapmaktan vazgeçmiştim. Kimi zaman en fazla 24 sn. sonrasını düşünüyordum. Son birkaç hafta inişli çıkışlı geçmişti. Bir süre, içeriden arkadaşların yardımıyla Brooklyn’de, Long Island University’nin yazın boş olan yurdunda kaçak olarak kalmıştım. Günlük harçlığımı çıkarmak için Downtown’da etkinlik broşürleri dağıtmak, saatlik bisiklet kiralayan turistlere aracılık etmek, gökdelenlerin çatısında düzenlenen ve ücretsiz hamburger-kokteyl verilen partilerde aylaklık etmek de bu döneme dahildi.

Gecelerin 6 ay sürdüğü şehirler vardı, uzakta. Ve bir şarkı biliyordum. Sözlerinde, “belki bu gece güzel olur” diyordu. Zamanı gelince gidecektim, gerçek bir gidiş –dönmemek üzere- gerçekleşmeliydi. 6 aylık bir gecenin başlangıcında gidecektim ve bu şarkı çalacaktı: “Belki bu gece güzel olur.”

İşte Mickey ile de o gün tanıştım. Bryant Park’ta, bir bankta akustik gitarla Belle and Sebastian’dan “Piazza, New York Catcher”ı çalıyordu. Şarkı, New York’ta sokaktan sokağa savrulurken hayatının aşkını bulup onu kendisiyle dünyanın sonuna gelmeye çağıran bir Beatnik’in hikayesini anlatıyordu. İtalya’dan gelmişti Mickey, New York’a aşık olduğu kadını görmek için. Ve görüştüğü gün terk edilmişti. Greenwich Village’ın mekanlarında part time barmenlik yaparak, öğleden sonraları ise Bryant Park’ta gitar çalarak hayatta kalmaya çalışıyordu. “Dönüş için uçak bileti parası biriktiyorum” demişti bana. “Kendimi Radiohead’in Creep’inin cisimlenmiş formu gibi hissediyorum.”

Son birkaç haftadan bahsettim ona. Birbirimize Big Apple’a (New York için kullanılan takma isimlerden birisi) dair tavsiyeler verdik. “Bir iyilik isteyeceğim senden” dedi, “Greenwich Village’ta Cafe Wha isimli mekanda çalışıyorum bu aralar. Bilet paramı toparlamam için parkların yoğun olduğu saatlerde burada çalmam gerekiyor. Benim yerime günün yarısı mekana sen bakar mısın? Günlük çeki paylaşırız.”

“Neden olmasın” dedim. Artık en fazla 24 sn. sonrasını düşündüğümden karar almadan önce karmaşık mekanizmalara başvurmayı çoktan bırakmıştım.

Cafe Wha, Lana del Rey w/Stella

Tek bir şarkıya saplanıp kalışımızın nedeni, ruhumuzda açılan tek bir yaradır. Tek bir insana aittir çoğu zaman ya da tek bir AN’a.

Cafe Wha, Beat Generation’ın 1950’li ve 1960’lı yıllarda en efsane mekanıydı belki de… Lakin 2014 Yaz’ında Greenwich Village’taki en popüler mekanlardan biri bile değildi. Her gün 8-10 Ginsberg, Kerouac ve Burroughs tutkunu turist fotoğraf çekmeye gelirdi. Bazı alkolik New York Üniversitesi öğrencileri, üniversiteye yakın olan bu mekana bir şeyler okumak için uğrarlardı. Arka planda genellikle 1950’lerin doğaçlama caz parçaları çalardı.

Mekana ilk girdiğimde barın arkasında bir kız ve masalara dağılmış birkaç öğrenciden başka kimse yoktu. Mekandaki diğer çalışan olduğunu düşünerek direkt kıza yöneldim ve bir süre Mickey’nin yerine mekanla ilgileneceğimden bahsettim. “Merhaba” dedi kız gülümseyerek “Ben Stella, eğlenceli bir işe girdin desene…”

“Böyle bir şey arıyordum tam olarak ben de…”

Ve elimi uzattım: “Ben de Devin, memnun oldum Stella.”

Sonra sordum: “Paul McCartney’i sever misin?”

“Bunu kızının adı Stella McCartney olduğu için mi sordun?”

“Bilmiyorum, sadece sordum.”

“Paul McCartney’nin 1966’da öldüğüne ve yerine dublörünün geçtiğine inanıyorum. ‘Paul is Dead’ efsanesini duydun mu hiç? Gerçekte bir araba kazasında ölüyor ve the Beatles bir daha canlı konsere çıkmıyor. Paul’un öldüğüne dair ipuçlarını çıkardıkları şarkılara gizliyorlar. Abbey Road’un kapağı bir cenaze merasimini andırıyor mesela ve Paul çıplak ayakla yürüyor…”

Lise döneminde ‘Paul is Dead’ efsanesini araştırmaya aylarımı vermiştim. Yaklaşık bir saat boyunca bu meseleden konuştuk. The Beatles’ın 1966 sonrası kaydettiği şarkıları inceledik tek tek. “Bir dönemler ben de Paul’un öldüğüne %100 inanmıştım ama sonrasında yazdığı bazı şarkılar fikrimi değiştirdi. Çünkü bu şarkıları sadece gerçek Paul McCartney yazabilirdi.”

Tam da bu sırada arka planda Lana Del Rey’den “Born to Die” çalmaya başladı. Şarkı çalmaya başlar başlamaz Stella şarkıyı değiştirdi. Bunun üzerine mekandakilerden biri itiraz etti. Stella, orta parmağını göstererek karşılık verdi.

“Lana’yı pek sevmiyorsun galiba” dedim.

“Hiç de değil!” dedi, “sadece onu dinlemek ne kadar başarısız olduğumu anımsatıyor bana. Lana, gerçek adıyla Elizabeth Woolridge Grant, tam olarak burada, Greenwich Village’taki mekanlarda meşhur oldu. O yıllarda Marilyn Monroe cosplayi gibi dolaşırdı. Onunla buradaki kayıp mekanlarda aynı sahneyi paylaştığımız bile oldu. Depresif şiirler yazardı ama melankolik görünümünün altında şöhreti delicesine arzulardı. Sahip olduğu her şeyi ileri sürebilirdi bunun için. Kendi adıma ben, ondan daha yetenekli olduğumu düşünüyordum o dönemlerde. O, doğru insanlarla tanıştı, 1950’lerin Hollywood starları kadar parlak olmak istedi, her şeyi denedi, bir şekilde başardı da ve işte şimdi ben de buradayım.” Bir an için uzaklara dalar gibi oldu ama sonra kendine özgü tipik gülümsemesi ifadesine yerleşti: “Ama biliyor musun bu aslında hiç de kötü değil.”

“Peki yükselmek isteyen birisi için doğru kişi miyim ben sence?”

“Sen öngörülemezsin,” dedi Stella bir çırpıda “bazen karanlık ve anlaşılmazsın ama bir şekilde aynı frekansta olduğumuzu hissediyorum.”

Mekanın playlistinin çaldığı PC’yi bana çevirdi, “Listeye Türkçe birkaç şarkı eklemek ister misin. Eğlenceli bir şeyler olsun.”

