PEYNEK- Gore Öykü

                                                                          “Eğer tüm böcekler dünyadan yok olacak olsaydı 50 yıl içinde dünyada hayat sona ererdi. Eğer insan dünyadan yok olacak olsaydı 50 yıl içinde bütün yaşam kendini yeniler ve gelişirdi.” ( JONAS SALK)
BAŞLANGIÇ:
                                                                    EVET

Saatlerimiz 12’yi gösteriyor. Öğle haberleri ile karşınızdayız. Bildiğiniz üzere, güzelim dünyamızın sonu geleli çok oldu. Geçmişten beri bilim insanları kıyamet gününe dair yüzlerce teori ortaya attı. Ancak onlar dahil hiçbirimiz böyle bir sona hazırlıklı değildik. Evet hiçbirimiz ölmedik ama tam anlamıyla da yaşıyor sayılmayız. Hayvanlar gitti. Aniden yok oldular. Hiçbiri kalmadı. El birliği ile güzelim gezegenin içine ettik. Şimdi, pislik her yanımıza bulaşmış durumda; ibre artık birbirimize döndü. Zaman aleyhimize çok hızlı bir şekilde ilerliyor. Asıl kıyametin bu olacağını hiçbirimiz bilemezdik. İlk haberimize geçmeden önce size bir şarkı armağan etmek istiyorum. Zümrüt Şahin, sert riffler eşliğinde bağıra çağıra “ Dünya İnsan Kanseri” diyecek, grubu Meta ile…
Şarkı arasının ardından tekrar birlikteyiz. Anlatacak olduğumuz haberlerin karanlığına uygun bir hava var dışarıda. Güneş artık çıkmıyor, çıksa da umut vaat etmiyor. Yıldızlar bile sönük, geceyi aydınlatmıyor… Şehirde bir cadde, caddenin ortasında çığlık çığlığa feryat eden, yardım dilenen beş yaşlarında bir çocuk. Geri geri giden bir araba onu altına alıyor. Çıtırdayan kemiklere, deride açılan sıyrıklara, etrafa sıçrayan kanlara, basınçla birlikte patlayan ve ayrılan uzuvlara karışan çığlık seslerine aldırmadan gaza basıp geçip gidiyor ardından meymenetsiz sürücü ve külüstür arabası. Çocuk mu? En ciddi kırık, tekerleklerin üzerinden geçtiği ayaklarında. Kemikler ters dönen ayaktan dışarıya fırlamış. Aracın insafsızca ileri geri yaptığı manevralar ile kafasının sol yanı ciddi şekilde ezilmiş. Gözü, onu tutan ince lifcikler olmasa yerinden fırlayacak. İnsanlar mı? İki kişi geliyor hızla. Çünkü cadde tıkanmış, dertleri o. Çocuğu hızla yattığı yerden kaldırıp az ileride bulunan çöp dağının içine fırlatıyorlar. Çocuk ise son nefesini o an veriyor…
İkinci haberimiz A.B.D’den. Görüntüler yol kenarındaki beyaz, tuşları yer yer dökülmüş bir piyanoya odaklanıyor. Piyanodan çığlıklar yükseliyor. Tam donanımlı iki yetkili piyanonun kapağını kaldırdığında altısı ölü, ikisi can çekişen ve yaşları değişkenlik gösteren sekiz beden ile karşılaşıyor. Küçücük bedenlerden oluşan bir resital düzenlemek istemişler belli ki. Kolları tuşlara gelecek şekilde sabitlenmiş ve tuşlara her basıldığında mekanizma tarafından kollara inanılmaz bir baskı uygulanıyor.  O narin kollar dayanamayıp da… Canlı olanlara ne mi oluyor peki? Sabit duran görüntüye eşlik eden iki el silah sesi…
Son haberimiz ise ülkemizden. Köylüler, ormanlık alanda göğsünden pompalı tüfekle vurulmuş on beşli yaşlarda bir çocuk cesedi ile karşılaşıyor. İhbar hattımıza gelen bilgilerde, çocuğun soğuk ve açlıktan ötürü, orada kamp yapan bir gruba yaklaştığı, gruptan birisinin de önce onu tekmeleyip ardından da yanında getirdiği pompalı tüfekle göğsünde bir delik açıp eğlencesine kaldığı yerden devam ettiği söyleniyor…
                                                     
