Sessiz Sinema Dosyası

gold-rush
Michel Hazanavicius’un sinema seyircisini alıp bir nostalji fırtınasının içerisine bıraktığı ödül rekortmeni filmi The Artist ile birlikte yeniden gündeme gelen sessiz filmleri Ekşi Sinema yazarları olarak hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Yazarlarımız, sessiz film döneminden sevdikleri iki filmi seçip yazdılar.

Alican Yıldırım

Bronenosets Potyomkin (1925) – Sergei M. Eisenstein

Filmin konusu ve bağlı olduğu olaylar: Zırhlıdaki ayaklanma ve Odesa merdivenlerinde Çarın askerlerinin her sınıftan halkı acımasızca kıyımdan geçirmesidir. Film 5 bölümden oluşur: İnsanlar ve Kurtlar, Denizde Dram, Ölüm Adam Adalet Arıyor, Odesa Merdivenleri, Filoyla Karşılaşma. Gösterildiği tarihte büyük ilgi gören Potemkin Zırhlısı, Charlie Chaplin için o zamana kadar çekilmiş en iyi filmdir. Film, 1958 yılında yirmi beş ülkenin 117 film tarihçisi tarafından “tüm zamanların en iyi filmi” seçilmiştir

Zemlya (1930) – Alekandr Dovzhenko

Andrei Tarkovski’nin bir mülakatında en sevdiğim film dediği Zemlya, Aleksandr Dovzhenko’nun da en iyi filmlerinden biridir aynı zamanda.. Dovzhenko’nun filminin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki ayrıcalıklı çiftçileri, devletin kontrolündeki kolhozlara bağlama çabasıyla çekildiği söylenebilir. Ancak “Zemlya” çekildiği dönem, filmdeki pastorsal ve şiirsel havanın gerçekten uzak olduğu konusunda çok fazla eleştiriye maruz kalır. Film, toprağa, doğaya, toprak mahsullerine aldığı yakın planlarla oldukça ilginç bir anlatım dili oluşturmuştur. Kırsal kesimde yaşayan insanların sıkıntılarına ve yaşadıkları olaylara bakış açılarının, Tarkovski’nin deyimiyle oldukça “şiirsel” olduğunu söylemekte yarar var. Birçok sahne filme bir düşün içindeymiş izlenimi katıyor. Bunun insanların toprakla ve geçimleriyle ilgili yaşadıkları sıkıntıların biraz yüzeysel anlatılmasına neden olduğu söylenebilir. Ancak filmin görsel dili o kadar kuvvetli ki, filmi sinema tarihinin klasikleri arasına sokan da bu. Zemlya tamamen birbirinden bağımsız planların görsel bir bütünlüğüyle yaratılmış bir hikaye. Ancak içinde taşıdığı çok fazla anlam var bu hikayenin. Kısaca her izlenildiğinde yeni bir şey keşfedilebilecek son derece dolu bir film.

Arda Gülyan

Mat (1926) – Vsevolod Pudovkin

“Tam zamanında yazılmış bir roman”; Lenin Gorki’nin müthiş eseri Ana’yı böyle selamlıyordu. Pudovkin’in aynı adla uyarladığı bu film de sinema dünyasında benzer bir heyecanla karşılandı. Bronenosets Potyomkin ve Eisenstein devrimci sinema için ne anlama geliyorsa, Pudovkin ve Mad da ondan aşağı kalmayan bir önem arz ediyordu. Pudovkin’in o zorlu dönem ve şartlar içinde oluşturduğu lirik dili, daha sonraki filmlerinde de belirleyici bir rol oynadı. Günümüzde sanat ve ideoloji arasında sıkışıp kalmış sinemacılara ders niteliğinde izletilmesi gereken bu film aynı zamanda Sovyet sinemasındaki dönüşümün de öncülü sayılabilir.

La passion de Jeanne d’Arc (1928) – Carl Theodor Dreyer

Unutulmaz ve ıskalanamaz bir yapıt. Dreyer’in hiç şüphesiz kendinden sonra gelecek olanlara, yine imkânlarının üzerinde bir gayretle bıraktığı o miras – zira bu gayret filmin yapım aşamasında gösterildiği gibi, filmin kötü kaderi süresince de sürdürüldü. Zaman içinde, içlerinde Robert Bresson’ın da olduğu birkaç yönetmen tarafından tekrar işlenen bir hikâye Jeanne d’Arc; Fransa’nın ulusal halk kahramanı olan Jeanne d’Arc rolünde Maria Falconetti’nin filmi aşan performansı efsanevi; elbette Dreyer’in cesur ve söze gerek bırakmayan anlam dünyası ve bu korkunç tarihsel gerçekliği olabilecek en yalın biçimde işleyişi de. Tarihin karanlığında yolculuğa çıkıp günümüz dünyasıyla yüzleşmek isteyenlere; güçlüklerle dolu, insanı zorlayan, iç acıtan bir vicdan filmi.

Fatma Onat:

Entr’acte (1924) – René Clair

Hikayeye, mantığa, düzenli akışa inat yaşasın disiplinsiz sanat yaklaşımlarıyla “her şeye karşı” durumu hissettirir Avantgarde’a dahil olan sanatçılar. Özgürlükleri, farklılıklarını gösterir. Sessiz zamanlarda, 1924 yılında çekilen Entr’acte da bu duyguyu hissettirir. Sinemanın imkânlarını anlatım bütünlüğü kaygısı taşımadan kullanan Rene Clair, başka türlü bir yere oturtur bu filmi. Anlamsız bir ele alışta; dans, tabut, kâğıttan gemi ve bir sürü insan görürüz filmde. Oysa bu kopukluk duygusu içinde dansın salınımının geminin uçuşmasıyla ritmik bağında, koşan insanların bir tabutun ardında olmasında çokça anlam yükü de bulunabilir. İzleyenlerin gözünde saçmanın ve derin anlamlılığın çokça çatıştığı önemli bir yapımdır.

The Gold Rush (1925) – Charlie Chaplin

Mizahıyla anlattıkları, maharetinin büyüklüğünü gösterir Chaplin’in. Acı gerçekler onun sinema dilinde komik birer anmışçasına işlenir. İncelikli üslubunun, çaresizlikle umudu harmanladığı bir filmdir The Gold Rush. Alaska’ya altın aramaya gelmek de bu umudun bir parçasıdır. Öyle bir işler ki trajediyi, geriye insanın yüzündeki fena bir gülümseme kalır. Özellikle de birkaç unutulmaz sahnesiyle. Mönüsü ayakkabı olan yemek sahnesi de bu unutulmazlar arasındadır. Bu siyah deri bot, Şarlo’nun önünde bifteğe, balığa, makarnaya dönüşürken yokluğun sürüklediği haller içinde varoluş yaratabilmenin, hayatta kalabilmenin de bir işaretidir. Ortaya çıkansa klişe söyleminin ötesinde gerçek bir başyapıttır.

Gizem Bayıksel

voyage

Le voyage dans la lune (1902)

Sinema tarihinin önemli isimlerinden Georges Méliès’in hafızalarda en çok yer eden bu filmi döneminin popüler iki romanından (Jules Verne- Dünyadan Aya, H. G. Wells-Aydaki İlk İnsanlar) uyarlanan, sessiz sinemanın kült filmlerinden biridir. Ayın gözüne saplanan roket, mantara dönüşen şemsiyeler, baston darbeleriyle yok edilen uzaylılar ve daha nicesi, Méliès’in sinemaya kattığı fantastik öğelere sadece birkaç örnektir. Le Voyage Dans La Lune, birçok ilke imza atan bir film olmasının yanı sıra, hayal edilenin görüntülenebilir kılınmasıyla da hem sinema tarihi için hem de izleyicisi için unutulmazlar arasında yer alır.

Un chien andalou (1929)

Deneysel sinemanın ilk ürünü kabul edilen “Un Chien Andalou”, Luis Bunuel’in anlatımıyla, iki düşün bir araya getirilmesiyle başlar. Bunuel ve Salvador Dali’nin rüyalarını birleştirmesinden ortaya çıkan bu başyapıt, algıları alt üst ederken diğer taraftan da akla aykırı her düşünceye açık olmasıyla şaşırtır izleyicisini. Kimi zaman takip etmeyi güçleştiren sahne geçişleri, zaman algısını ortadan kaldıran anekdotları ve bunlara rağmen ne olduğu bilinmeyen ama hafızada yer eden etkisi ile de, rahatsız edici ama unutulmayan bir rüyayı anımsatır.

Göknur Topçu:

Chelovek s kino-apparatom (1929) – Dziga Vertov

Rus yönetmen ve sinema teorisyeni Dziga Vertov’un hem film grameri hem de sessiz sinema için sıra dışı bir başyapıt niteliğindeki filmi, bir Sovyet kentinin sosyal yaşamını izlenimci bir bakış açısıyla perdeye taşır. Sine-göz akımının kuramcısı olan Vertov, insan gözü ile kamerayı aynı noktada konumlandırarak, sinemanın gerçekle kurması gerektiğini söylediği ilişkiyi en saf haliyle işler, seyirciyi buna doğrudan dahil eder. Kullanılan kamera açıları, görüntü tekniği ve deneysel kurgusuyla zamanının çok ötesinde olan bu sessiz film, belgesel sinemanın da ataları arasında kabul edilir. Moskova’nın gün doğumundan gün batımına dek ‘sözsüz bir şiir’ini resmeden bu unutulmaz filmin başrolünde ise ‘kamera’nın ta kendisi vardır.

Modern Times (1936)

Yedinci sanatın sesi keşfetmesinden yaklaşık on yıl sonra, Charlie Chaplin tüm zamanların en iyi filmlerinden birine imza attı; ‘Modern Zamanlar’. Politik mizahın kusursuz örneklerinden biri sayılan filmde bazı istisnai ses efektleri olsa da, bu Chaplin’in sessiz sinemaya vedası ve efsanevi ‘Şarlo’ nun beyazperdedeki jübilesiydi. Sanayileşme ve endüstri çağının yarattığı toplumsal adaletsizlikleri hicveden film,insanın sistem içinde nasıl bir köleye dönüştürüldüğünün de kanıtıydı adeta.İşçi Şarlo’nun fabrikadan tımarhaneye, hapishaneye sürüklendiği bu sessiz film şaheseri, Chaplin’in modernite ve kapitalizme karşı en net ve sert eleştirisiydi. Biz ve belki de bizden daha ‘modern!’ nesillerde dahi, izlediğinde bazı şeylerin değişmediğini gösterecek olan görkemli bir başyapıt.

Kaan Karsan:

Nosferatu – eine Symphonie des Grauens (1922) – F.W Murnau

Yalnızca günümüzden hareketle bile vampir mitinin sinema üzerinde ne kadar egemen bir mitoloji olduğunu söylemek mümkün. Vampirlerin beyazperdedeki yolculuğu ise aslında Murnau’nun korku filmi başyapıtından başlıyor. F.W. Murnau’nun Dracula’nın telif haklarını almak konusunda yaşadığı sorunların neticesinde “Nosferatu – eine Symphonie des Grauens” olarak isimlendirilen film, çekilmiş ilk vampir filmi olmasının yanı sıra Alman ekpresyonizminin en nadide örneklerinden biri. Sessiz sinema döneminin suskunluğunu, özel bir gerilim atmosferine dönüştürmeyi başaran film, nereden bakarsanız bakın bir başyapıt. Hayal gücünün, kısıtlı teknolojik imkanlar nedeniyle perdeye yansıtılamadığı bir dönemde, Murnau’nun bu denli tekinsiz bir atmosfer yaratabilmesi, üstün bir dehanın ürünü. Kendinden sonraki sinema için fazlasıyla yararlanılabilir bir miras haline gelen “Nosferatu – eine Symphonie des Grauens”, sessiz sinema döneminin en mühim filmlerinden bir tanesi.

The General (1926) – Clyde Bruckman, Buster Keaton

Amerikan sessiz sineması deyince Chaplin ile birlikte akla gelen iki büyük sanatçıdan biri olan Buster Keaton’ın unutulmaz epiği, üzerinden geçen onca yıla rağmen halen heyecan verici. Hele bu filmden birkaç sene önce Lumiere’lerin treni üzerlerine doğru geldiğinde korkudan ne yapacağını şaşıran sinema seyircisinin bu filmi gördüğünde verdiği tepkiyi hayal etmek bile mümkün değil. Dönemin standartlarında nasıl kotarıldığı halen belirsizliğini koruyan tren takip ve köprü yıkılması sahneleri, filmin ne kadar önemli bir film olduğunu kısa yoldan anlamak için yeterli. Neredeyse her sessiz filmin taşıdığı o özel hüzün de, filmin tüm komedisine rağmen Buster Keaton’ın gözlerinden içimize akıyor film boyunca. Amerikan Kuzey-Güney savaşını elden geldiğince apolitik bir şekilde arka planına alan ve her şeyi savaşın dışında tutulmaya çalışan bir makinistin aşk dolu penceresinden anlatan The General, her saniyesinde biraz daha zihne kazınan tematik müzikleriyle de ne kadar özel bir film olduğunu kanıtlıyor. Üstüne üstlük gelecekteki Hollywood epiklerine de güzelce yol tarif ediyor.

Not: Bunlara ek olarak Charlie Chaplin’in şaheserlerinden biri olan City Lights ile ilgili bir yazıya ulaşmak için tıkayın.

Sarp Sayar

Das Cabinet des Dr. Caligari (1920) – Robert Wiene

Benim sinema tarihinde en sevdiğim sessiz film başyapıtıdır. Film o denli önemlidir ki, kendisinden sonra ‘kara film’ türünü ve (film-noir) görsel atmosferini, korku filmlerini ve hammer movies (canavar alt-türü filmlerini), fantastik-masalsı anlatılarda dekorları ve sinemanın bir ‘rüya’ olduğunu Bergman’dan,Bunuel’den ve Lynch’den önce söylemiş ve bütün bu saydığım sinemada ki bir çok şeyi etkilemiştir. Bunun ötesinde; sistemi ve ‘ötekilik’ kavramını eleştirirken, Alman Ekspresyonizm akımının bir uzantısı dahilinde bir tablo sunar ve yine bir sistem eleştirmeni ve nasyonel sosyalist alt metinli bir sinemacı ‘Tim Burton’u de çok derinden etkilemiştir. Burton’un 1990 tarihli başyapıtı ‘Edward Scissorhands’ filmi bu filme sadece bir atıfla kalmayıp filmi son derece yücelten bir başka başyapıt olmuştur. Sinema tarihinde bir film bu kadar çok şeyi etkileyip; yeni yönetmenler, yeni filmler türetebiliyor ve ilham verebiliyorsa o film sinema tarihinde asla paslanmayacak olan çok değerli bir altındır.

Metropolis (1927) – Fritz Lang

Metropolis’in; sinema tarihinde ve en önemlisi ‘bilimkurgu sineması tarihinde’ bir mihenk taşı, bir dönüm noktası olduğunu söylemek gerekir. Zaten sinema literatüründe, Melies’in kısası ‘Aya Yolculuk’ filminden sonra Fritz Lang’ın ‘ilk gerçek bilimkurgu filmi’ ve bilimkurgu sinemasının atasıdır Metropolis. Dönemin, Alman sineması endüstrisinin Amerikan sinemasına göre bir hayli ilerde olduğu bir dönemin ürünü olup, işçi-işveren odaklı sağlam da bir kapitalizm eleştirisi barındırır. Bunun yanı sıra, görsel atmosfer ve türsel değişim olarak kendinden sonra da bilimkurgu sinemasını etkileyen bir takım başyapıtlara ön ayak da olmuştur; Blade Runner, Brazil, Dark City…Metropolis’in sinema tarihinde; bundan yıllar sonra da etkisinin geçmeyeceğini ve bilimkurgu sineması tarihinin doğumunda bir Havva olan Kubrick’in 2001′i var ise, Metropolis de bu sinemanın Adem’idir.

Email adresiniz paylaşılmayacak