“Dinlediğim tarz olmasa da Ankara’da RocknRoll’la 45’liklerin iç içe geçtiği çılgınca dans edilen mekanlardan birinde hafızama kazınan iki şarkıyı, 90’lardan ‘O Ye’ ve ‘Aldatıldık’ı listeye ekledim.”

Stella beklenmedik şekilde iki şarkıyı da çok sevdi. Tercüme etmemi istedi benden. İngilizce versiyonu çok garip gelse de çevirmeyi denedim. İlki (‘O Ye’) geleneksel bir RocknRoll uyarlaması” dedim, “ikincisi (‘Aldatıldık’) ise aşk görünümlü politik bir şarkı, bir kuşağın yitirdiklerini anlatıyor. Biz bu hissi çok yakından biliyoruz.”

Sonra eline gitarını aldı ve doğaçlama biçimde şarkıların İngilizce versiyonunu çalmayı denedi. Onun yorumu, şarkıları daha da ilginçleştirmişti.

“Bu akşamki repertuara bu iki şarkıyı da ekleyeceğim” dedi, “eminim sıra dışı bulacaklar.”

“Tek bir şarkıya takılıp kalışımızın nedeni, ruhumuzda açılan tek bir yaradır. Tek bir insana aittir çoğu zaman ya da tek bir AN’a.”

Cafe Wha’da bazı geceler akustik gitarıyla sahne alıyordu Stella… Arada kendi şarkılarını da çalıyordu. Benim için birkaçını çalmasını istedim ondan. “Utanırım ama… Sahne heyecanını hala aşamadım.”

Onu ikna etmeyi denedim. Sonraki günlerde de… Zaten mekanda bizden başka pek kimse de yoktu. Nadiren sayı 10’u aşıyordu. Genellikle müzik üzerine konuşuyorduk.

60’ların Fransız Yeni Dalga sinemasının starlarını andıran tarzda kestirdiği siyah saçları vardı Stella’nın… Sahnede tam bir utangaç olduğunu iddia etse de fazlasıyla hayat doluydu. Bunu ojesinin renginde dahi taşıyordu. Kısa sürede onlarca konuya girip çıkardık, konuşurken zamanın akışı hızlanırdı.

Genellikle grup tişörtlerinden birini giyerdi: Pink Floyd, Led Zeppelin, The Beatles… Altında da standart bir kot şort. Benim ise sadece iki tişörtüm vardı. Birinin üzerinde Route 66 yazıyordu. Fırsat buldukça ona Big Apple’a (NYC) gelmeden önce boylu boyunca üzerinden geçtiğim Route 66’teki karmaşık ve garipliklerle dolu yolculuğumdan bahsederdim.

“Bu maceraya ben de dahil olmak isterdim” derdi kimi zaman kıkırdayarak ve yine kimi zaman uzaklara dalardı: “Düşmüş, tekrar düşmüş ve sonsuza dek düşecekmiş gibi hissediyorum.” Sonra bana elindeki fıçı birayı uzatırdı: “Biraz daha içmek ister misin Devin? İçmek Big Apple’ı güzelleştirecek…”

Günler bu şekilde çok çabuk geçerdi. Genellikle kapanış saatinde, herkes terk edene dek mekanda olurduk. Her seferinde, mekandan ayrılmadan karşımda o bakışı bulurdum ve “Yarın görüşürüz Stella” derdim.

“Yarın görüşürüz Devin!”

Ve bazen dururdum, “garip bir şekilde” derdim, “yarın gece yine aynı saatte birbirimize bu cümleleri söylerken bu bakışı anımsayacağım.”

“Ben de” derdi Stella. İfadesinde merak mı, soru mu yoksa Arayış mı olduğunu düşünmeden, yeniden Greenwich Village’ın kaldırımlarına vurduğumda bazen gerçekten de aklımda hep o bakış olurdu.

I Melt with You

Dünya aslında güzel bir yer ve biz onu keşfedeceğiz!

O gün mekanın akşam shiftine kalmıştım. Stella sahnedeydi, akustik gitarla “I Melt with You”yu çalıyordu. Beni görünce şarkıya es vermiş ve “Hey Devin” demiş ve şarkıya devam etmişti:

“Dünyayı durduracağım ve seninle eriyeceğim

Farkı gördün, her şey zamanla daha iyi olacak…

İkimizin birlikte yapamayacağı hiçbir şey yok”

Bu kısmı gözlerini ayırmadan, tatlı bir tebessümle söylemişti. Şarkı bittiğinde yanıma geldi.

“Bu sıra dışıydı” dedim, “internette hiç kayıtlarını paylaşmayı düşünmedin mi?”

“Aslında var” dedi utangaç bir ifadeyle, “MySpace ve Youtube’da, henüz toplamda 100 dinlenmeyi aşamasam da… Sana bir sır vereceğim, internette kendi adımı değil nickname kullanıyorum. Sahne adım: Girl Named T”

“Adının ikinci harfi olduğu için mi?”

“Ahahahaha… Elbette hayır. Bu da benim sırrım olsun.”

“Peki” dedim, “kendi şarkılarından birini çalar mısın bana?”

Bu sefer itiraz etmedi, bar taburesi üstünde gitarı omzuna astı ve “Bunun adı Raven Fly” dedi, “lisedeyken yazmıştım.”

Şarkının ilk notalarını çaldıktan sonra duraksadı, elini saçlarına götürdü “Hayır, bu sefer utanmayacağım” dedi ve tekrar başladı.

Baştan sona gözlerimi ayırmadan onu izledim. Bana Pink Floyd’un kurucusu olan Syd’in 1960’larda yazdığı şarkıları anımsattı. Bir an için ormanda koşuşturduğumuzu canlandırdım, “benimle gel” diyordu Stella, “dünya aslında güzel bir yer ve biz onu keşfedeceğiz.”

Stella’nın sesiyle tekrar AN’a döndüm.

“Nasıl sence?”

“Hiç grup kurmayı düşündün mü Stella?”

“Aslında, kimse beni bir gruba katılmaya davet etmedi.”

“Belki de kurmalıyız” dedim, “biliyorsun Mickey de muazzam bir müzisyendir. Sen, Mickey ve Harlem’dan bulacağımız doğaçlama çalan bir baterist gayet sağlam bir müzik grubu gibi görünüyor bana.”

“Bu çılgınca bir fikir!” dedi Stella. Bir yandan da bu tasarının onu heyecanlandırdığını görebiliyordum.

“Syd ormanda Emily’i bulamadı,” dedim, “Lennon müziğe döndüğü an vuruldu. Morrison Rock star olmayı hiç benimsemedi. Waters, kurduğu Pink Floyd’dan atıldı. Ama yine de her şeye rağmen denediler…”

Antennas Konseri

“Artık biliyorum,” dedi, “olmak istediğim şey Lana Del Rey olmak da değil. Ben burada, bu insanlarla, seninle olmaktan mutluyum.”

Stella’yı ikna etmek için gece yarısına dek ısrar etmem ve defalarca shot atmamız gerekti. İşten çıkınca Stella, ben ve Mickey Greenwich Village’ta sabaha dek açık olan barlardan birinde buluştuk. Tahmin ettiğim gibi Mickey hiç sorgulamadan tasarıyı kabul etti. “İsmi ne yapıyoruz o zaman” dedi, “çiçek-zeplin-böcek olmasın da…”

Absürt birkaç öneriyi değerlendirdikten sonra “Antennas (Türkçede: “Antenler”) nasıl olur sizce?” dedi Stella…

“Dünyanın en skimsonik grup ismine benziyor” dedi Mickey.