            *                                               *                                           *
Daha fazla dayanamayıp televizyonu kapatıyorum. Şömineyi sonuna kadar köklediğim halde titrememe engel olamıyorum. Bunun sebebi soğuk değil, son birkaç yılda şahit olduğum dehşetengiz olaylar silsilesi. Ben de, silinip gitmeden bunları not almaya, şayet dünya normale dönerse insanları uyaracak ve tarihin tekerrür etmesini engelleyecek şerhler düşmeye karar verdim.  Kıyameti en dehşetli haliyle yaşıyoruz.  Dünya Hadeyan evresine tekrar geri dönmeye başladı. Önce depremler başladı; her gün, art arda. Sonrasında ise çığlar, yangınlar, kum fırtınaları, salgın hastalıklar. En önemlisi de hayvanlar gitti. Önce sadık dostlarımız olan köpekler, ardından da kediler atlar inekler ve tüm böcekler.  Doğal afetler, kıtlık, kuraklık, açlık, susuzluk derken insanlar normalde de zaten oldukça kıt olan birbirlerine tahammül etme yetisini kaybetti. Artık herkes umursamaz ve oldukça hodbin; kendisine, çevresine, en önemlisi de ailesine karşı… Çocuklar artık evlerinde değil, dışarıda. Aç, susuz, bakımsız, umutsuz, korku içinde ve “ ayrı”. Yalnız ve korkak. Yetişkinler ise sinsi, sert, umursamaz ve geçmişe kıyasla daha da açgözlü. Kendi kanından olanı öldürüp parçalara ayırarak yiyecek kadar hem de! Hayır; geçmişte, 1518 yılında değiliz. Bu hastalık bir dans vebası değil. İnsanın vahşi duygularını ortaya çıkaran farklı bir olay bu! Her yerde büyük bir kaos “ düzeni” ve birbirine tahammül edememe durumu söz konusu. Belki bir yerlerde insanlığını kaybetmemiş birisine rastlarım umuduyla sürekli seyahat ediyor, bu esnada gördüklerim karşısında her seferinde biraz daha dehşete düşüyorum Anlatayım da siz de bilin:

                                                   1- Bebek Mavisi
Onu bulduğumda küçücük kalbi neredeyse durmak üzereydi. Ne zamandır bu halde olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Yarı hareketsiz biçimde yerde yatıyor, kısa kısa ve zorlu nefesler almaya çalışıyordu. Masmavi gözlerinden akan yaşlar daha yere ulaşamadan yüzünde donup kalıyor, çektiği ızdırabı katıksız bir biçimde yansıtıyordu. Gözyaşı damlalarına gözüm her takıldığında orada kendimle karşılaşıyor, insanlığımdan utanıyordum tüm insanlık adına. İsmini hiç öğrenemedim. Konuşmasın ya da çığlık atmasın diye dilini kesmişlerdi – köküne yakın-. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor ancak kesik kesik hırıltılar dışında sesini duyuramıyordu. Kolları ve bacakları ağaç budar gibi kesilmiş, gelişi güzel bir şekilde dağlanmıştı. Top haline gelmiş vücudunda derin kesikler göze çarpıyordu. Açlık ve susuzluğunu bir nebze olsun dindirip yaralarını sarmaya çalıştım  ancak olmadı, dayanamadı. Bana da o mavi, masmavi gözyaşları acı bir miras olarak kaldı. Ah benim canım, canım…
                                                              2- Kötülük İçimizde
