Gece yolcuları

Gümüş dua: bizden başka kimse anlamayacak

Öğlen miydi? Hayır, öğlen sıcağında dışarı çıkılmasına izin vermez anneler. Öğlen güneşleri yasaklı iki genç çocuktu onlar. Evden kaçmış, başlarına ay geçen iki genç çocuk. Gecenin karanlığını paylaşmayı seven ve bunu birbirine söylemeyen, söylemeden seven, sevdikçe mahkemelerde yaşlarına sahte yeni yaşlar ekleyen iki genç çocuk. Ay çoktan vurmuş kıpırtısız göle, görmemişler sazlıklardan yükselirken ayı. Bir tek kurbağalar kızmış uykularını bölen ay ışığına, başlamışlar bağırarak göğe sıçramaya. Bunlar olurken göldeki gizlide tüm sesiyle, sazlıkların arasında uykularından kaçan bir oğlan bir kız, iki genç çocuk. Oğlan hep şaşkın, işaret parmağı havada asılı, dudakları yarım açık, gözleri fal taşı, tüm şaşkınlardan farklı bir tatlılık. Saçındaki bukleleriyle baş kaldırıyor küçücük oğlan geceye.  Kız, oğlanın saçına çarpan kurbağa çığlıklarına bakıyor dakikalarca. Bir dakika dur; bir şey takılmış saçına, müsaade et de alayım.Böylece tanıştılar oğlanın kağıttan yaptığı geminin güvertesinde. Oğlan katlıyordu cebinde tuttuğu kağıtlardan, gemileri kağıtlardan katlıyordu. Son katta yelkenine üflüyordu nefesini, nefesinde büyülü ne varsa gemiler hareket ediyordu durgun suda. Oğlan hareketti, can veriyordu o yaşında elindeki küçücük kağıtlara. Önce fazlalıklarından yalıyor, yaladığı yerden ellerini kullanarak kesiyor, kestiği yerden kaça katlıyorsa katlıyor -ki kız saymaya çalıştı kaç kere katladığını, o zaman anladı hesap yapamadığını- üflüyor ve güzel bir gülüşle uğurluyordu gemileri. Oğlan katladığı son geminin yelkenine üflemeden önce kızın ellerini aldı ellerinin arasına ve kaldırdı kağıttan gemiyi kızın dudağına. Dudakları birleşti kağıttan bir yelkende. Oğlan kızın avucuna bıraktı gemiyi, kız durgun suya. Sonra şaşırdı, nefesinde oğlanınki gibi bir büyü vardı, vardı ki bu gemi de yol aldı. Uzaktan gözleriyle yazdı yelkenine kız, beklemediğimiz bir zamanda geri gel bir gün dolunayda, göl olmasa da geri dön bedenlerimizin öz suyunda. Yeminini bıraktı belki göle, ne kendi bildi bıraktığı yemini ne gülerek onu izleyen oğlan. Güldüler sadece gözleriyle, aydan daha çok parladı gözleri göle vuran akislerde. Buraya kadar olan her şey kızın düşüydü ve oğlana baktı biraz utangaç, ama biraz, yanakları kızartmayacak kadar. Oğlana baktı ve ilk defa konuştu, istemek için konuştu, dilek diler gibi konuştu, aynı zamanda mıyız düşlerimizde diye sorar gibi konuştu. Biraz da sen anlatsana, ne yaptı sonra bu iki genç çocuk.

Oğlan başladı anlatmaya. Öğlen de gelebilirdi göle, annesi bir şey demezdi ama o geceyi seviyordu, görünen şeylerden çok görünmeyenleri izlemeyi. Hem gemiler gecelerin sessizliğinde yol almayı daha çok severdi oğlana göre. Aslında gecelerin sessizliğini bir şeylerle paylaşmayı seven gemiler değil kendisiydi. Bu yüzden evin ışıkları söndü mü kaçardı gecelere. Ayın ışığı, biraz yakınında biraz uzağında sessizce oturan kıza vuruyordu. Aslında vurmuyordu, oğlan bunları bukleleriyle boğuşurken başını mecburen eğdiği gölden izliyor, kafasını kaldıramıyor, saçıyla uğraşıyormuş gibi yapmaya devam ediyordu. Dümdüz saçları vardı kızın, mavi. Mavi değildi aslında ama ayın işlemeli çerçevesinde göle öyle vuruyordu. Oğlan biliyordu gecenin gözlerini yanılttığını, yine de mavi olduğunu düşlüyordu. Bu yüzden yanındakini peri sandı. Kız gözlerinde badem, dudaklarında yabani böğürtlenler, yanaklarında oğlana aynalardan tanıdık gelen gülüşler taşıyordu. Oğlan çenesini, yavaşça havaya diktiği sol dizine dayayarak doğruldu. Cebinden çıkardığı kırışık kağıtları toprağa değen diğer dizinin altına sıkıştırmıştı. Kız dikkatle izliyordu. Gemi yapıyor, içine kendimi koyup uzaklara uğurluyorum, demek istedi kızın elini saçında hissettiği anda . Demedi. Elindeki kağıdı katladı. Kızın dudakları oynuyordu oğlan kağıtları katlarken. Sayıyordu kız kağıtların kaç kere katlandığını. Dudakları kıpırdadıkça hafifçe ezilen böğürtlenlerin kızıllığı bulaşıyordu sayılara. Oğlan gemileri suya bırakırken nefesini üflüyordu onlara. Nefesinde tüyleri yeni biten bir oğlandan şiirler vardı. Gemiler şiir taşıyordu uzaklara. Kız ne sanmıştı acaba? Son katladığı gemiyi suya bırakmadan önce kızın gözlerine baktı. Acı bir çift badem kokusu değdi burnuna. Şiiri var mıdır bırakacak geceye?Kızın ellerini avucunun içine iki küçük serçeyi birbirine ezdirmeden tutmak ister gibi aldı. Kız oğlanın nasıl yaptığını izlemişti, yabancılık çekmeden yeni yaşlarının mumlarını oğlanla aynı anda üfler gibi bıraktı kızıl nefesini geminin yelkenine ve izledi uğurladığı geminin gümüşten suda ilerleyişini. Oğlanın nefesi ilk defa birinin nefesine karışıyordu. Böğürtlenleri düşündü, sonra kendi nefesinde neler olduğunu, kızın dudaklarının arasına hangi rengi bıraktığını. Aynı dileği bırakmışlardı geceye bilmeden birbirlerini. Buradan yarın gitseler de ertesi gün, daha ertesi gün, haftalar, aylar belki yıllar sonra seslerinin kavuştuğu bu yerde tekrar buluşacaktı dudakları. Biliyor musun, dedi oğlan.Gemiler şiir yüklüyse zaman durur. Biz hep çocuk kalacağız kağıttan güvertelerde.Aynı düşteyiz der gibi gülerek baktı çizgili gözlerinin derin mağarasından ve elini uzattı. Ben Onur

Kız bilmiyordu oğlanın düşünü, ne fark eder tanışmak istemişti Onur İçten’le.

İçten ben, deyiverdi yelkenlerden arta kalan nefesiyle. Yanaklarından elmalar dağıtarak gülüyordu ama oğlan gördü; bir durgunluk yerleşmişti kızın yüzüne. Seğiren bir dalgaydı titrek çenesi, içinde nice denizcilerin mektuplarını taşıyan şişeler. Bir sürü hayat yaşamış hüzünlü bir yüzdü kız. Onlu yaşlarına bakmadan başkalarının ellisine, altmışına, yetmişine uzanmıştı sanki. Yine de yüzünde mutlu bir dudak katlanışı vardı ve kıvranmaya başlamıştı bedeni. Oğlanın şeklini almaya çalışıyordu. Önce üstüne oturduğu sol bacağını dizinden kırarak havaya dikti. Sonra tıpkı oğlanınki gibi çenesini havaya diktiği dizine dayadı. Çenesinden destek alarak boynunu oğlanın yönüne kırmış eksik yaptığı bir şey olup olmadığını araştırıyordu gözleriyle. Oğlan ilk defa kendine benzemeye çalışan, kendinin şeklini almaya çalışan birini görmüştü. Kız oğlanın gözlerinin içine bakarak göle bıraktığı son yelkenliye Onur adını üflemişti. Biliyor musun, biz buluşacağız yirmimizde, otuzumuzda, kırkımızda, ellimizde, altmışımızda ve yetmişimizde ve seksenimizde ve nefesimiz tükendiğinde, tükenmeden hemen önce. Biliyor musun, biz canımızı birbirimize emanet edeceğiz yaşlarımızın katlarında. Üstelik biraz önce uğurladığımız gemi de bunu biliyor.Kız bunu demiş, oğlan da bütün yaşlarını o anda kıza emanet etmiş ama bunu kıza söylememiş, gemiler bilir, demiş sessizce. Bunlar kızın düşü değildi, oğlanınki de. Her hikâyede olduğu gibi anlatıcı karışmıştı hikâyeye, kendilerini açmayı bilmeyen bu iki genç çocuğa bir iyilik olsun diye. Yoktan bir iyilik için anlatıcı anlatmaya devam edecekti şair inceliğinde, alnının açıklığını mavi göğe bırakarak ve bırakmadan önce suyun gümüşünde yıkayarak. Temizleyerek anlatacaktı hikâyenin geri kalanını, olmamışlardan kuracak, olanları bir kenara fırlatacak ve emrindeki kurtlara gömmeleri emrini verecekti. Bir daha bu iki genç çocuk hiç ulaşamasın kirlettikleri hayatlara ve bekleyişlerinde birbirlerini siyaha boyamasınlar diye. Anlatıcı beceremedikleri her şeyi üstlenen yaşlı bir papaz gibi, üstelik günah çıkarmadan uzatacaktı şarapla ekmeği. Tam aralarına oturup bir kıza bir oğlana bakarak, sazlıkları dinleyerek ve geceyi onlarla paylaşarak anlatacaktı. Kızın da o gece oğlanın alın açıklığında batan gemileri gördüğünü söyleyerek devam edecekti. Dalgıç değildi kız, batıkların define avcısı da, önceki gemileri için ağlamayacaktı oğlanın, birlikte çıkacakları yolculuklar için gülümseyerek anlatacaktı gündüz bulutlarda gece yıldızlarda gördüklerini. 

Kolunu yokladı oğlan. Saate bakacaktı, bir zaman sonra kızın buharlaşarak yok olacağını düşünüyordu, çünkü saçları maviydi. Saati olmadığını hatırladı ve ilk defa o an saatleri sevmediğine üzüldü. Saatini mi kaybettin?  Böğürtlenler konuşuyordu. Hiç saatim olmadı ki, dedi oğlan. Benim oldu ama takmayı sevmem, bol geliyor. Oğlan kızın elini avucunda tutarken incitmemeye o kadar çabalamıştı ki bileklerine bakmak aklından bile geçmemişti. Baksa bir tek kendisinin sığabileceği incelikte olduğunu görecekti. Gözünü kilitlemiş gülümseyerek kızın bileklerine bakıyor, parmaklarıyla kalıbını çıkarmak istiyordu. Sanki bu geceden sonra baş parmağıyla işaret parmağını her birleştirdiğinde, arada kalan o küçücük boşluktan perilere selam gönderecekti. Kız kıpırdanmaya başladı. Oğlan onu utandırdığını sandı, oysa sadece bacağı uyuşmuştu kızın. Hemen gözlerini çekti, çekmeseydi rüzgâr çıkacak ve kızın ayakkabısındaki çiçeklerden hiç değilse biri tohumlarını oğlanın yüzüne bırakacaktı. Oğlan da başladı karnındaki kurtlarla kıpırdanmaya. Hiçbir yeri uyuşmamıştı. Ayakkabılarını saklayacaktı. Tertemizdi ayakkabıları, annesi hep özen gösterirdi oğlunun temizliğine ama bir taneydi işte, her şeyin altında tüm fosforuyla patlayan bir çift sarı ayakkabı. Kız anladı, tabiatı böyleydi, anlar ama anladığını kimseye anlatmazdı. 

Hiç çıplak ayakla bastın mı toprağa,” dedi ayaklarına bakmadan oğlanın, gözlerini göle yaslayarak. 

Ohooo, çok!

Peki hiç gece ayın altında nemli toprağa?

Hayır, hiç!

Yapalım mı?

Sahi mi,dedi ve çapraz döndü oğlan aralık bıraktığı dudaklarındaki tatlı şaşkınlıkla. Kararlıydı göstermeden çıkaracaktı ayaklarındaki kımıl kımıl fosforlu balığı. Kız da o ne yaptıysa aynısını yaptı. Çapraz döndü ve ayakkabılarını çıkarmaya koyuldu. Çıkarırken ayakkabılarının yüzünü biraz nemli toprağa biraz da çimenlere sürdü. Küçücük hileden bir şey olmazdı, kirletti gelişi güzel. İkisi de yanına bıraktı ayakkabılarını kimse kimseninkini görmeyecek şekilde. 

İlk adımlarını o gün orada atacak iki bebek gibi kalktılar ayağa, ürkek.  Elleri birbirini buldu birden havada. İkisi de bunun nasıl olduğunu anlamamış ve ikisi de bunun için özel bir çaba sarf etmemişti. Kız bir şarkıyı tuttu ucundan yürüdükleri yola sürükledi. Oğlan kısa bir süre kıza baktı ve ıslığıyla eşlik etmeye başladı. Nasıl da bilmişti kızın bütün müzikler içinde en çok da ıslıklı olanları sevdiğini. Kız gülerek oğlanın yüzüne bademden izler kondurdu önce, sonra aniden durdu.

Bi dakika bi dakika, durur musun Onur?

Onur duramadı, öyle şaşkındı ki, adını söylemişti. İlk defa adını İçten’in ağzından duyuyordu. Fırsatını bulur bulmaz o da hemen ağzına yerleştirecekti İçten ismini. İçten’in ağzından kendi ismini duymak onun hoşuna gittiyse, onun ağzından kendi ismini duymak da İçten’in hoşuna giderdi. Gider miydi?

“Ne oldu, yanlış bi şey mi yaptım İçten?”

Söylemişti, İçten demişti. Bu bir başarı değildi ama nedense kendiyle gurur duyuyordu. İçten’in konuşmasına fırsat vermeden devam etti konuşmaya. 

“Bi şey sormak istiyorum.”

Bir şey demedi İçten ama gözleri gelecek soruya çoktan izin vermişti. Başını hafifçe öne eğip soruyu bekledi Onur’un yutkunma süresince. 

“İstemezsen cevaplamayabilirsin. Ne hissettin adını söylediğimde?”

“Büyümüş hissettim. On altı yaşında değilmişim de yirmi altı yaşındaymışım gibi.”

“Ne demek peki böyle hissetmek? Büyümüş hissetmek yani”

“Adımı söylemene kadar sanki küçüktüm, on altıdan da küçük. On iki mesela. Aslında adını ne hissedeceğimi merak ederek söyledim.”

“Ne hissettin peki?”

Bu soruyu telaşla geçiştirmeye çalışacak, vereceği cevabın karşılığı olmadığından korkacak, kendine sığınacaktı. Diyemezdi ağzıma yakışıp yakışmadığını, isminin benim olup olmadığını; diyemezdi sesimle dokunup dokunamayacağımı, diyemezdi ismine yerleşip yerleşmeyeceğimi merak ettim. Ve diyemezdi ismini ne güzel söyledim. Diyemezdi adın benim oldu. Aslında verdiği cevap da doğru değildi. Büyüdüğünü daha önce hissetmişti, nefesleri birbirini öptüğünde. Büyüdüğünü hissettiği için Onur demişti, büyüdüm ben diye tonlanan bir sesle. 

“Önce sen cevap ver Onur, bana sorduğun soruya.”

Tekrar Onur dedi. O ile parlayıp R’de gücünü utangaçlığına teslim eden bir sesle. Böyle değil miydi bu gece de? Başlarken cesur, ortalarında güvende, geçiştirmeden, üstüne basa basa yaşanan; sonunda ise kayıpların vereceği acıyı o anda taşımaya başlayan. Yarasını saklamaya talim eden korkak bir çocuk değil miydi? Gecede hangi çocukların sesleri asılı kaldıysa başlangıçlar da sonlar da onlara benziyordu. İsmini bir daha İçten’in sesinden duymak… Ah İçten!Israrla söylemesi… Ah İçten!Israrla yapılan her şey gibi… Ah İçten… Sahiplenici. Onur her düşüncesinin arasına önemli şeylerin başına koyduğu yıldızlardan yerleştirerek sayıklıyordu içinden: Ah İçten!Ah gemiler! Bundan sonra tüm sıfatlarını, isimlerini kaybetse de kalabalıklarda, İçten’in sesi kulağında kendi ismiyle kalacaktı. Ah İçten! 

İçindeki ah’ları ele vermeyen iki kelimelik bir cümleyle cevap verdi.

“Sesini sevdim.”

Sesini mi sevmişti bilmiyordu. Bunu o anda düşünmüştü, tam da soruyu sorduğu anda. Belki de soruyu sorduğunda sevmişti sesini, belki ikinci kere ismini İçten’in ağzından duyduğunda, isminin kızıla boyandığını, isminin yabani kokularla sarılıp sarmalandığını düşündüğünde. Kurbağaları, cırcır böceklerini, gecenin sesini, içindeki sessizliği bastıran, karşılık veren sesini bir anda sevivermişti. Sanki o ses Onur’un başına bir anda kocaman bir kral tacı takmış, omuzlarını geriye iterek dikleştirmiş, geçtiği yollara kırmızı halılar sermişti. Konfetiler patlıyor, yıllanmak için saçının kıvırcığına saklanıyordu sanki. 

Onları bir araya getiren bu yer, yeşilliklerle çevrili uzun yollarıyla, çeşit çeşit ağaçlarıyla, başka yerlerde sıklıkla görülmeyen canlılarıyla, ay ışığında parlayan rengârenk çiçekleriyle denizin küçük kardeşini andıran bir göl kenarı değildi. Birkaç ağaç ve bolca sazlığın çevrelediği küçücük bir göldü. İkisi de bunun farkında değildi,  dünyanın çevresini turlarcasına yürüyorlardı. Kız kaç tur attıklarını yine sayamıyor, dünyada nesli tükenmekte olan tüm duyguları geçtikleri yollara yazıyordu. Oğlan ise bu gece burada kaç tur atıldığını ayrı, kaçıncı adımda olduklarını ayrı sayıyordu sabahına şiir olsun diye. Küçücük bir göl çevresinde avuç içlerini birbirlerine emanet ederek dünyalarca yürüdüler sessizce. Ayaklarında toprak tonlarının bıraktığı desenler, desenlerde yaşlar, desenlerde birikecek yalnız yıllar… Aşk için yumruğunu açan eller, avuçlarda öpüşen hayat çizgileri aynı yerde başlayıp aynı yerde sonlanan. Bunlar anlatıcının anladıkları. Kızla oğlan ne anladıysa tutuştu kağıttan gemilerde, söndüremedi durgun sular. 

O gece depremlerin sallayamadığı, suların söndüremediği, büyücülerin değneklerini sakladığı, delilerin delilerden korktuğu, akıllıların boğulduğu, sevgisizlerin yüzünün solduğu; o gece ışıkların aşka vurduğu, yıllarca gömleklerin sol cebinde saklanacak, nefessiz kalındığında koklanacak o gece… Geceyi sessiz çığlıklarla yırtarak önce göze, sonra alına ve nasıl ama nasıl utanarak dudağa serinlik değen bir kız, bir oğlan… Kurbağalar susmuş, sazlıklar rüzgâra meydan okumuş, her yer ıslanmış usulca, ayaklar çamura gözler göğe değmiş. Yollar sona varmış, vedalardan öpüşler iki çocuktan iki genç âşık doğurmuş. Titreyerek ayrılmış dudaklar. Mavi saçlı kızın yüzünün sağındaki bademden acı süt, şair oğlanın yüzünün solundaki derin çizikten bir damla yaş akmış. Tamamlanmışlar aşkta, ayrılığın sancısıyla. Elleri havada kalmış veda ederken. Hoşça kal.Oğlan uzun uzun izlemiş kızı uzaklaşırken. Kız çıplak ayaklarının topuklarını her kaldırışında adım adım minik tebessümler bırakmış arkasında. Gece yarıya değmiş, gök ağırdan ışımaya başlamış. Güneş henüz doğmadan ısınmış sular ve gitmişler. Gidenle her şey gidermiş. Kurbağalar, cırcır böcekleri, sazlıklar… Ay, ışığını çekmiş gidenlerle birlikte. Gece kaybolmuş ıssızlığında âşıkların. Göl günlerce yas tutmuş, kağıttan gemileri batırmış inadına. Yıllar sancılarla, yıllar ne zaman ne doğuracağı bilinmeyen gebe. İki aşığın kimliğini bağıran ayakkabıları ağaç altında unutulmuş, eskimiş yıllarca. İki âşık çırılçıplak dönmüş geceden sabaha. 

Papaz ölmüş, oğlan savrulmuş, kız savrulmuş, yıllar geçmiş, hiç geçmemiş. Büyücülerin kazanlarına sıkıştırdıkları iki dal parçasında, gölün durgun suyunda, ayın ışığında, anlatıcının gizeminde, kızın da oğlanın da düşlerinde bir gece kalmış. Sonra hayat devam etmiş göl kıyılarında ellerini pantolon ceplerine saklayarak. Sonra ne olmuş kendileri de bilmemiş. Rüya mıymış gerçek miymiş bilmeden kapamışlar gözlerini, tıkamışlar kulaklarını birbirlerinden başka her şeye. Sonra ne mi olmuş? Yıllarca kalplerine aşksızları sığdırmaya çalışmış ve devam etmişler yollarına göl kenarlarında dinlenerek, acıyarak, ölerek başka seslerde. 

Birleştiler mi bir yerlerde, güvertelerde, yelkenlerde? Öptüler mi birbirlerini o gece ayrılırken ki gibi bir daha? Bunu kimse bilmemiş. Oğlan sessiz şiirler yazmış, son şiirinde tutmuş ya da bırakmış kızın elini. Kız bu son şiiri aramış. Anlatıcı hikâyenin sonunu anlatmamış, soranlara “Masallar mutlu biter,” demiş.

O son şiirin son cümlesi

Masallar bitmez sevgili

İkimiz de çocuk kalacağız haleli

The following two tabs change content below.

icten

Latest posts by icten (see all)

Email adresiniz paylaşılmayacak