Sonra bana döndü Stella: “İnsanların radyo frekansları gibi, mesela 80-120 gibi bir aralıkta dağılım gösterdiğini söylemiştin. Söz gelimi frekansı 87 olan birisinin,116 olan birisini sevmesi mümkün olmayacaktı. Farkında olmadan kendi frekansımıza yakın insanlara çekiliyorduk. İşte biz de herkes için müzik yapmayacağız. Sadece bizim frekansımızda olanlar bizi sevecek.”

“Yani kimse sevmeyecek” dedi Mickey, derin bir iç çekti: “Kulağa güzel görünüyor, beni de hiç kimse sevmedi…”

Böylece grubun adı Antennas oldu. Brooklyn’de, Coney Island’da bohemlerin, anarşistlerin ve sanatçıların kaldığı bir yarı işgal evine gittik, birkaç kayıt almak için. Evin bir odası, ev stüdyosu olarak kullanılıyordu. Stella’nın, defterlere karaladığı birçok sürrealist şarkı vardı. Hiç şarkı yazıp yazmadığımı sormuştu bana. Yıllar önce bir şarkı yazdığımı söylemiştim, Satürn dövmesi yaptıran bir kızı anlatıyordu. Sonra doğaçlama bir şekilde şarkıyı kaydetmiştik: The Girl with Saturn Tattoo…

Şarkılar peş peşe çıkıyordu, bazen evdekilerden birkaçı da odaya kayıtları dinlemeye geliyordu. Emin olduğumuz tek şey, bu kayıtların hiçbir müzik türüne benzemediğiydi. “Belki Psychedelic Folk” demişti Mickey, “ya da Psychedelic Fuck!”

Yeterince kayıt topladığımızda Cafe Wha’da bir lansman konseri düzenlemeye karar verdik. Sonrasında kayıtları MySpace, Soundcloud ve Youtube’da paylaşacaktık.

“Sorun şu ki” dedi Stella, “Cafe Wha’da en işlek günde bile birkaç masadan fazlası olmuyor.”

“Dünyanın merkezinde, Big Apple’da birkaç yüz kişi toplamak bu kadar zor olmasa gerek” dedim.

“Devin haklı” dedi Mickey, “gerekirse sokaktan geçenleri kolundan tutup çeviririz.”

“Sadece bu işgal evine girip çıkanların sayısı günde 50’yi geçiyor bazen” dedim.

İlk ikna etmeye çalıştığımız kişiler de onlar oldu. Psychedelic bir afiş bastırdık. Üzerinde “Antennas ile paralel evrene…” yazıyordu. Mickey, Coney Island’daki işgal evindekileri ikna etme görevini üstlendi. Söz gelimi eve sarhoş gelen bir berduşu sarsıyor, “Cumartesi gecesi bizimlesin” diyordu… Ve adamı transa sokana kadar sarsmaya devam ediyordu.

Biz de Stella’yla olabildiğince çok sayıda el ilanı bastırıp Manhattan’daki her yere dağıtma görevini üstlendik. Harlem’dan Columbia Üniversitesi’ne, Central Park’tan atari salonlarına, Times’ın merdivenlerinden Wall Street’in kaldırımlarına ulaşabildiğimiz her yere ilanları bıraktık. Aslında tam olarak bununla da yetinmedik, parkta tanıştığımız bazı arkadaş gruplarını etkinliğe katılmaya ikna etmek için bazen yarım saat konuştuğumuz oluyordu.

Sonunda etkinlik günü geldi çattı. Konser 00.00’da başlayacaktı. “Hiçbiri gelmeyecekmiş gibi hissediyorum” dedi Stella, “sanırım yine boş masalara çalacağız. Kaç kişi gelecek dersin?”

“Bu sefer 100 bandını aşacağız” diye karşılık verdim.

“Ciddi olamazsın, öyle bir şey olursa sahnede panik atak geçiririm. Bu arada Mickey’i gördün mü?”

Konserin başlamasına yarım saat vardı ve Mickey hala gelmemişti. Telefondan onu aradım, “Neredesin Mickey?” dedim

“Coney Island’daki evden seyirci toplamakla uğraşıyorum” dedi, “birlikte geleceğiz.”

Konserin başlamasına 15 dk. kala dağıttığımız broşürler etkisini göstermiş olmalı ki masalar birer birer dolmaya başladı. Stella çok heyecanlıydı: “Hayatının son temsiline çıkmış Siyah Kuğu gibi hissediyorum. Müziğimizi sevecekler mi sence?”

“Sevecekler, ben seviyorum.”

“Bu anı defalarca yaşamış gibiyim. Zamanda bir atlama olsa, birkaç saat sonrasına gitsek mesela, hangi hislere sahip olurdum… Bunu delicesine merak ediyorum. Canlandırabiliyor musun?”

“Ne olursa olsun bu geceyi hep anımsayacağız.”

“Biliyorum.”

Bu sırada Mickey geldi. Gerçekten de söylediği gibi bir otobüs dolusu serseriyle gelmişti. “Gelirken New York metrosunu birbirine kattık. Ondan gelmemiz biraz zaman aldı” dedi, “Yeterince seyircimiz var mı?”

Sahneden salondakilere baktık, sayı 100’ü aşmıştı. “Neden sokağa çıkıp yoldan geçenleri yaka paça buraya getirmiyoruz. Bu şovu kaçırmak istemezler eminim ki.”

Mickey’nin getirdiği serserilerle hızlıca organize olduk. Cafe Wha’nın önünden geçen kim varsa, Japonya’dan gelen turistler, NYU öğrencileri, Wall Street’teki borsacılar hepsini mekana yönlendirdik. Mickey kendini kaybetmiş gibi yoldan geçenleri durduruyordu: “Hey serseri!” diyordu, “bu fırsat hayatın boyunca bir kez karşına gelecek. Antennas’ın ilk konserine bu skik mekanda tanık oldum diyeceksin!”

Bu şekilde ikna edebildiğimiz herkesi mekana yönlendirdik. Sonunda mekan neredeyse hıncahınç dolmuştu. Artık her şey hazırdı.

İlk Sinners Repent’i çalacaklardı. Şarkı bütün çabalarına karşın sahip olduğu her şeyi kaybeden bir New Yorker’ı anlatıyordu. Şarkıda anlatılanın aşk mı, siyaset mi yoksa umutsuzluk mu olduğundan emin olamıyordunuz.

Sabahtan beri içtiği için ayakta durmakta zorlanan Mickey, kendi tarzıyla şarkıya giriş yaptı. Sonrasında Stella da şarkıya katıldı. Tepkileri görmek için bardan masalara baksam da seyircilerin nasıl tepki vereceklerine karar veremediklerini gördüm. Bu hiç alışılmadık bir sounddu ve şarkı geleneksel hiçbir tarza uymuyordu. Her şeyden önce bir siyasetçiydim ben ve kitle kararsızsa kitleyi yönlendirmek gerektiğini biliyordum. Hemen NYU öğrencisi bir çifte yaklaşıp şarkının romantik bir ballad olduğuna ve dokunaklı bir dansı hak ettiğine ikna etmem gerekti. Arka planda sanki Love Story çalıyormuş gibi dans etmek için piste çıktılar, onları başka çiftler izledi. 60’lardan bir düğün sahnesi gibiydi. Mickey sarhoş sesiyle şarkıyı mırıldanmaya devam ediyordu.

Gece uzun oldu. Romantik dansı, RocknRoll çılgınlığı izledi ve başka aksiyonlar… Konser bittiğinde Stella’nın gözleri ışıldıyordu.

“Sevdiler mi sence, sevdiler mi?” dedi nefes nefese. Yorgunluktan ayakta durmakta zorlanıyordu.

“Biraz dinlenmeyi hak ediyorsun, bütün bunlar çılgıncaydı” dedim. Ve devam ettim: “Bu geceyi unutmayacaklar… Antennas, onların frekansına bir şekilde karıştı.”

“Ah Devin!” dedi, “artık biliyorum olmak istediğim şey Lana Del Rey olmak değil. Ben burada, bu insanlarla, seninle olmaktan mutluyum. Çok bitkinim, eve dek eşlik eder misin bana?”

Yol boyunca bana konserden bahsetti. Çok içmemişti ama heyecandan ayakta durmakta zorlandığı için zaman zaman bana yaslanıyordu. Eve geçtiğimizde zorlukla ayakta dikilebiliyordu. Onu yatağına götürdüm. “Benimle biraz daha kal” dedi.

“Daha çok zamanımız olacak,” dedim “ama önce biraz uyumalısın.” Çantamdan siyah kaplı defterimi çıkardım.

“Bir şiir yazmam gerek,” dedim.

Yıllardır yanımdan ayırmadığım tek şeydi. Ama kalem yoktu. Bulamayacağımı anlayınca gülümsedim ve “Yazabileceğim en önemli şiiri yazacaktım ama şimdi geceye karışacak,” dedim.

“Bu anı da yazacak mısın bir gün,” dedi Stella.

“Yazacağım ama bu an henüz yaşanmadı. Henüz yaşanmadık ama bir olasılığız.”

“Belki de şiiri bana fısıldamalısın,” dedi Stella ve cevap vermeme izin vermeden kulağıma şunu fısıldadı:

“Per aspera ad astra!”

Chinatown

“Artık konuşmadan birbirimizi anladığımız noktadayız ve bu AN bana çok tanıdık geliyor. Sanki başka bir hayatta bire bir yaşanmışız gibi.”

Ertesi gün işten erken çıkmıştık. “Benimle yemeğe gelir misin Stella?” dedim.

“Bu dating önerisi mi yoksa sadece yemek mi?” dedi muzipçe… “Senin için hangisiyse benim için de o” diye karşılık verdim.

Gecelik yemeğin kişi başı 1000 dolar olduğu Uptown’daki elit mekanlardan birine gitme ihtimalimiz yoktu şüphesiz. Onu Chinatown’daki favori mekanıma götürmeyi önerdim. 5 çeşit yemek 4 dolardı ve bence alışılmadık bir lezzeti vardı. “Olur” dedi ellerini çırparak, “Chinatown’daki kırmızı fenerlere bayılıyorum.”

Ejderha resminin işlendiği bir duvarın kenarındaki masaya karışık bir şeyler söyledik. İçecek olarak ise Stella’nın önerdiği, Çin restaurantlarına özgü büyük bir karpuz suyu söyledik.

“Garip ama bu mahallede evimde hissediyorum.”

“Bir gün bu mahalleye yerleşmek istiyorum” dedim, “karmaşık, bohem ve umutsuz insanlarla dolu…”

“Nerede kalıyorsun?”

“Biraz orada, biraz burada…”

“İstersen bende kalabilirsin” dedi Stella, “yani en azından bir süreliğine”

“Gün boyu beni dinlemekten sıkılmadın mı? Bazen gereğinden fazla konuştuğumu ben de kabul ediyorum.”

“Hayır” dedi Stella, “ben senden de çok konuşuyorum bazen. Hem Texas’taki Mezuniyet Balosu’nda geçen, o ünlü öyküyü bana hala tam olarak anlatmadın.”

“Anlatacağım” dedim, “sadece doğru anı bekliyorum.”

Gözleri bir an için uzaklara daldı, sonra yine neşeli ifadesini takındı. “Hadi karpuz suyunu yanımıza alıp biraz sokaklarda aylaklık edelim…”

Mekandan çıktık. Chinatown, New York’tan Pekin’e açılan bir solucan deliği gibiydi. Chinatown’dan SoHo’ya kadar karmaşık sokaklardan geçerken, zaman zaman küçük dükkanların önünde durur ve bir kitabı karıştırırdık. “On the Road’u okudun mu?” diye sordum ona. “Hadi ama” dedi, “Cafe Wha’da niye işe girdim sanıyorsun… Peki sen hiç dövme yaptırmayı düşündün mü?”

“Bir kere düşünmüştüm” dedim, “henüz 17 yaşındaydım ve hayatımın en önemli kırılma noktasında olduğuma inanıyordum. Dövme sanatçısından antik Mısır diliyle hiyeroglifle Arayış yazmasını istemiştim. Ve mümkün olmamıştı.”

“Doğru gün bugün, ben hissediyorum. Per aspera ad astra yazdıracağım.”

Bunu duymak ani bir dejavuya neden oldu bende. Bir an için geçici bir baş dönmesi, gözlerimi alan yoğun ışık ve karşımda Stella’nın gözleri… “Bir şey mi oldu Devin?”

“Hayır” dedim, “bana hangi yılda ve nerede olduğumuzu söyler misin?”

“2014-Ağustos ve New York. Yoksa zaman yolcusu musun?” dedi kıkırdayarak…

“Hayır” dedim, “bu bana çok ender olan bir şey… Belki hayatımda birkaç kere. Bir an için bu anın gerçekliğinden emin olamadım.”

İki eliyle yüzümü tuttu ve gülümseyerek “Sence gerçek değil miyiz şu an?” dedi. “Chinatown’ın underground mekanlarından birine mi gitsek ne dersin Devin? Arkadaşlardan duyduğum bir yer var ama tek başına gitmeye cesaret edemedim hiç.”

Stella’yla Chinatown’ın labirenti andıran sokaklarında, yolumuzu bulmayı deneyerek kırmızı ışıkla aydınlatılmış bir mekana geldik. Girişte geleneksel Çin giysileriyle iki genç kız bizi karşıladı ve ana salonun olduğu bodrum katına bizi yönlendirdiler. Burası alçak masaların ve minderlerin olduğu, göz alıcı bir kırmızı ışığın algıyı kör ettiği bir yerdi. Sipariş almadan geleneksel Çin içkisi olan baiju servis ettiler ikimize de…

Odada yaklaşık 20 kişi vardı ve hepsi Çince konuşuyordu. Garip biçimde konuşulan her şeyi anlıyor gibiydik. Oysa hiç Çince öğrenmeyi denememiştik. Tam karşımızda iki Çinli kız öpüşüyordu ve hemen yanımızda takım elbise giymiş adam yanındaki gece elbisesi giymiş kadına oldukça kibarca kur yapıyordu. Bir pufun üzerindeydik, arkamızdaki duvarda Mao Zedong’un posteri vardı. Arka planda Godard’ın epik filmi La Chinoise’in tematik şarkısı “Mao Mao” çalıyordu. Bütün bunlar olurken Stella elimi tutuyordu. Elleri soğuk ve anlaşılmazdı. “Artık konuşmadan birbirimizi anladığımız noktadayız” demişti Stella, “ve bu AN bana çok tanıdık geliyor. Sanki başka bir hayatta bire bir yaşanmışız gibi.”