 Bugün ilk kez “ kasten, planlayarak, canavarca hisle” birisini öldürdüm, hem de ağır işkenceyle! Ormanlık alanda gördüm onu bir şeylerle uğraşıyordu.  Ne yaptığını fark edince dehşetle irkildim. Yetişkin bir kadın ve beraberinde dört çocuk. Hepsi sıraya dizilmiş. Feri sönmüş gözlerinde büyük bir umutsuzluk göze çarpıyor. O gözlerin canlanmasına imkân yok, ölmüşler çünkü. İşkencecisi, önce annenin gözlerinin içine baka baka dört çocuğu da vahşice katlediyor. Ardından da saatler süren tecavüz seansları başlıyor Kadının derisinde yüzlerce küçük kesik açıyor. Tekme tokat da cabası. Sonra da boğup bir köşeye atıyor. Bunları bana kendisi can havliyle, salya sümük anlatıyor. Şerefsiz herf, itiraf edince ona acıyacağımı ve pis canını bağışlayacağımı sandı ama işler öyle yürümüyor. Birisi senin yanağına sert bir tokat atarsa sen de onun öbür yanağına iki katı kuvvetle indirmelisin ki bir daha aynı hareketi tekrarlamasın değil mi? Ona daha önce bir yerlerde okumuş olduğum bir Viking işkencesi uyguladım. Kendisine “ Kan Kartalı” deniyor. Dedemden kalma süslü el baltamı kaptığım gibi sırtına indirip büyük bir yarık açıyorum. Sonra da kaburgalarını güçlü darbelerle kırıp yerinden söküyorum. Elimi açık yaralardan içeriye sokup ciğerlerini söküyorum ve kaburgalarla birlikte kartal kanadını andıracak şekilde sırtına yerleştiriyorum. Tahmin edemediğim şey ise uğradığı şok ya da kan kaybı neticesinde boğularak geberip gitmiş olmasıydı. Çığlıklarının her yerde işitilmesini isterdim açıkçası…
                                                            3- Kaypak
Bir insan değişen şartlara ne kadar hızlı uyum sağlar onu anlatayım şimdi de: Kendisi yakın arkadaşım olur. Oldukça başarılı ve adından sıkça söz ettiren ateşli bir hayvan hakları savunucusu iken şimdilerde kaypak, korkak, alçak, yavşak bir orospu çocuğuna dönüştü. Neticede artık hayvanlar yok değil mi? Yediği haltlar çok iyiymiş gibi bunları bir de kıyıda köşede ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Hamile bir kadını daha canlıyken nasıl deşip karnından bebeğini söküp aldığını; yaşlı birkaç erkeğin ağızlarını demir teli ile bağlayıp bir aracın bagajına tıktıktan sonra aracı denize sürüp onların boğulurken çıkardığı sesler karşısında zevkle kahvesini höpürdettiğini; kendisinden bir yudum su isteyenlere su yerine sürekli yanında taşıdığı kezzaptan içirdiğini; beş kişilik çetesiyle korumasız evlere baskınlar düzenleyip yiyecek içecek çaldığını; sokaklarda oluk oluk kan akıttığını sağır sultan bile duydu. Geçenlerde yüreğime su serpen bir haber aldım. Gebermiş soysuz! Kim mi yapmış?  Çocuklarını çalmaya çalıştığı öfkeli babanın, alnının çatına oturttuğu koca bir mermi ile…
                                                          4- Kahpelerin Sofrası
Bugün bir av partisine tanık oldu. İki avcı önüne kattıkları anne ve iki yavrusunu bilinmeze doğru iteliyordu. Kaçan ve kovalayan, av ve avcı, katil ve maktül.. Bu olay son zamanlarda adeta bir gelenek halini aldı. Yurdun her yerinde, şiddetin tavan yaptığı sonu hep annelerin gözyaşlarıyla biten bir yamyamlık festivali. Çocuklar teker teker avlanıyor. Anneye ise ölümcül olmayan bir yara aldırılıyor. Olacakları görmesi, ruhunun derinliklerinde hissetmesi gerekiyor çünkü. Çığlıklarını duymamak için ses tellerini tamamen alıyorlar. Sonra zavallının gözü önünde, kurulan “ ziyafet” sofrasının mezesi oluyor talihsiz yavrucaklar. Bu duruma bir avuç kalan benim gibilerin yapabileceği hiçbir şey yok. Her şey gibi insanlar buna da alıştı artık. Boşuna dememişler “ alışkanlıklar gündelik yaşamın diktatörleridir” diye!
BİTİŞ:                                             
                                                              HAYIR !
Evet, yüce mahkeme huzurunda hikâyemi olduğu gibi aktardım. Yazmış olduğum kitaptan daha fazlasıydı öyküde anlattıklarım benim için. Peki bitti mi? Hayır! Daha anlatacaklarım var. Ben kitabı ilk yayımladığımda toplumda bir infial oluştu. Sosyal medyada büyük bir linç yedim. Tv programlarında yerden yere vuruldum. Bazı kesimlerden tehdit mesajları aldım. İnsanları olanca şiddetiyle, hiçbir mecazi terim kullanmadan, “ rezilce” bir şekilde öykü malzemesi yapmam herkesi hiddetlendirdi. Onlar öyle kişiler miydi? Tabi canıım! Mahkeme salonundaki sizlerde bile bu öfkeyi dibine kadar hissettim. Oturuma üç kez ara verdiniz. Üzerime saldırmaya çalışanlara karşı umarsız davrandınız. Hâlâ elleri zangır zandır titreyenler var. Sanırsınız fay hattının üzerinde oturuyorlar. Özellikle işin içine bebekler ve çocuklar girdiği zaman kendinizden geçiyorsunuz. Ancak bir şeyin farkına varabilmiş değiliz- değilsiniz-.  Gündelik hayatta karşılaştığımız hayvan saldırılarına o kadar alıştık ki artık umursamıyoruz. Şiddet şiddetle meşrulaştırılmaz diyeceksiniz şimdi de ancak birilerinin duruma el atması gerekiyordu. Şiddeti uygulayan suçlu yakayı ele vermişse eğer bir kapıdan tutuklu girip öbür kapıdan serbestçe çıkıp gidebiliyor. Yine de pek aldırdığımız söylenemez. Unutuyoruz çünkü. Ayak uyduruyoruz, sürü psikolojisi bunu gerektiriyor çünkü.  Peki o hayvancağızların yerinde biz olsaydık işler değişirdi değil mi?  İşte ben bunu yaptım bir yol sunmaya çalıştım ama hançeri böğrüme yemem uzun sürmedi. İşte buradayım. Ne demişler; bu dünyada yapılan hiçbir iyilik cezasız kalmaz!
Gözleri önünde yavrusu avcılar tarafından katledilen anne fokun gözyaşlarına aldırdık mı? Hayır!  Sahibi tarafından metruk bir binaya terk edilen  yavru köpeğin tir tir titremesini; korkudan fal taşı gibi açılmış, dışarıya fırlamış gözlerinin içine bakıp keder gözyaşları dökebildik mi? Hayır!  Sokakta aç susuz dolaşan, kışın soğuğunda, yazın kavurucu sıcağında yalnız, başıboş, korkmuş, ayrı, uzanacak bir ele muhtaç sokak hayvanlarına yardım edebildik mi? Hayır! Vurdukları hamile karacanın derisini yüzerken yakalanan avcılara yeterli tepkiyi gösterebildik mi? Hayır! Aç olduğu için kamp yapan insanlara korkarak yaklaşan köpeği pompalı tüfekle vuran caniyi duyduk mu? Hayır! Kolları bacakları kesilip ölüme terk edilen yavru köpeğin yüzünde donan gözyaşları hâlâ aklımızda mı? Hayır! Bir evin bodrumunda bulunan ses telleri kesilmiş köpekler yeterince gündemi işgal etti mi? Hayır! Sırf biz eğleneceğiz, sosyal medyaya iki kıçı kırık fotoğraf atacağız diye aç, susuz, bakımsız çalıştırılan fayton atlarını gündemde tutabildik mi? Evet, tuttuk ancak sonrası meçhul. Şu an ne yaşanıyor biliyor muyuz? Hayır!  Kulakları sağır olduğu için  araba kornasını duymayan köpeğin üzerinden geçip ardına bakmadan giden sürücüyü biliyor muyuz? Hayır…
Onların yalnızlığını, korkmuşluğunu, ayrılığını, umutlarını, umutsuzluklarını, sevgilerini, hüzünlerini, ihtiyaçlarını algılayamadığımız sürece bizden bir halt olmaz. Bir gün gidecekler ve dünya çürüyecek. O vakit anlayacağız ama iş işten geçmiş olacak. Bana nasıl bir ceza vereceksiniz ya da ceza verecek misiniz bilemem, kitabım piyasada kalacak mı onu da bilemem. Tüm nüshalar yakılsa dahi bu söylediklerim baki kalacak. Gerisi laf-ü güzaf…
The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak