Dönencede Sayhalar: Ağustos – 2023

Selimcan Yelseli, Ağustos / 2023

Bir otomobil süratle ara sokaktan geçiyor. Karşı pencerelerden birinden ağlamaklı bir çocuk sesi duyuluyor. Bu sesler eşliğinde “İnsanın Taşrası”nda dolaştıktan sonra, epey yorulmuş zihnimi adeta yeniden kılıfına koyup, tam manasıyla derin bir çaresizlik duygusuyla, öylece kıvrılıp beklemenin mecburiyetine teslim oluyorum.

*

Bilmem kaç fersah denizin ortasında, bir o yana bir bu yana salınarak giden gemilerin içinde ya da deniz kenarındaki bir şehrin, limana uzanan eski meydanında; yıllardır denizi gözleyerek bekleyen ve bir yaz gününün öğle sonrası, zamansız mucizeler gibi görünen uzak bir karaltının sevinciyle ürperen yüreklerdeyim. Bir yerden bir yere gitmenin, ancak güneş vurunca kıpırdadığı anlaşılan ve kurak bir toprakta ısınan damarı bende saklı.

*

En katı inançlarımızın reddi bile, vadeli bir inayetin ümidini taşımaktadır.

*

Dışarıda kan kurusu gece, meçhul ölümler gibi uğulduyordu. Ben o eski koltukta oturmuş, içlerinde karanlıkların kıpırdadığı gözlerine ara sıra bakarak içimde büyüyen bir şiirle bunalıyordum. Sen karşımda susuyordun. Perdeler ağırdı ve sabahın erken saatlerinde bizi bekleyenler vardı.

Sana o gece yağmur gibi bir şiir okuyacaktım. Kan kurusu gece akacaktı kenar mahallelerden. Uğuldayan bir tek yağmur olacaktı. Her şey arınacaktı, arınacaktık. Olmadı.

*

Delişmen kahkahaların içinde gizlenen umutsuzluklar var. Büyük yaşamların içinde küçük ölümler var mesela. Sessizliğin içinde de çığlıkların olduğu söylenegelmiştir. Her şey var… Her şey… Kendimizden başka her şey var! Bir tek kendimiz yokuz.

*

Ateş kesilmiş ruhlarımızla, eski dualar misali göğe yükselmek için bahaneler ararken, gerçekliğin buz kesmiş duvarları arasına hapsolduğumuzu fark ederiz… Ve bu farkındalık, içinde bulunduğumuz dünyanın başımıza yıkılmasıdır. İnsanın yaşadıkça tecrübe etmek mecburiyetinde olduğu dehşetli gerçeklik; ulaşmasının asla mümkün olmadığı yerlerin hasretini daima yaşayacak olmasıdır.

*

Sesini akşamı çağıran kuşların sesinden seçebildiğime göre yaşamak konusunda epey yol kat etmiş olmalıyım…

Hem bu ayda doğmanın garip kuraklığı, hem güneşi hiç bir zaman içmemiş olmamın mahcubiyeti, hem de içimin o müthiş karanlığı…

Neler diyorum?

Yolları bile seninle tanımış olduğuma göre, hayat hakkında dediklerimin bir kıymeti yok aslında…

Bak şurada, kırmızı binanın hemen yanında, -imgelemlerin gücü adına- biri yaşam düşürmüş…Bak içimde, hani şu seni yolculadığım durak ile kalbimin okuduğu her kitapta kıymetsiz çarpışı arasında bir yerde -ciltli bir şiir kitabına ya da bir cumhuriyet romanına öykünerek- el değmemiş yabancılıklar dağıtıyorlar.

*

Erkin Koray’a veda…

Dünyanın, her biri dakik bir kalp atışına benzeyen ölçülü darbeleriyle, tenimizde nokta nokta açan “İlahi Morluk“lar adına… Solgun ve bir tüy gibi eski fotoğraflarda yüzen gençlik çehrelerimizin ebediyette kavuşacağı huzur için, elveda.

*

…………’da başına güneş geçmiş bir çocuk büyük bir gürültüyle istifra ediyor. Bir adam tesbihini sallayarak dolaşıyor ve bozuk ekranda o an yanıp sönen numarayı kontrol ediyor. Gözümü yerdeki bir noktaya dikip öylece kalsam… Benimle birlikte zaman da öylece kalsa. Ekranda çınlayan numaralar, asık suratlı ………… olmasa! Barkodlara, zamana ve mecburiyetin pek mübalağalı savurganlığına teslim şu insanlar da olmasa.

Bir …………..de uzak geçmişimizin tüm bilinmezliğini özleriz. Gelişen ve teknik de dahil mütemadiyen bir şeylerle yarışan şeylerin yanında, avcı-toplayıcı olmak ya da tripofobi gibi ilkel korkuları yeniden hatırlamak daha ilgi çekici gelir bizlere. Bir tek farkla…

Yalnız uzak geçmişimizde taktığımız o mistik maskeleri özlemek zorunda kalmayız… Çünkü yüzümüzde, ağırlıklarından dolayı onları bir süre sonra hissetmediğimiz o kalın ve bu kez medeni, hatta fazlaca medeni maskeler daima mevcuttur.

*

Güneşe doğru yürüyorum. Güneşe… Ve aslında, daha ona ulaşamadan etrafımı saracak büyük yokluğa doğru yürüdüğümü biliyorum. Dünyada akan ilk göz yaşım, ilk duyduğum keskin acı, aynada kendimi gördüğüm ilk an, çocukluğumun hasta geçen geceleri, başımın yorgun bir su gibi sessizce anneme aktığı vakitler… Hepsi yanımda. Anaksagoras’ın sonsuz tözlerinden bir töz olmak, ya da Empedokles’in sevgi ve nefret etrafında devinen dört unsurundan müteşekkil bir fani olmak… Varlığıma dair ne varsa, bir cümlede açıklayabilirim güneşe yürürken. Dünya üzerinde gelmiş geçmiş milyonlarca ağustos’un içinde bir ağustosta doğdum. Milyonlarca günün içinde binlerce gün yaşayıp yürüyorum. Milyonlarca saat içinde yaşadığım saatler milyonu bulur mu? Bilmiyorum.

Yıldız tozlarından birkaçı gözüme kaçmıştı bir zamanlar. O zaman bereketin yanında, varlığı sürdüren gizli nabzın atışını duya duya uyumak istemiştim, hatırlıyorum. Köhne odalardan geniş balkonlara ve oradan da bir yaşam savaşına ve oradan da en sinsi ve en kıvrak ihtimallere şahit olmuştum bir de. Şimdi o büyük yokluk etrafımı yolumun neresinde sarmaya başlar bilmiyorum. Sadece güneşe yürüyorum.

*

Aydınlık kimsesizliklerimiz var, biliyorum. Bir düşünün, siz de bildiğinizi anlayacaksınız. Geceleri devasa sokak lambalarının ve trafik ışıklarının aydınlattığı yollarda sarhoşlar, yanlış tutkular, zamansız ölümler ve yolculuklar büyür. Her biri başlı başına bir kimsesizliktir.

Tıpkı gece vakti aydınlık bir odada tek başımıza önümüzde açık bir kitaptan okuduğumuz kimsesizlikler gibi. Karanlıkta kalan kimsesizliğimiz yoktur. İstisnasız her kimsesizlik aydınlık ve apaçık ortadadır.

Aslında şu örtülü kural hep göz ardı edilmiştir: Gereksiz aydınlık ve apaçık ortadalık körlüğün yoldaşıdır.

*

Artık içimdeki zehirli sessizliği kimse bilemez. Ne şehrin eski meydanında ve ona inen yokuşta kurulan akşam pazarları, ne gelip geçen otobüsler, ne de şöyle bir omzumun üzerinden geriye baktığımda gördüğüm merdivenlerden inen tek tük insanlar. Kimse bilemez, yaz günü alnım ter içinde, bana ilişenlere sadece ufak bir tebessüm ile cevap veririm. Halimde her an yolculuğa çıkmak üzere olanların tedirginliği saklıdır.

Kimseler de bilmemelidir. İçimizde zamanın örtüsüne sardığımız ve gelecekte açılması mutlak olan sırlar vardır. Zehirli sessizlikler bunlardır işte. Boşluğa düşsek bile tutunuruz onlara. Düzen şöyle bir kendisini gösterir gibi oldu mu, zamanın örtüsüyle gizlenen sırlarımızı büyük bir utançla sırtımızdan indirir ve mahcup yüz ifademizle, insan olmanın bedbahtlığına sığınırız. Artık söyleyeceğimiz pek de bir şey yoktur.

*

Kendi ağını içinde taşıyan örümcek…
Günde binlerce adımın üzerine bastığı taş…
Güvercin ölüleri…
Gökyüzünde Venüs diğer gezegenlerin tersi istikametinde döner…
Ben diğer insanların tersi istikametinde yürümeyi severim.

Eğer yaşamak isterseniz, başınızı tuhaf ve hırçın bir rüzgara teslim etmelisiniz ve eğer yaşamak isterseniz ağını kendi içinde taşıyan örümceği, günde binlerce adım tarafından aşındırılan taşı ve güvercin ölülerini görmemezlikten gelmelisiniz.

Yaşamak isterseniz, Venüs’ün değil, diğer gezegenlerin sıradan istikametine meyletmelisiniz.

*

Çoktan ölmüş bir ressamın sanki bir kış gününü tasvir etme arzusuyla çırpınan fırçasından çıkan soğuk çizgiler misali uzanmış bulutlara takılıyor gözüm… Batan güneşle birlikte sadece uzun uzun gölgelerden ibaret tarlalar, ince gövdeleriyle en ufak esintide sallanan ve her biri puslu bir uzaklıktan görünen ağaçlar.

Şehre akşam çöktü. Daha birkaç saat önce, hemen sol yanımdaki perdede öylece duran kahverengi güvenin, sarı ve sıcak bir cehennemde tıpkı benim gibi bunaldığını düşünürken, şimdi çöken bu akşamda, o hırçın yağmurların yaklaştığını hissediyorum.

Yoğun ve macun gibi esneyen bir öğle vaktinde yoldaydım. Şimdi bir kış hayaliyle solan ve kendi içine sinen bir akşam vakti yine yoldayım.

Ruhum bir günde kaç mevsimi hissedebilir?

*

Hayatın sadece boşluktan ibaret anları vardır. Bir otobüsün ön camındanbir gece vakti süratle akan kesik, ince beyaz çizgileri takip etmek gibi ya da bir sabah, tatlı bir uykunun arasında, o gün havayı yağmurlu sanıp yanı başımızdaki perdeyi araladığımızda güneşin daha yeni doğuyor olduğunu görmek gibi… Boşluktur bunlar. Büyük ve demir bir çark gibi işleyen zamanın içinden birkaç gaflet ve mesut yanılgı devşirmektir. O katıksız ve inanılmaz varlık sancısı böyle anların tesiriyle az da olsa hafifler.

Koskoca betonarme blokların minicik pencerelerinde akşam sigaralarını içen ve uysal karanlıklar içinden sokak lambalarının cılız aydınlığına varlığını teslim etmek isteyen; her birinin iklimi ve kendisini var eden sancısı meçhul, her birinin içinde günahları ve küfürleri meçhul, her biri, sadece birer tam tekmil yalnızlıktan ibaret olsa da, kalabalıkların içinde daima güvenle gerinen ve kıpırdanan insanlar. Kirli çarşaflara haz dolu başlarını bırakmak isteyen, hayatın boşluktan ibaret anlarında sadece bir boşluk olma arzusuyla akmak isteyen insanlar.

Email adresiniz paylaşılmayacak