İlk kez burada, ona dair bazı detayları fark etmiştim. Üzerinde 60’lardan fırlamış gibi görünen bir elbise taşıyordu. Kolyesinde barış işareti vardı. Bazen nasıl oluyorsa, birbirimize çok yakın bir konumda oluyorduk ve daha dikkatli bir gözlemci olsam kalp atışını duyacağımı biliyordum.

Saati sordum. Saat durmuştu. Bir şeyler söylemek için dudakları aralandı ama susmasını istedim ondan. Bu anın bir şekilde biteceğini ikimiz de biliyorduk. Sokaklar, yollar, şehirler ve insanlar girecekti aramıza. Gülümsedi ve susarak gözlerimizle şimdi ne olacağını sorduk birbirimize.

Elindeki baiju kadehini bana uzattı: “Biraz daha içmek ister misin,” dedi ve bardağı bana yaklaştırmaya başladı. Hareketlerim anlaşılmaz biçimde yavaşlamıştı, kolumu uzatıp hemen ağzımın dibinde yer alan bardağı uzaklaştıramıyordum. “Dudaklarını aralamamakta ısrarcısın,” dedi Stella. Ve hamlede bulunmama izin vermeden bana yaklaştı ve dudağımdan öptü. Birkaç sn.liğine görüntü kayboldu, tekrar netleştiğinde karşımda parlak ve canlı gözlerini buldum.

“Devin” dedi, “bu gece sonsuzluğu çalacağız…”

Joe Strummer was Born in Ankara

Ankara yazısına tekrar tekrar bakıp kimliği bana geri verdi:

“Ben Ankara’yı Londra’nın bir kasabası sanıyordum!”

Birkaç gündür Mickey ile Coney Island’daki yarı işgal evinde kalıyorduk. Tıklım tıklım dolu evde bazen bulabildiğimiz max. alan bir matın büyüklüğü kadardı. Rockaway Beach’e yakın olan ev, punk kitlesinin yoğun olduğu bir bölgede yer alıyordu. Bu nedenle eve dönerken kalabalık bir punk topluluğuyla karşılaşmam şaşırtıcı olmadı. Liderleri saçını üç numaraya vurmuş Eddie’ydi. Aradıkları şey doğaçlama bir Fight Club parodisiydi. “Hey serseri” dedi Eddie, “bugünkü dövüşe sen hak kazandın. Seni Şampiyon’un karşısına çıkaracağız.”

Şampiyon olarak tanımladıkları kişi boyu iki metreye yaklaşan amatör bir boksördü. Böyle bir meydan okumaya karşı kendinize ne kadar güvenirseniz güvenin kazanma şansınız yoktu.

“Hadi bahisleri alalım,” dedi Eddie, “bu yabancıya 1’e 100 diyorum ben, Şampiyon’a ise sadece süre bahsi var.”

Hızlı karar alınması gereken zamanlardan birindeydim. Eddie’nin ceketindeki “the Clash” arması bir neden bulmama yardımcı oldu.

“Daha sıcak bir karşılama beklerdim” dedim, “Joe Strummer’ın hemşehrisiyim ben!”

“O da neymiş” dedi Eddie, “dünyanın sonunda bir yerden, Ankara’dan mısın?”

“Evet” dedim ve cüzdandan uluslararası öğrenci kimliğimi çıkardım.

Eddie kimliği evire çevire inceledi. Ankara yazısına tekrar tekrar bakıp kimliği bana geri verdi.

“Bunu başta söyleseydin ya” dedi, “ben Ankara’yı Londra’nın bir kasabası sanıyordum!”

Gruptakilerin tavrı bu olayın etkisiyle değişti. Grubun lideri olan Eddie’nin the Clash saplantısı nedeniyle Joe Strummer onlar için peygambere yakın bir şeydi ve ilk kez Strummer’ın doğduğu yerden, Ankara’dan gelen birini görüyorlardı.

“Haydi o zaman plaja, partiye” dedi Eddie. Yanlarında portatif ve göründüğünden daha çok yaygara çıkaran bir ses sistemi taşıyorlardı.

Rockaway Beach’in uygun bir yerinde hoparlörleri konumlandırdılar. Çalmak için the Clash’in CD’lerinden birini sisteme yerleştirdiler ama CD bozuktu. “Bende çalacak bir şey var” dedi birisi ve içinde sadece eski ve otantik bir şarkı olan Misirlou’nun Black Eyed Peas versiyonu olan Pump It’in olduğu bir CD uzattı.

“Ölsem de bunun çalınmasına alet olamam” dedi Eddie. Ancak bir yandan da gruptakilerin homurdandığını görünce “Ne yapıyorsanız yapın” diye üsteledi.

Coney Island’da Punk Partisi

“Koreografik dansa inanmıyorum ama müziğin insan bedenini özgürleştirdiği kaotik ve özgür dansa inanıyorum.”

“Özgür müziğe, özgür dansa ve özgür aşka inanıyorum.”

Böylece “Pump It” çalmaya başladı. Başka bir opsiyon olmadığı için, belki sürekli çaldığında zihinde bir uyuşturucu etkisi yarattığından ya da şarkı çaldıkça histerik bir çılgınlığa dönüştüğünden müziğe müdahale etmeyi kimse düşünmedi. Bir saat geçtiğinde, plajdan gelen öbek öbek gruplar da bu çılgınlığa katıldılar. Merkezde punklar kendilerini kaybetmiş biçimde bir sokak kavgasını andıran danslarını gerçekleştiriyorlardı. Bir süre sonra Eddie bile onlara katılmıştı. 

Alana yakın bir yerde mekanlara bira sevkiyatı yapan bir kamyon duruyordu. “Bu kamyonu kaçırsak ne dersin Mr. Joe Strummer?” dedi Eddie bana dönerek.

“Anarchy in NYC!” diye karşılık verdim.

Punk komünitesi içinde kararlar çok çabuk alınıyordu. Sınırsız bira fikri o an hepsine cazip göründü. Kamyonun şoför koltuğunun ve camın açık olmasından da cesaret alan Eddie direkt araca atladı. Diğerleri de kasaya tutunmuşlardı. Kontak aracın üzerindeydi, Eddie araçla birlikte kalabalığa doğru ilerlerken alanda sayısı birkaç yüze yaklaşmış olan kitle hep bir ağızdan “Pump It” diye bağırıyordu. Bu sürrealist bir sahneydi ve kesinlikle sadece New York’ta yaşanabilecek bir andı.  Kamyon alana gelince bir şekilde kasanın kapılarını zorlayarak açtılar. Ağzına kadar birayla doluydu. Bu sefer kasanın üzerine çıkan Eddie, “Herkese sınırsız bira” diye bağırdı. Ve kalabalık kamyonun kasasını boşaltmaya başladı. Bira kutuları elden ele dolaşıyordu. Ve artık “Pump It” son seste çalıyordu. Hoparlörler patlamak üzereydi. Ve şarkının nakaratında her “Pump It” ifadesi geçtiğinde kalabalık çılgınlığa yakın bir reaksiyon gösteriyordu.

Bu esnada telefon çaldı. Arayan Stella’ydı. Beni görmek için Coney Island’daki yarı işgal evine gelmişti, nerede olduğumu sordu. Ona kısaca plajda olanlardan bahsedip evdeki herkesi buraya getirmesini tavsiye ettim. Özellikle Mickey kesinlikle gelmeliydi. “Tamam” dedi, “partiyi kaçırmayacağız!”

15 dk. içinde Stella ve Mickey yanlarında kalabalık bir grupla plaja geldiler. Kamyondan bedava bira dağıtıldığını gören Mickey “Sanırım cennete düştük” dedi. Bu esnada Eddie, birayı tazyikli hortumla fırlatan bir mekanizma aracılığıyla kamyonun tepesinden dans edenleri birayla ıslatıyordu.

“Bu Punk’la RocknRoll karışımı bir dans olmalı” dedi Stella, “hadi biz de biraz dans edelim.”

Uzattığı elini tuttum ve kalabalığa karıştık. Tazyikle seyircilerin üstüne fırlatılan bira nedeniyle kısa sürede sırılsıklam olsak da bu histerik dansa devam ettik. Dans öyle çılgın bir hal almıştı ki yanımızdakilere çarptığımız için zaman zaman kendimizi yerde buluyorduk.

“Koreografik dansa inanmıyorum” dedim, “ama müziğin insan bedenini özgürleştirdiği kaotik ve özgür dansa inanıyorum.”

“Özgür müziğe, özgür dansa ve özgür aşka inanıyorum” dedi Stella.

Bir an için ikimiz de düşmüştük ve ayağa kalkmak için hamle ettikçe her seferinde, zıplayanlar yüzünden bir türlü ayağa kalkmamız mümkün olmadı. “Boş ver burada kalalım. Burası uzak ama güzel bir yer” dedi Stella. Uzun zamandır görmediğim bir ışıma vardı gözlerinde:

“Devin” dedi, “dünyanın sonundaki o sonsuz ışımayı görmek istiyorum. Sen de gelir misin benimle?”

Brooklyn Köprüsü’nde Bir Bankta…

Birbirimize söylememiz gereken çok şey vardı. Belki de bu yüzden hiçbir şeyi tam olarak söyleyemiyorduk.

Ağustos’un son günleri yaklaşıyordu. Birkaç gün kalmıştı sadece, bir uçağa atlayıp gidecektim. Bunu tam olarak henüz Stella’ya söyle(ye)memiştim. Ama bildiğini biliyordum. İkimiz de işten ayrılmıştık. Onunla East River’ın kıyısında, Brooklyn Köprüsü’nü doğrudan gören bir bankta buluştuk.. “Sanırım müziği bırakıyorum” dedi, “artık kabul etmeliyim, başaramadım. Paris’te bir sanat okuluna başvuruda bulunmuştum. Dün akşam kabul edildiğimi öğrendim. Ne dersin, şansımı biraz da Atlantik’in diğer yakasında mı denemeliyim?”

“Her koşulda” dedim, “hayallerinin peşinden gitmelisin.”

“Peki sen Devin?” dedi, “siyasete devam mı? Bir gün herhangi bir insanı -sen de dahilsin buna- siyasetin önüne koyacak mısın merak ediyorum?” Birkaç sn. duraksadı, “sivri sözlerime bakma” dedi, “kararsızlığından kendi kendisiyle yüzleşmekten korkan bir kızın sözleri bunlar…”

“Bir gün bütün bunlar bitecek ve ben tekrar Big Apple’a döneceğim.”

“Her şeye rağmen” dedi Stella, “bu Ağustos ayı kocaman bir çılgınlıktı. Bir gün anımsayacak mıyız bugünleri sence? Bir yandan unutmak istiyorum, gitme cesaretini bulmak için. Ama Devin, unutmaktan delicesine korkuyorum.”

“Bir gün belki bunları yazacağım” dedim, “en çok sevdiği içecek karpuz suyu olan bir kızı anlatıyor. Ve şarkı söylerken Black Swan’ı anımsatıyor bana.”

“Bana söz ver, bir gün bunları yazarsan aradan en az 7 hatta 10 yıl geçmiş olmalı. Çünkü o zaman bütün detayların yerli yerine oturacağını hissediyorum.”

“Nerede ve nasıl olur bilmiyorum, hangi şehirde olacağını ve o zaman da şu an baktığın gibi bakıyorsan eğer ve işte ifadende tam olarak şu anki bakış varsa mesela, şöyle derdim: Bunu yazmak zorunda kalmamayı isterdim. Başka başka evrenlerde tekrar farklı kombinasyonlarda bir araya geldiğimizi düşündün mü hiç? Belki de uzak bir gezegende öykü bu şekilde bitmiyordur. Belki de Antennas orada gezegenin en çok sevilen grubudur. Belki de iki hafta önce Brooklyn Köprüsü’nün dibinde birlikte karpuz suyu içerken, söylemeyi bir an için ertelediğim şey, içinde bulunduğumuz saçma koşullardan dolayı gerçekleşmeyen bütün o şeyler mesela ya da aramıza giren başka başka şeyleri bir şekilde aşmanın ve birlikte yürümenin bir yolunu bulmuşuzdur. Belki de Stella öykü burada bitmiyordur.”

Birbirimize söylememiz gereken çok şey vardı. Belki de bu yüzden hiçbir şeyi tam olarak söyleyemiyorduk. Ona her “Stella” dediğimde bakışlarında da görüyordum bunu ve “Bazen sadece adını söylemeyi seviyorum” diyordum, “hiç yazılmamış bir David Bowie şarkısını andırıyor.”

Hayat bir romansa, bazısıyla 1. sayfada karşılaşırsın bazısıyla ise 400. Bazen karşılaşılan şey doğru ama sayfa çok erken ya da çok geçtir.

“Paris’teki okuldan gelen kabul mektubuna yanıtım olumlu olacaksa hemen yarın Big Apple’ı terk etmem gerekiyor” dedi Stella, “ve biliyor musun hala tam olarak karar vermedim.”

Ellerimi tuttu. Elleri ürpertici derecede soğuktu: “Gitme dersen, kalırım. Sadece tek bir sözcük yeter.”

“30 sn. sonra Stella” dedim, “Texas’taki Mezuniyet Partisi’nde geçen, o hep ertelediğim öyküyü anlatacağım. Her seferinde-bir şekilde-farklı şekilde anlatsam da-bu öykünün-ikimizin de-yaşamlarına-dokunduğunu-hissediyorum. Hiçbir öykü anlatılmadan gerçekten yaşanamaz. Bakışlarının ve enerjinin bu öyküyü değiştireceğini biliyorum…”

“Ya da?” diye karşılık verdi Stella.

“Ya da sonsuz ışımayı görmek istiyorum öykü bittiğinde, gözlerinde, SEN’de… Arayış’a giden sonsuz ışımayı…”

Texas’taki Mezuniyet Partisi

“Sadece 5 dk.lık bir etkileşime dayanarak, hayatımızın önceki 17 senesini bir yana bırakmamızı istemiştim. Ve elimi uzatmıştım sana.”

“Tutabilirdim o an, tutmalıydım da.”

Seninle ilk kez Texas’taki bir lisenin mezuniyet partisinde konuşmuştuk. Yıllardan 1962’ydi. Arka fonda Stand by Me çalıyordu. Aslında şu an gözlerine baktığımda bu öyküyü yüzlerce kez anlatmış gibi hissetsem de -her seferinde-tekrar-bana-bu-heyecanı-bulduran şey ifadendeki merak-anlaşılmazlık ya da gizem de değildi. Biliyorsun, Nietzsche okuyordum o günlerde tekrar başa sararak… Seninle bir cafede, bir parkta koşarken ya da okulun bahçesinde anlamsızca dolaşırken göz göze gelişimizde her seferinde, tekrar anlamıştım aradığım şey anlamın kendisi de değil… Arayış Sen’sin!

Sonra “Biraz Nietzsche’den bahset,” demiştin sen.

“Tehlikeli yaşamalıyız diyor” demiştim.

“Bu balo şaklabanlığından sen de bunalmadın mı” demiştin, “artık her şey çocuksu ve komik geliyor…”

Büyük balo salonunu geride bırakıp bahçeye çıkmıştık. Bir sigara yakmış ve bana uzatmıştın.

“Daha başlamadım” demiştim, “RocknRoll daha fazla etki ediyor.”

“California’ya gidiyorum ben de üniversite için” demiştin.

“Boston’daki bir üniversiteye gidiyorum ben de” demiştim.

“Belki ben de bir RocknRoll mültecisi olurum,” demiştin, “Hollywood Sign’ın üzerinde yıldızların altında dans etmek istiyorum…”

Bunu duymak ani bir dejavu uyandırmıştı bende. “Belki Stella,” demiştim, “bahsettiğin an ikimizin arasında gerçekten yaşanmıştır.”

“Adımı bildiğini bilmiyordum Devin” demiştin. Bunu söylerken senin de benim adımı bildiğini farkında olmadan itiraf ettiğini fark edişin bir an için seni ürpertmişti. Bir çocuğun ebeveynine kızışı gibi: “Neden daha önce gelmedin ki?” dedin, “ben yıllarca beklemiştim seni.”

Son dört yıl bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmişti. Birçok kez karşılaşmıştık seninle, kütüphanede çalışma masasında Salinger’dan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı okuduğun günlerden birinde göz göze gelmiştik. Seni izlediğimi fark etmiştin ve dakikalarca sayfayı çevirmemiştin bu yüzden.

Bir başka sefer, bir dans gecesinde karşılaşmıştık. İkimizin de yanında dans partneri vardı ve ikimiz de birbirimizin sevgilisi olduğunu düşünerek (oysa sevgilimiz değildi), gece boyunca o garip kıskançlık hissini içimizde taşımıştık.

Aylar sonra okulun bahçesinde bir bankta görmüştüm seni. Tek başınaydın, ağladığının belli olmaması için ellerinle gözlerini kapatmıştın. Seni neyin üzdüğünü bilmiyordum ama bunu ortadan kaldırmak için o an sahip olduğum her şeyi verebilirdim. Pek bir şeye sahip olmasam da…

“Bu şekilde anlatınca bütün bunlar gerçekten yaşanmış gibi. Her şey çok tanıdık geliyor,” demiştin sen.

“Sadece 5 dk.lık bir etkileşime dayanarak, hayatımızın önceki 17 senesini bir yana bırakmamızı istemiştim. Ve elimi uzatmıştım sana.”

“Tutabilirdim o an, tutmalıydım da.”

“Bir yolu var,” demiştim. “Bir karadeliğin girişinde olduğumuzu düşün. Ötesinde paralel evrene açılan bir kapı olabilir ya da hiçbir yere çıkmayabilir de… Şu an orada olsak, hiç düşünmeden gelir miydin benimle?”

“Evet.”

“Bedeli çok büyük olsa, zafer kesin olmasa bile mi?”

“Bu yavaşça bizi öldürse de evet.”

Fleur de Lune/Ay Çiçeği

“Nerede olursan ol seni ararım

Beni duyduğunu biliyorum

Gelmen gerektiğini biliyorum

Kafesim tamamen açık ve hapishanem seni bekliyor.” Fleur de Lune

Ellerini gözlerine götürdü Stella, “Nehrin rüzgarı saçlarımı dağıtıyor.” Birkaç sn. duraksadı ve devam etti: “Hayır, çocuk gibi ağlamayacağım. Bu hayatın her şeyi aynı anda vermeyeceğini kabullendim.” Devam etti: “Her şey bir parça deneysel kalmalı. Yani ben kaybedeceğimi bildiğim bir oyunu oynayabilmeliyim. Biteceğini bildiğim bir aşka tutulmalı, geçici ama sonsuz coşkulara kendimi kaptırabilmeliyim. Amaçsız bir yolculuğa tutunup kurallarını bilmediğim bir felsefeye inanabilmeliyim.”

“Planlı bir ölüm olanaklıdır, planlı bir ilişki olanaklıdır, planlı bir yükseliş olanaklıdır, planlı bir orgazm olanaklıdır, planlı bir cinayet olanaklıdır, planlı bir ihanet olanaklıdır; planlı bir aşk olanaksızdır.”

“Tutkularımızı arabaların camlarına yazacağız bazen. Ve geçip gideceğiz sonra.”  

Fleur de Lune’ü mırıldanmaya başladı. Rüzgarın ıslığını bastıran çıplak sesinde, son 100 yılın kaybedilmiş bütün savaşlarını görüyordum. Bu şarkı ’68 Paris’in yürek yakan yenilgisinden sonra yazılmıştı.

Ellerini tuttum, elleri her zamanki gibi soğuktu. Bir an için elimi sımsıkı kavradığını hissettim. “Devin” dedi, “yarın 14.00’te Grand Central’a beni yolcu etmek için gelir misin? Sana bir şey vermek istiyorum.”

Ertesi gün söylediği yerde, terminalde buluştuk. Siyah ve sade bir elbise vardı üzerinde. Beni görünce sımsıkı sarıldı. Ve hiçbir şey söylemeden elindeki zarfı bana uzattı.

“Bunu hazır olduğunda, tek başınayken açacağına söz verir misin?”

“Söz veriyorum.”

Tatlı bir gülümseme bir an için ifadesinde belirdi:

“Olanaksız olduğunu biliyorduk” dedi, “arkadaş olmayı başaramadık, sevgili olmayı da…”

İki eliyle sol elimi sımsıkı tuttu: “Söz ver bana Devin”, dedi, “beni hiç unutmayacaksın değil mi? Beni Cafe Wha’da, sana kendi şarkılarını çalan, sahneden delicesine utanan kız olarak anımsamanı istiyorum hep…”

“Stella” dedim, “bunu hep anımsayacağım.”

Ve hayatım boyunca kaybolacağından korktuğum için hiç takmadığım ama çocukluktan beri yanımda olan, üzerinde pagan sembollerin olduğu Likya kolyesini ona uzattım:

“İşte şimdi bunu sana veriyorum. Kalbim attığı sürece yanında olacak hep.”

Bu kolyenin benim için ne kadar değerli olduğunu biliyordu. “Devin” dedi sadece “hep benimle olacak…”

Saat gelmişti, son kez sarıldık… Birkaç saat sonra Paris’e giden bir uçağa binip uzaklaşacaktı. O adımlarını atarken son kez elimi kaldırdım. Yavaşça birkaç adım attıktan sonra bana döndü, gülümsedi ve uzaklaşmadan önce son kez elini kaldırdı.

Green Grass

Aylardan ağustossa, zihninde Tom Waits çalıyorsa. Ve biz nehrin yanlış tarafındaysak. Ve bunu önemsemiyorsak, bunu önemsemiyorsak… Ve uzak hissediyorsak her şeye.

Stella’yı Grand Central’da yolcu ettikten sonra Coney Island’daki yarı işgal evine dönmek için metroya atladım. Big Apple’dan ayrılmama birkaç gün kalmıştı sadece. Bana verdiği zarfı metroda açacağımı düşünüyordum ancak bu göründüğünden daha zordu. Kesintisiz bir uğultu zihnimde çınlıyordu. New York metrosu mahşer yerini andırıyordu. Daha fazla uzatmadım ve Brooklyn Köprüsü’ne yakın duraklardan birinde trenden indim. Burası köprünün yanındaki bir bankta, birlikte karpuz suyu içip birbirimizle çılgın planlarımızı paylaştığımız ve dün ona Texas’taki mezuniyet partisinde geçen o öyküyü anlattığım yere çok yakındı. İçgüdüsel bir refleksle iki hafta önce oturduğumuz bankı buldum, zarf hala elimdeydi. East River’ın rüzgarı kıyıya vururken, şehir hiç olmadığı kadar yalnız ve karanlık görünüyordu. Zarfı açtım. İçindeki tek yaprağın başlığını gördüğüm anda zamanda ani bir kırılma yaşandı. Bu Tom Waits’ten Green Grass’ın sözleriydi:

Bana veda etme, bana göğü anlat,

Ve eğer gökyüzü düşecek olursa, sözlerimi unutma,

Biz alaycı kuşları yakalayacağız.

Sayısız olasılık birkaç sn. içinde zihnimden geçti. Telefonu elime aldım. Ve Whatsapp’tan hızlıca şunları yazdım:

“Gitme, Stella!”

Elim mesajı gönder butonunun üzerinde donakaldı. O andan itibaren yaşanacak birkaç sn.nin ikimizin de hayatını geri dönmemek üzere değiştireceğini biliyordum. “Bir sözcük yeter” demişti, “gitme dersen kalırım.” 

Son bir ayda defalarca hayallerimizi paylaşmıştık. Bizi birleştiren şey; defalarca denesek  ve birçoğunda kaybetsek de tekrar denemekten vazgeçmeyişimizdi. Birazdan parlak bir düşe açılan bir uçağa binecekti. Kabul edildiği alanda yetenekli olduğunu biliyordum, başarılı olacağını da… Hayatım boyunca bu anın yükünü taşımak zorunda olacağımı da… Hayatını adadığı şeyle onun arasına girecek cesareti göstereceksem eğer, ona mutluluğu vereceğimden emin olmam gerekirdi.

Bazen dünyada sahip olduğun her şeyden vazgeçmeye hazır olduğun bir an gelir. İşte bu “tutku”dur. Ve bakışlarında gizleyemediğin bu ışıltı gözlerine yansıdığında, aslında sahip olduğun şey koca bir evrendir. Onu, hayallerine bu kadar yaklaşmışken, benimle tekrar belirsiz ve açıkça umutsuz görünen bir yolculuğa çağıramayacak kadar seviyordum. Bir şekilde atlatacaktı, atlatmalıydı, Paris’te Sartre’ın Bulantı’yı yazdığı cafede -bugünleri en fazla “uzak ve umutsuz bir düş” olarak anımsayacak kadar- bir şekilde atlatmalıydı. Bense hayatı artık intihar edecek kadar bile ciddiye alamıyordum.

Aylardan ağustossa, zihninde Tom Waits çalıyorsa. Ve biz nehrin yanlış tarafındaysak. Ve bunu önemsemiyorsak, bunu önemsemiyorsak… Ve uzak hissediyorsak her şeye.

Başka Bir Evrende…

“Başka bir evrende, en güzel halinle

Sen hayata karış, ben daha da biteceğim.”

Banktan kalkıp Greenwich Village’taki karanlık barlardan birine geçtim. İçerideki kalabalık hep bir ağızdan eski bir denizci şarkısını “Roll the Old Chariot”ı söylüyordu. Denizciler geri dönüşü olmayan yolculuklardan önce söylerlerdi bu şarkıyı… Ve birçok defa gemi limandan uzaklaşırken, bir daha hiç görmemek üzere eşlerini, sevgililerini ya da çocuklarını geride bıraktıklarında adı koyulamayan o hüzündü şarkıya dönüşen… Şarkının tesiri üzerimde beklenmedik ölçüde büyük olmuştu. Barmenden üç tane rom istedim. Bardakları masaya dizdikten sonra art arda hepsini içip tekrar sokağa karıştım.

Yaz yağmuru bastırmıştı. 60’larda çekilmiş bir Fransız Yeni Dalga filminden fırlamış gibi görüntüsü zihnimde canlandı. “Biliyor musun Devin” demişti, “hiçbir şey kaybolmuyor aslında. Sen ve ben, gerçekten istersek eğer, burada Big Apple’ın kaldırımlarında, sonsuza dek hep savruluruz. Yaz yağmuru ruhumuzu delip geçer, yağmur duygularımızı kendimizden gizlememize yardımcı olacak.”

Stella’nın sözlerini anımsarken, her sözcükte yağmur tanelerinin ruhumu parçaladığını duyumsuyordum.

“Birlikte daha parlak olduğumuzu düşünüyorum,” demiştim, “sen ve ben, belki kaybedeceğiz, belki düşeceğiz, belki par-ça-la-na-ca-ğız ama her seferinde tekrar tutunarak birbirimize bir yolunu bulacağız yeniden ayağa kalkmanın, birlikte şarkılar söylemenin ve direnmenin daha güzel bir gezegen için…”

Bir şey hem çok tanıdık hem de yabancı geliyorsa iki olasılık vardır: 1. Paralel bir evrende karşılaşmışsınızdır. 2. O, senin paralel evrenindir.

Aradan yıllar geçti.

Antennas hiç tanınmadı.

Lana Del Rey hiç 2014 yılı kadar dinlenmedi.

Siyah kaplı defteri bir daha elime almadım.

Gri şehre -siyasi açıdan- bir daha bahar gelmedi.

Sonra bir gün, bir grup paralel evrenler üzerine bir şarkı yazdı:

Başka bir evrende

En güzel halinle

Sen hayata karış

Ben daha da biteceğim.

enjolras/14.08.2022

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak