Patara Dream: Temmuz’da

PATARA DREAM: TEMMUZ’DA!

“Im Juli”nin yapımcılarına ve sevenlerine… Çünkü film olmasa, bu öykü yaşanamazdı/yazılamazdı.

Öyküde geçen karakterlerin ve olayların gerçekle ilgisi yoktur (Ama olabilir de…)

Kuantum dolanıklığı: Kuantum fiziğine göre iki benzer parçacık birbiri ile eş zamanlılığa sahiptir. Bu parçacıklar ayrı yerlerde birbirlerinden çok uzak mesafelerde olsalar bile birinde olan bir durum diğerini de aynı şekilde etkiler. Daha basit bir anlatımla X ve Y’nin ayrı ülkelerde olduğunu varsayarsak, X’in Y’yi hissetmesi, Y’nin de X’i hissetmesi anlamına gelir.

Tarot Kartlarında Gizemin Çözülüşü /Temmuz 2014 -West Hollywood

Bitcoin: 584 dolar (2014 Temmuz)

Bazen insan gezegende onu dinleyecek hiç kimse olmadığını hissettiği için de Araf’a yürümek isteyebilir.

Yakın dostum Bugsy Siegel’ın, birkaç yıl önce online bir oyundan kazandığı, içinde 50 Bitcoin olan cüzdanın şifresini kaybetmesinin üzerinden birkaç gün geçmişti. Birkaç ay önce, Los Angeles’ta fantastik oyuncakların olduğu bir eğlence parkında çalışıyordu Bugsy. Telefonda anlattığına göre oradaki bir kızla aralarında karmaşık duygusal durumlar yaşanmış ve işten atılmıştı. Sonra ilk uçakla, çalıştığım yere, Panama City Beach’e gelmişti. Orada çok karmaşık olaylar yaşandı ama bu öykünün konusu bu değil. O başka bir öykünün konusu:

https://www.adastraa.net/cevabi-ruzgarda-sakli/

Los Angeles’ta, West Hollywood’da yollarımız tekrar kesişmişti. Birkaç saat önce West Hollywood’da, Whisky a Go Go’da sahnede amatör bir grup Modern English’ten “I Melt With You”yu çalarken fark etmiştim bu şehrin aslında bana göre olmadığını. Birçok şeye karşı duyarsızlaşmıştım: Kronik dünya gündemine, duygusal ilişki formlarına ya da ölüm korkusuna. Müzik dışında! Birkaç gün önce, Hollywood Sign’ın hemen dibinde, L harfinin altında hayatımın ilk (ve muhtemelen son) zaman atlamasını yaşamıştım. Ve birkaç saat önce sahnedeki grup şarkının kopuş noktasını söylerken (istisnasız mekandaki herkes çığlık çığlığa eşlik ediyordu):

There’s nothing you and I won’t do
I’ll stop the world and melt with you

Ve ben sormuştum kendine, bir insan zamanı, dünyayı ya da kendisini durdurmak isteyecek kadar birisini sevebilir miydi? Ya da bir insan bu kadar sevilmeye değer miydi? Uzun planların kurgucu insanlarını anlayamıyordum. İnsan, varoluşunu ortaya koymalıydı. Bir şeyler için savaşmalıydı. Düşmeliydi ve kalkmalıydı… Bugsy’nin sesiyle tekrar AN’a döndüm:

“Kaybettiğim Bitcoin cüzdanının şifresini anımsamak için” dedi Bugsy, “aşırı alkolle zihnimi durdurmayı denedim. İşe yaramadı. Aşk’ı gerçekten hak eden birine aşık olmayı denedim. Hani aşk anımsatırdı. İşe yaramadı. Hollywood yazısına giden yolda, Mulholland Drive’da otobanda son hızla uçuruma sürmeyi denedim. Peki tahmin et, işe yaramadı. Son çare kendimi Zen pratiğine vereceğim.”

“Ben yola çıkıyorum Bugsy” diye karşılık verdim. “Big Apple’a, NYC’ye…”

“Ne zaman?”

“Yarın”

“O zaman bunu al” dedi. Açılmamış 35’lik bir Smirnoff şişesi uzattı bana. “Hiçbir şeye sahip olmamak da güzelmiş” dedi gülümseyerek.

Güzeldi şüphesiz. Benim de şortumun cebinde en fazla 20 dolar kadar olsa gerekti. Birkaç gündür West Hollywood’da otoban kenarında, Bates Motel’i andıran bir yerde kalıyordum. Gece aralıksız geçen otomobillerin sesini dinlerken, sahip olduğum tek nesne olan Siyah Kaplı Defter’e, birbirinden kopuk ve çok uzun bir öyküden parçalar karalıyordum. Lisa-Marie ile de o gecelerden birinde -aynı zamanda LA’deki son gecemdi- karşılaştım. Ürkekçe kapıyı çalmıştı, açtığımda karşımda ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerini bulmuştum, makyajı akmıştı ve ayakta dikilmekte zorlanıyordu.

“Sadece” demişti, “sadece beni dinleyecek birine ihtiyacım var. The Wall’u dinlediğini duydum ve belki de bu yüzden kendimde bu cesareti buldum.”

Ona odadaki tek sandalyeyi uzattım, biraz daha dikilse düşecekti. “Ben Lisa-Marie” dedi, “ismimi Elvis Presley’nin kızından aldım.”

“Ben de Devin” dedim.

Ürkekçe elini uzattı: “Tanıştığımıza memnun oldum Devin” dedi, “rica etsem yarım saatini bana ayırıp öykümü dinler misin?”

Birkaç gün önce uzay-zamanda yaşadığım kırılmadan dolayı herhangi bir şeye itiraz etme olanağım çoktan ortadan kalkmıştı. “Neden olmasın” dedim.

Zaman zaman hakim olamadığı ağlama krizleriyle kesilse de öyküsünü anlatmaya başladı. Anlattığına göre, birkaç saat önce sevgilisi tarafından terk edilmişti. Onun “ruh eşi” olduğuna inanıyordu. O ise telefonda acımasızca şöyle karşılık vermişti ona: “Hayır senden nefret etmiyorum Lisa-Marie, sadece seninle ilgilenmiyorum. Ve beni bir daha aramazsan sevinirim.” Evet, işte tam olarak böyle demişti.

“Sonrasında gözlerime siyah perde” indi dedi Lisa-Marie. “Bir an için hiçbir şey göremedim ve önlenemez bir dürtüyle kendimi bu hayattan kalıcı olarak çıkarmayı düşündüm. Yapabilirdim de, sonra birisinin Pink Floyd’dan The Wall’u dinlediğini duydum. The Wall en dipteyken beni hayatta tutmuştu. Ve  şimdi buradayız…”

“Ve şimdi buradayız Lisa-Marie” dedim ve Bugsy’nin birkaç saat önce bana verdiği 35’lik Smirnoff’u uzattım. Birkaç yudum aldı, sonra yüzünü ekşitti ve sanki büyük bir susuzlukla tekrar içmeye başladı. “Beni dinlediğin için teşekkür ederim” dedi, “sana karşı kendimi borçlu hissediyorum.”

“Ben hiçbir şey yapmadım” dedim, “sadece dinledim.”

“Sadece dinledin, evet ama bazen insan gezegende onu dinleyecek hiç kimse olmadığını hissettiği için de Araf’a yürümek isteyebilir. Ve şu an belki bütün bunları anlatacağım biri olmasaydı, Araf’ta olacaktım. Şimdi karşılığında sana sıra dışı bir şey vermek istiyorum. Zaman yolculuğuna inanır mısın Devin?”

“Evet inanıyorum.”

“O halde sana geleceğini söyleyeceğim. Ben bir tarot ustasıyım. Ve bir gün bu anı anımsayacaksın.”

Sonra hırkasının cebinden bir tarot destesi çıkardı, kartları karıştırmaya başladı ve kesmem için bana uzattı. Bu daha önce hiç parçası olmadığım bir ritüeldi. Ancak kendinden o kadar emin ve gerçekti ki olacakları görmek istedim. Bütün geleceğin gelişigüzel dizilmiş bu kartların kombinasyonlarında gizli olduğunu düşünmek, anlaşılmaz geliyordu. Bunu fark eden Lisa-Marie, “Düşünme” dedi, “sadece bak. Kararsız kaldığında elini kalbinin üzerine koy. Cevap içinde. Cevabı rüzgarda saklı!”

Kartların onun elinde girdiği kombinasyonları izledim bir süre. “Gizem çözülecek” dedi Lisa-Marie, “buna geleneksel formda bakmayacağım. Kendi özel yöntemimle kartları okuyacağım. Ama zamanı geldiğinde bileceksin.” Sonra durdu ve bir çırpıda şunları söyledi:

“Hayatının bir noktasında -bu senin için çok uzak bir zaman da olabilir- hayatını adadığın şeyle en büyük tutkun arasında seçim yapman gerekecek. Ve hangisini seçersen seç, kazanamayacağını bileceksin. Onunla henüz karşılaşmadın. Ama o burada, bu gezegende, seninle aynı Ay’ın aynı karanlık yüzüne bakıyor. Onu bulmak zorundasın. O, kendiliğinden sana gelmeyecek, tesadüfen karşılaşmayacaksınız, bir amfide ya da sinemada ya da bir festivalde kendiliğinden karşına çıkmayacak. Doğru zaman yaklaştığında belki onu düşünde göreceksin. Onu bulmak zorundasın. Çünkü o senin ruh eşin!”

Bir çırpıda bunları söylemişti. Sonra sustu, 70’lerin California’sında boynuna çiçekten taç takan hippi kızdan, tekrar dünyanın en hüzünlü kızına dönüştü. Ve tekrar sordu:

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun Devin?”

“Evet inanıyorum.”

“Kararsız kaldığında elini kalbine koy. Cevap sende… Cevabı rüzgarda saklı!”

İlk Düş: Patara Dream /Çok Uzun Yıllar Sonra -Ankara

İnsan yaşamda bir iz bırakmak ister. Sanat ölüme meydan okumadır. Bunun içindir ki Romalılar şöyle demiştir: Ars longa, vita brevis… Yani: “Sanat uzun, hayat kısa.”

Gözlerimi kapattığımda kendimi bir çölde gördüm. Gün batmak üzereydi; Temmuz ayının hafif rüzgarı ve hırçın dalgaların uğultusu dışında bir ses duyulmuyordu. O, tepenin üzerindeydi, sırtı bana dönüktü, denizi izliyordu. Ona seslendim; cevap vermedi, sol elini kaldırdı sadece. Üzerinde Prusya mavisi renginde bir bikini vardı ve gün batımın yansıdığı saçları rüzgarda dağılmıştı. Tekrar seslendim; ancak ben ilerledikçe, onun görüntüsü uzaklaşıyordu. Uzay-zamanda bir sorun olmalıydı. Attığım her adımda, sanki görüntü onlarca adım uzaklaşıyor gibiydi. O an ilerlemenin olanaksız olduğunu anladım. Bir yolu olmalıydı. Çölde bir kum fırtınası başlamak üzereydi, artık hiçbir şey göremiyordum. Toz bulutunun ortasında onun sesi yankılandı: “Devin, okyanusa bak; Satürn suya dokunacak kadar yakın. Bu anı kaçıramayız.”

Düşü üç gece üst üste görmesem, bu önemsiz bir ayrıntı olurdu. Üçünde de gün batımının göz alıcı parıltısından dolayı yüzünü seçmem mümkün olmamıştı. İkinci görüşümde, arka planda Stand By Me çalıyordu. Hafifçe kendi yörüngesinde dans ederek dönmüş ve sanırım yüzünü seçemesem de bana gülümsemişti. Bunu doğrudan enerji olarak hissetmiştim. Üçüncü görüşümde, “Zaman yolculuğuna inanıyor musun Devin?” demişti, “seninle 1962’de bir partide dans etmiştik. Neden beni bulmuyorsun, neden beni bulmuyorsun tatlım. Neden beni bulmuyorsun?”

Tam bu noktada sıçrayarak uyanmıştım. Saat gece yarısından sonra 3 olmalıydı. Bugsy aramıştı, Kızılay’daydı. Düşten ilk kez Bugsy’e bahsettim. Kızılay’da, Sakarya Caddesi’nin alışıldık manzarasını görebileceğimiz bir balkonda, Back House’taydık. “Yaklaşık 12 saattir bu mekandayım” demişti Bugsy, “ve daha 12. biradayım ama sanırım benim için bile fantastik bir öykü”

“Hatırlıyor musun” demiştim, “2014’te içinde 50 Bitcoin olan cüzdanını kaybettiğin dönemde, West Hollywood’da, Mulholland Drive üzerindeki bir benzinlikte görüşmüştük. Ertesi gün New York’a dönmek üzere Los Angeles’ı terk etmiştim. O gece, o dönem belki yeterince önemsemediğim için sana anlatmadığım bir şey de oldu”

Ve tarot kartlarıyla ilgili gizemden ve Lisa-Marie’nin hüzünlü öyküsünden bahsettim ona. Hiç tepki vermeden dinledi Bugsy Siegel alışıldık ifadesiyle. Sözlerim bittiğinde, “Doğru zamanın geldiğine ve onu bulman gerektiğine inanıyorsun” dedi.

“Evet inanıyorum.”

“Böyle biri olsa dahi 8 milyar insanın arasından çekip alman gerekir. Seninle aynı üniversitede, aynı çevrede ve belki aynı şehirde bile olmayacaktır. Bu konuda tarot ustası hippi kıza katılıyorum. O sana kendiliğinden gelmeyecek, senin onu bulman gerekir.”

“Şüphesiz” dedim “ben de tam olarak bunu nasıl gerçekleştireceğimi düşünüyordum. Mesela David Lynch’in “Inland Empire”ı; bu filmi bir dönem seven tek kişi olduğuma inanıyordum. Dünyanın en önemli filmiydi benim için. Eğer doğru kişiyse o da onu seviyor olmalıydı. Ama bu nasıl bulunacaktı. IMDB’de Inland Empire’a yorum yazanları tarayarak mı? Ya da Salvador Dali’nin -anımsarsın çok uzun zaman önce sergisi Ankara’ya da gelmişti- bir sergisinde Araf’ı betimlediği bir resminin önünde hareketsizce bir saat boyunca dikildiğimde, evet gerçekten doğru kişiyse onun da benzer şeyi hissetmesi gerekliydi. Dünya sanat veritabanlarını tarayıp o resmin şu an dünyanın hangi ülkesinde olduğunu mu bulacaktım? Ya da doğru kişiyse, “17 yaşındayken The Wall için ölür ve öldürürüm” dediğimde ve bir an için bir insanın inebileceği en karanlık noktaya ulaştığımı hissettiğimde, eğer doğru kişiyse, o da The Wall’u duyduğunda benim kadar heyecanlanmalıydı. Ama hayır, belki de doğru yöntem bu değildi…”

“Kızılay metrosunda” demişti Bugsy, “üzerinde The Wall tişörtü olan ilk kıza elini uzatacağını hissediyorum.”

Belki de… Mekan kapanıyordu. Tekrar eve döndüm. Kararsız kaldığım çoğu anda olduğu gibi, yargıya varmadan arka filmde oynayacak bir filme ihtiyacım vardı. Defalarca izlemeyi düşünsem de hep ertelediğim bir filmin CD’sine denk geldim: Im Juli (2000). CD, henüz ilkokuldayken, Star Gazetesi’nin hediyesi olarak elime geçmişti. Aradan yaklaşık 20 yıl geçmişti ve 20 yıl boyunca bu anı beklemişti. Sinema ölümsüzdü. İnsan yaşamda bir iz bırakmak ister. Sanat ölüme meydan okumadır. Bunun içindir ki Romalılar şöyle demiştir: Ars longa, vita brevis… Yani: “Sanat uzun, hayat kısa.”

Çıktım Bir Yola\Kızılay’dan Güneye *Ertesi Gün

“Çıktım bi yola… Ne geçmiş ne geleceği olan… Sonsuz bir farkındalık anında…” Nova Norda

Bugsy ile ertesi gün yine Kızılay’da Back House’ta görüştük. Mekanda yarım saattir Nova Norda’dan Çıktım Bi Yola çalıyordu. Şarkı çaldıkça başa dönüyordu.

“Dün bir film izledim Bugsy” dedim, “aslında 20 yıl önce elime geçen bir CD’ydi: Im Juli. Filmi keşfetmem için 20 yılın geçmesi gerekmişti. Ve şimdi cevabın bu filmde olduğunu görebiliyorum. Onu nasıl bulacağımı sormuştun bana, film onu bulmama yardım edecek.”

“Tam olarak anlamadım” dedi Bugsy, “rüyanda onu bir çölde gördüğünü söylemiştin. Ve anımsadığım kadarıyla hangi çöl olduğu konusunda da bir fikrin yoktu. Nevada’da Ölüm Vadisi’ndeyse oraya gidecek miydin mesela. Şimdi de Hamburg’dan İstanbul’a uzun ve mistik bir yolculuğu anlatan filmden bahsediyorsun.”

“Çölün neresi olduğunu artık biliyorum” diye karşılık verdim, “güneyde, Avrupa’nın en uzun plajında, Patara’da…”

Bunu duymak Bugsy’i keyiflendirdi. Önündeki biradan uzun bir yudum aldı ve şöyle karşılık verdi:

“Evet, ne zaman gidiyoruz?”

“Hemen.”

“Hemen hemen mi?”

“Evet, hemen hemen…”

Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. DTCF’den, 60’lı yılların hippi minibüslerini andıran bir minibüsü olan bir arkadaşımız vardı. Eray’ı çağırdık ve hemen bu gece Ankara’dan Patara’ya geçme niyetimiz olduğundan bahsettik. Bu tarz yolculuklara alışık olduğu için garipsemedi ve “biraz öteberi toplayıp çıkalım” dedi. Çevre masalarda başka arkadaşlar da vardı. Planı duyunca onlar da katılmak istediler. Gece yarısı 12’den sonra Güvenpark’tan bir minibüse atlayıp Patara’ya geçme fikri yeterince sarhoş ya da umutsuz ya da kaybolmuş olduğunda cazip gelebiliyordu. Ve Ankara fantastik planlar yapmak için dünyanın en ideal şehriydi. Sayımız bir anda 10’a yaklaşmıştı. Çok zaman kaybetmedik ve güneye sürdük…

ADA to the Moon!

“3 doları kırıp Bitcoin ve Ethereum’un ardına yerleşti ve oradan tekrar 1 doların altına indi. Ve şunu fark ettim, duygusal açıdan iniş çıkışlarım ADA’nın (Cardano’nun para birimi) fiyatına paralel gidiyor”

Ankara’dan birkaç saat güneye doğru sürdükten sonra bir şeyler almak için Isparta asfaltında benzinlikte durduk. Ton balığı konservesi, bolca bira, çilekli süt ve diğer ıvır zıvırlar… Bazı arkadaşlar üstlerini değiştirmek için WC’ye giderlerken, Eray, Bugsy ve birkaç arkadaş ile kripto ekosistemi üzerinde konuşuyorduk. “Devin bilir, 2014’te içinde 50 Bitcoin olan cüzdanımın şifresini kaybetmiştim.” dedi Bugsy,  “O günden sonra kripto meselesine lanet ettim. Ancak bu bir tutku 2017’de ADA bu heyecanı bende tekrar uyandırdı. İlk çıktığı günü anımsıyorum 0’dan 1.50 doları gördü, oradan 0.01’e indi, 2020-2021 uzun boğa koşusunda 2 doları kırdı, 19 Mayıs 2021’de bütün coinler çakılırken tek başına yükselmeye devam etti. 3 doları kırıp Bitcoin ve Ethereum’un ardına yerleşti ve oradan tekrar 1 doların altına indi. Ve şunu fark ettim, duygusal açıdan iniş çıkışlarım ADA’nın (Cardano’nun para birimi) fiyatına paralel gidiyor”

“Bu da bir şey mi” dedi Eray, “son takıldığım kızı omzuna ADA dövmesi yapması için benimle sevgili olmaya ikna ettim. Ve şu an üzerinde “ADA to the Moon” yazan bir tişörtle Kızılay’ın sokaklarında dolaşıyor…”

“ADA siyah attır” dedi bir başkası, “bütün coinler içinde en çok korkulan, en dengesiz, en çok potansiyeli olan ve en hızlı koşan”

“Bir gün 1 ADA=1 ADA olacak” dedi Bugsy, “dolara sktiri çekeceğiz…”

Konuşulanları Füsun duymuştu. “Ankara’dan buraya yol boyunca hep aynı şeyi konuşuyorsunuz; skerler…” dedi, “Yok 1 ADA=1 ADA olacak, yok sevgilisinin göğüslerine ADA’nın dövmesini yaptırmış… Siz kafayı sıyırmışsınız”

“Göğüslerine değil, sol omzuna” diye düzeltti Eray.

Sonra tekrar minibüse atladık. Tartışma bir süre daha minibüste devam etti. Radyoda La-u-ba-li çalıyordu. Çılgınlık anı, aşırı alkolden ayakta durmakta zorlanan kızlardan birisinin birayı başından aşağı boşaltarak tiz bir sesle La-u-ba-liiiii diye bağırmasıyla başladı. Bunu diğerleri izledi, şimdi minibüsün arkasındaki herkes birbirine elindeki birayı püskürtürken bir yandan da şarkıya eşlik etmeye devam ediyorlardı:

Olmuşuz laubali

Laubali la la laubali

La laubali la la la la la la…

Bir noktada araçtaki bir kız minibüsün camından başını çıkararak “Laubaliiiii” diye bağırdı, bu sahneye tanık olan yoldaki diğer insanlar, şaşkınlıkla olan biteni anlamlandırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Bugsy de başını camdan çıkardı ve “Cardanooo, Cardanooo” diye bağırmaya başladı. Bunu gören Füsun yüzünü ekşitti ve bana dönerek “Arkadaşın kafayı sıyırmış” dedi.

“Sorun yok, ben de ADA’cıyım” diye karşılık verdim.

“Nasıl bir kültün içine düştüm” ben dedi Füsun. Bunun üzerine Eray, elinde tuttuğu Patara şarabını onun başından aşağı döktü. Füsun önce çığlık attı. Ama müziğin etkisiyle o da şarkıya eşlik etmeye devam etti:

Laubali la la laubali

La laubali la la la la la la…

The Dark Side of the Moon/Haziran 2022

D.H. Lawrence göz göze gelen iki insanı şöyle yorumlar: Birbirlerinden geçip gitmek yerine, ruhlarının karşılaşmasına izin verirler. Cesurdurlar.

Bütün bunlar olurken, hemen yanımda bir kız kulaklıkla müzik dinliyordu. Üzerindeki tişörtte “’68 Paris” yazıyordu. Benzinlikte aramıza katılmıştı, sırt çantasıyla, Likya Yolu’na gidiyordu. Göz göze gelince gülümsedi. D.H. Lawrence göz göze gelen iki insanı şöyle yorumlar: Birbirlerinden geçip gitmek yerine, ruhlarının karşılaşmasına izin verirler. Cesurdurlar. Adını sordum. “Diyelim ki Ada” diye karşılık verdi muzip bir ifadeyle… Sonra devam etti: “Ama ben Ethereum tutuyorum…” Hangi şarkıyı dinlediğini sordum. “Albüm: The Dark Side of the Moon-Pink Floyd” dedi gözleri parlayarak, “savrulduğum bir hayatta dengede kalmama yardımcı oluyor…” Tepkimi görünce, kulaklığın birini bana uzattı. “Yıllar önce” dedim, “18 yaşındayken, durduramadığım bir çarpıntı başlamıştı. Uyuyamaz, yemek yiyemez, hatta düşünemez oldum. Çarpıntı ya-vaş-la-mı-yor-du. Üniversitede kaldığım yurttan çıktım ve koşmaya başladım. Çar-pın-tı ya-vaş-la-mı-yor-du. Bu şekilde geçen 7 günün ardından The Dark Side of the Moon, çarpıntıyı durdurmam konusunda yardımcı oldu.”

“Bu çok karanlık bir öykü” dedi Ada, “ben bunu genelde ormanda yürürken dinlerim. Biliyorsun Likya Yolu’na gidiyorum.”

Sonra bana neden yola çıktığımı sordu. Hızlıca ona West Hollywood’da tarot kartlarının gizemiyle başlayan, sonrasında üç gün üst üste aynı düşü görmemle şiddetlenen ve en sonunda dün gece “Temmuz’da”yı izledikten sonra emin olduğum histen bahsettim.

“Ruh eşini Patara’da bulacağına inanıyorsun sanırım” dedi.

“Mesele aslında bir kişi de değil” dedim, “lakin Arayış’ın bir insan formunda karşıma çıkması ilginç görünüyor. Bunun daha önce olanaklı olduğunu hiç düşünmemiştim.”

“Cevap belki de bu dünyada değil” dedi, “Pink Floyd dinledikçe daha da emin oluyorum bundan. Belki de Bob Dylan’ın eski bir şarkısında söylediği gibi, cevabı rüzgarda saklı!”

Bunu duymak ani bir reaksiyon uyandırdı bende.

“Seninle daha önce karşılaşmış mıydık?”

“Hayır” dedi Ada.

“Bu çok tanıdık” diye karşılık verdim.

“Bir şey hem çok tanıdık hem de yabancı geliyorsa iki olasılık vardır” dedi, “Ya paralel bir evrende karşılaşmışsınızdır ya da o, senin paralel evrenindir.”

“Sonsuz sayıda paralel evren varsa, bu evrenlerin en az birinde Wonderland vardır ve zaman sonsuza dek akarsa sen de bir gün Alice olabilirsin.”

Bunu duymak onu heyecanlandırdı. Bir balerin gibi çevresinde dönerek “Alice’im ben” dedi, “beyaz tavşanın peşinde sonsuz gün ışığını arayan Alice!”

Ölüm Otobanı

Birlikte yola çıkmak, Before Sunset’i izlemek, kamp yapmak, kaybolmak, aşık olmak, seks yapmak, uçmayı denemek, Tom Waits dinlemek, çılgınca dans etmek… Bunların hepsi güzel olabilir. Ama birlikte portakal suyu içmek hepsinden üstün.

Antalya sınırının neredeyse hemen başlangıcında, minibüsün motorundan gelen ses nedeniyle durduk. Blue Bus, buraya kadar dayanabilmişti, daha fazla ilerleme olanağı yoktu. Yaklaşık 12 kişiydik. Bu kadar yaklaşmışken geri dönemezdik. Başta fantastik bir düşle başlasa da, Patara’da, dünyanın sonunda sonsuz gün ışığını görmek istiyorduk. Bu nedenle otostopla da olsa ilerlemeye karar verdik. Daha hızlı hareket edebilmek için ikili gruplar halinde devam etme konusunda anlaştık. İlk durak olarak Olimpos’ta buluşmak üzere sözleştik, oradan Patara’ya birlikte geçecektik.

Minibüste geçirdiği kısa sürede, Ada’yla konuşan tek kişi ben olduğum için ona eşlik ettim. Güneş yeni doğmuştu. Kahvaltıyı benzinlikte bir bankta ton balığıyla yaptık, biraz da birayla. İlk kez orada, ona dair bazı detayları fark etmiştim. Üzerinde 60’lardan fırlamış gibi görünen uzun bir elbise taşıyordu. Kolyesinde barış işareti vardı. Başındaki kırmızı renkteki hasır şapkasıyla 70’lerin Los Angeles’ından fırlamış gibi görünüyordu. Neden yola çıktığını sordum ona. “Bilmiyorum” dedi, “belki de senin söylediğin gibi sadece Arayış. Dünyanın sonundaki o sonsuz ışığı görmeyi istiyorum ya da.”

“Zaman yolculuğuna inanıyor musun” diye sordum.

“İnanıyorum” dedi, “ama garip bir şekilde artık bunu düşünmemeye çalışıyorum.”

Tekrar asfalta çıktık. Güneyin yakıcı güneşi altında iki saat beklesek de hiçbir araç durmadı. Ona David Lynch’in Mulholland Drive’ını izledikten sonra, büyük bir saplantıyla yürüyerek Los Angeles’taki o ıssız otobana gittiğimi anlattım. Sıradan bir otobandı işte, farklı bir şey yoktu ancak bir an için “Arayış” bana “Mulholland Drive” formunda görünmüştü.

“Sonra ne yaptın” diye sordu Ada.

“Sonra” dedim, “bir benzinlikteki McDonalds’a girdim, portakal suyu içtim, otomobilleri ve LA’in yakıcı güneşini izledim.”

“Peki sonra” dedi Ada, “sonra ne yaptın?”

“Düşündüm, hiç yargıya varmadan. Şehrin en büyük şairi Jim Morrison’ın neden 27’sinde alkolle kendini öldürmeyi denediğini…”

“Belki biraz portakal suyu içmek bize de iyi gelir” dedi Ada.

“Birlikte yola çıkmak, Before Sunset’i izlemek, kamp yapmak, kaybolmak, aşık olmak, seks yapmak, uçmayı denemek, Tom Waits dinlemek, çılgınca dans etmek… Bunların hepsi güzel olabilir. Ama birlikte portakal suyu içmek hepsinden üstün” dedim.

Benzinliğin mini cafesine geçip iki portakal suyu söyledik. Sipariş geldiğinde iki eliyle bardağı tutuşunu izledim, yavaşça dudaklarına götürüp birkaç yudum alışını -bunu gerçekleştirirken gözlerini hiç kırpmadan bana bakmaya devam ediyordu- sonra tekrar bardağı masaya koyuşunu, yan yana getirildiğinde The Dark Side of the Moon’un kapağındaki gökkuşağını andıran ojeli parmaklarıyla saçlarını düzeltişini ve tekrar bana dönerek “Şimdi ne yapıyoruz sence” deyişini izledim.

“Tişörtünü görünce eski bir öykü geldi aklıma” dedim. Tişörtünde ’68 Paris yazıyordu. Ve devam ettim:

“1968’de Paris’te bir cafeye gitmiştim. Anlaşılmazdı ama cafedeki herkes ağlıyordu.”

“Peki neden?” dedi Ada meraklı bir ifadeyle.

“Çünkü az önce biber gazı atmışlardı.”

Ada, birkaç sn. duraksadı ve sonra katılarak gülmeye başladı: “Bazen çok garip şeyler anlatıyorsun”

Tekrar otobana çıktık. Bir saat kadar beklesek de hiçbir araç durmadı.  “Sanırım umudumu tümüyle yitirmek üzereyim” dedi Ada. Otobanın kenarındaki tali yol kısa çalılıkların olduğu, sonsuz bir tarlaya açılıyordu. “Gece burada kamp yapalım desem ne dersin” dedi Ada. Hava kararmak üzereydi ve başka bir seçenek de görünmüyordu. Ada, uzun Likya Yolu macerası için yanında küçük bir çadır getirmişti. Otobandan ara yola saptık ve ideal bir yer için bir kilometre kadar yürüdük.

Ay’ın Karanlık Tarafı

Bir kitap tutuyordum elimde. Nerede değilsem orada mutlu hissedeceğimi söylüyordu. Ve Radiohead Creep’te diyordu ki: Burada ne yapıyorum ben!

Gökyüzünde çok fazla yıldız vardı ya da bana öyle geliyordu. En son ne zaman gökyüzüne baktığımı anımsamıyordum. Çadırın yanında bir ateş yakmıştık. Ada mızıkasını çıkardı ve The Beatles’tan Michelle’i çalmaya başladı. Gülümsediğimi görünce, “Bu şarkıyı sen de seviyor musun?” dedi.

“Uzak, bir yeri anımsatıyor bana her dinleyişimde” dedim, “uzak, sıcak ama güvenli bir yeri…”

“Şarkı yazdın mı hiç peki daha önce?”

“Müzisyen değilim ama Siyah Kaplı Defteri’mde bir şarkının başlangıcı var. Bunu Ölüm Vadisi’nde yazmıştım.”

“Sen mırıldan, ben de mızıkayla yakalamayla çalışırım…”

İlk dizelerini mırıldandım:

Sen Batı’dan geliyorsuuun…

Bense Batı’ya döneceğiiiiiimm…

Yanımda ucuz votka vaaar…

Siyah kaplı defterim ve The Wall.

“Bu çok güzel” dedi Ada, “aynı tondaysa devamını ben söyleyeceğim!”

Defteri ona uzattım ve heyecanla şarkıyı söylemeye devam etti:

Gitmek zorunda değilim…

Ama birazdan gideceğiiiimmm…

Yanımda ucuz votka vaaar…

Siyah kaplı defterim ve The Wall.

Şarkıyı o kadar sevdi ki bittikçe başa dönerek tekrar tekrar çalmaya başladı. İfadesi bir an için masum bir kız çocuğunu andırıyordu: “Biraz votkamız olsa güzel olurdu” dedi.

“Yeterince var” dedim. Sırt çantamda 70’lik bir Smirnoff vardı, votkayı pet bardağa doldurup ona uzattım. “Şu an ihtiyacım olan tek şey buydu” dedi. Gözleri ışıldıyordu: “Hayatta gereğinden fazlasını istememeyi öğrendim.” Sonra bana döndü:

“Patara’da, dünyanın sonunda onu bulacağına inanıyor musun?”

“Bilmiyorum” dedim, “Arayış hakkında yargıya varmamayı küçük bir çocukken öğrendim ben. Arayış oraya gitmemi istedi, yargıya varmadan gideceğim.”

“Anlıyorum” dedi, “umarım Arayış seni hayatını adadığın şeyle en büyük tutkun arasında seçim yapmak zorunda bırakmaz.”

Bunu duymak ani bir deja vu yaşattı bende. Ona baktığımda, sadece parıldayan ve üzerinde barış işaretinin olduğu kolyesini gördüm. Kolyeye baktığımı görünce, “Bunun kalbime yakın olmasını seviyorum”, dedi, “kaybolduğumda tekrar ayağa kalkmamı fısıldıyor bana. Onun atomlarını seviyorum.”

“O halde ben de sana bir kolye vereceğim” dedim. Yıllardır yanımda olan ama hiç takmadığım Likya tarzında pagan bir kolye uzattım ona. “İnsanlar atomik düzeyde birbirlerine ne kadar yaklaşmak istiyorlarsa aralarındaki tutku da o denli büyüktür” dedim, “Bu sadece bir matematik meselesi, doğadaki bazı parçaların birbirini bulması ve keşfetmesi gerekiyor.”

Kolyeyi heyecanla eline aldı ve barış kolyesinin üzerine taktı. “Bunu hep seveceğim” dedi, “haydi biraz yıldızları izleyelim seninle…”

Yan yana iki mata uzandık.

Bir haziran gecesinin tepe noktasındaydık. Yıldızları görmek onu gülümsetmişti. “Belki birazdan bir şarkı da söyleyeceğim,” diyordu. “Ben şarkıyı mırıldanacağım, sen anlayacaksın,” demişti. Stand By Me’yi mırıldanıyordu. Şarkı yaşanmamış yaşamları anımsatıyordu. Mutlu sonla bitmeyen bir müzikalin en yaralayıcı şarkısıydı. Gezegende zamansal bir kırılma yaşanıyordu. “Radiohead’i sever misin?” dedi.

“Bir kitap tutuyordum elimde” dedim “nerede değilsem orada mutlu hissedeceğimi söylüyordu. Ve Radiohead Creep’te diyordu ki: Burada ne yapıyorum ben!”

“Ah Radiohead” dedi, “hep hüzünlü…”

“Bir şiir yazmam gerek,” dedim. En son 10 yıl önce yazmıştım. Çantadan siyah kaplı defteri çıkardım. Yıllardır yanımdan ayırmadığım tek şeydi. Ama kalem yoktu. Bulamayacağımı anlayınca gülümsedim ve “Yazabileceğim en önemli şiiri yazacaktım ama şimdi geceye karışacak,” dedim.

“Bu anı da yazacak mısın bir gün,” dedi Ada.

“Yazacağım ama bu an henüz yaşanmadı. Henüz yaşanmadık ama bir olasılığız.”

Ada You’re Firework! /Olimpos *Haziran 2022

“Nereye gidiyorsun” diye sordu. “Sadece gidiyorum” diye karşılık verdim. “Umarım bir gün onu bulursun.”

Güneş’in yakıcı ışığıyla uyandım. Yanımda değildi. Bir önceki gece 1960’lardan bir Fransız filmi gibi gözümün önünden geçti. Ona söylemem gereken en önemli şeyi söylememiştim. Ve şimdi gece bitmişti, kızgın asfaltın yakınında, mide bulandıran gün ışığıyla baş başaydım. Ve Ada yoktu. Yakınlarda olabileceğini düşünerek ismini bağırdım. Oysa gittiğini çoktan biliyordum.

Tekrar asfalta çıktım. Ona söyleyecektim. Gerçek adını bile bilmiyordum. Yoldaki tabelalardan birisi İstanbul’u gösteriyordu, birisi İzmir’i, bir diğeri ise güneyi. Ben Arayış’ı seçtim. Sonra tekrar vurdum asfalta. Olimpos’a varana dek, araçtan araca atlarken aklımda hep aynı şarkı çalıyordu. Son bindiğim aracı 60 yaşlarında bir hippi sürüyordu ve teypte son ses Psychedelic Trance resitallerinden biri açıktı. “Nereye gidiyorsun” diye sordu. “Sadece gidiyorum” diye karşılık verdim. “Umarım bir gün onu bulursun.”

Sonu gelmez gibi görünen zincirleme otostop yolculuklarından sonra Olimpos’a varmıştım. Patara’ya geçmeden önce toplanmak için sözleştiğimiz açık hava barına geçtim. Herkes oradaydı. Bugsy, Eray, Füsun ve diğerleri… Onu görüp görmediklerini sordum. Hiçbiri görmemişti. Dizlerim beni taşımakta zorlanıyordu. Arkadaşların yanında bir masaya geçtim.

Füsun heyecanla “Ben de artık ADA’cıyım” diyordu ve hafif bir sarhoşlukla “Cardanooo, Cardanooo…” diye Eray’dan öğrendiği melodiyi mırıldanıyordu.

“Bu nasıl oldu” dedim Bugsy’e dönerek…

“Ona ADA’nın (Cardano) Afrika’ya yaptığı milyonlarca dolarlık yardımlardan bahsettim” dedi.

“Konu ikna edicilik olunca sınırın yok Bugsy” dedim.

Masada uzun bir şiirin sayfaları vardı. Elime aldım, başlıkta “Ad Astra Manifestosu” yazıyordu. “Birazdan sahnede tamamını okuyacağız” dedi Eray, “Ad Astra Foundation kuruldu!

Bunu duyan Füsun, “ama sen de Devin” dedi, “sevgilinin adı Ada olacak kadar saplantılı değil misin?”

“Gerçek adı Ada değil” dedim, “sevgilim de değil tam olarak ve aslında söylemek gerekirse onu tümüyle kaybettim.”

“Bu hüzünlü” dedi Füsun, “Katy Perry’den bir şarkı söyleyeceğim, buradaki herkesin keyfi yerine gelir belki” dedi.

“Pop kültürü olmaz” dedi Eray atılarak…

“Sorun değil” dedi Bugsy, “sözlerini yeniden yazdık. ‘ADA Special Edition’ versiyonunu söyleyecek…”

Fazla beklemeden Füsun sahneye atladı ve Katy Perry’nin Firework’ünün sözlerini ADA’ya uyarlayarak söylemeye başladı. Şarkı gruptaki ADA fanatiklerini kendinden geçirmişti. Az önce Perry’e itiraz eden Eray, nakarat kısmında “Cardanooo Cardanooo” diyerek kendinden geçiyordu.

Yan masada orta yaşlarda birkaç kişi vardı. Bize dönerek, “ADA (Cardano ) nedir?” diye sordular.

“Bir coin” diye cevap verdi gruptan birisi.

“Peki bunu alırsak zengin olur muyuz. DOGE ve SHIB’i satalım bari.”

“Bu öyle bir şey değil, bu bir ideoloji” dedi Bugsy, “onun 0’dan 1,5 dolara çıktığını gördüm, sonra oradan tekrar 0’a indiğini ve sonra tekrar 3 doları kırdığını. Ve 1789’dan bu yana bastırılan bütün devrimler gibi bu da muhtemelen kaybedecek. Ama biz o olasılık için devam edeceğiz.”

Sonra “sen ne düşünüyorsun” diye bana döndüler.

“Bugsy, doğru söylüyor” diye karşılık verdim. “Riski sevmiyorsanız Bitcoin alın ve 4-5 yıl bekleyin, onun gideceği yer zaten belli. Doları yerinden etmek için geliyor. Uçuk bir yatırım peşindeyseniz, Web3 gibi teknolojilerin henüz popülerleşmemiş coinlerine yatırım yapın. Lakin seneler boyunca beklemeniz gerekecektir. Bazı coinler tümüyle yok olacak, yenileri doğacak, nihayetinde uluslararası finans sistemi çökecektir. Bu uzun bir yürüyüş ve her şey yeni başlıyor.”

Sonra Bugsy’e döndüm, “Ben gidiyorum” dedim.

Nereye gittiğimi sordu. “Patara’ya” diye karşılık verdim.

Patara Dream/Temmuz 2022

Endorfinlerin ağrı kesici etkisi morfinden yaklaşık 30 kat daha fazladır. Yani mutluluk bir uyuşturucu olabilir ya da birbirimizi hissetmek…

Saatler süren bir yolculuktan sonra Patara’ya kum tepelerine yaklaşmıştım. Uykusuzluğun, alkolün ve karmaşık düşüncelerin etkisiyle, dizlerimin beni daha ne kadar taşıyacağını da bilmeden ilerlemeye devam ettim. Temmuz ayına girmiştik. Artık “Arayış”ın kendisini o film üzerinden, “Im Juli” aracılığıyla gösterdiğini anlamıştım. Sıra dışı biçimde son bir haftada birçok olay filmin akışıyla paralel gerçekleşmişti. Ve o da, filmi izlediyse, şu an Patara’da olmalıydı. Gün batımından önce bugün, onu yakalamalıydım. Gün batımına kadar orada olamazsam, bir daha asla karşılaşamayacağımızdan emindim. Güneş’in batmasına artık dakikalar kalmıştı ve benim koşmaktan başka çarem yoktu. Kum tepeleri görününce koşmaya başladım ben de…

Tepelere ulaştığımda, artık turistik bir toplanma noktası haline gelen Patara Kum Tepeleri’nde yüzlerce kişi olduğunu gördüm. O burada mıydı? Bir hafta önce, üç gün üst üste gördüğüm düşü anımsamaya çalıştım. Kum tepelerinin, Avrupa’nın en uzun plajına bakan cephesinde, bir siluet gördüm. Kim olduğu seçilemiyordu. Üzerinde kızıl bir elbise vardı. Kuma bata çıka siluete doğru ilerlemeye başladım. Ben ilerledikçe, görüntü uzaklaşıyor gibiydi. Bu sırada kum fırtınası başladı. Gözlerimi açık tutmak olanaksızlaşmıştı. İlerlemeye devam ettim. Yanına vardığımda, omzuna dokundum. Ve karşımda, artık benim için çok tanıdık gelen gözlerini buldum. İfadesi hüzünlüydü, “evet sonunda buradayız” dedi, “olması gerektiği gibi.”

“Evet” diye karşılık verdim.

“Onu buldun mu? Yanında göremiyorum.”

Bir an için duraksadım, söylenecek çok şey vardı ve söylenecek çok fazla şey olduğunda insanın hiçbir şey söyleyemediğinin farkındaydım. Bu nedenle, bir hafta önce izlediğim, bir şekilde bizi birleştiren filmin o repliklerini söyledim:

“Sevgilim…
Kilometrelerce yol kat ettim, nehirleri geçip dağları aştım, hüsrana uğradım ve ızdırap çektim. Nefsime karşı koydum ve güneşi takip ettim. Böylece senin önünde duruyorum ve sana ‘Seni seviyorum’ diyorum.”

Yavaşça bileğini kaldırdı Ada ve dudaklarına götürdü: “Dudaklarımda deniz tuzu var, istersen duyabilirsin” dedi. Sonra elini kolyesine götürdü ve onu çıkardı: “Bunu bana vermeden önce bir süre yanında tuttuğunu, böylece sendeki bazı atomların buna karıştığını söylemiştin. Böylece bunu ne zaman taksam, seninle olacaktım. Söylediğine göre kolyenin ipi sol göğsümün üzerine, kalbimin olduğu yere dek uzanacaktı. Ve kalp atış hızım birden hızlandığında sen evrenin neresinde olursan ol bunu duyup benimle bu kolye aracılığıyla konuşacaktın. Çünkü doğru an geldiğinde, parçalar birbirini çekerler demiştin. Oraya bu gezegende en değer verdiğin şeyden bir cümle yazacağını söylemiştin. Şimdi benim için bu cümleyi yazar mısın?”

“Elbette,” dedim. Kolyeyi elime aldım ve hiç düşünmeden The Wall’un ölümsüz dizelerini karaladım “Kalbini aç, eve geliyorum”

“İşte şimdi burada ruhumun bir parçasını sana veriyorum.” Ve kolyeyi tekrar ona taktım. Sıcak bir gülümseme ifadesine yayıldı. Gülümsemesine önce eliyle dokundum, sonra 3 sn. boyunca sol üstten onu öptüm. Gerçekten de söylediği gibi deniz tuzu tadını duydum.

Ve devam ettim:

“Led Zeppelin yeni kurulduğu zaman, sevgilisi Robert Plant’ten bir seçim yapmasını istemişti: ‘Ya Led Zeppelin ya da ben!’ Amatör bir gruptu o zaman Led Zeppelin ama Robert Plant yine de müziği seçti. Aradan 10 yıl geçti ve sonra bir şarkı yazdı: Ten Years Gone! Şarkıda şöyle diyordu: Asla seçmemeliydim!”

Ada’nın hüzünlü ifadesi dağıldı, dünyanın en gerçek gülümsemesini gördüm gözlerinde… “Deniz tuzu gözlerimi yakıyor” dedi, “ağlamıyorum, ağladığımı düşünme…” Sonra tekrar bana döndü: “Zaman yolculuğuna inanıyor musun Devin?”

“Evet” diye karşılık verdim. “Uzun bir öykü anlatacağım sana… 1962’de, Texas’ta bir mezuniyet balosunda geçiyor. Öyküyü anlatırken, şu an ikimizin de onun parçası olduğunu canlandırabiliyorum.”

Ve Olimpos’a birlikte dönerken, yol boyunca ona o uzun öyküyü anlattım. Bazı anlarında sımsıkı tuttu elimi ve yine bazı anlarında gülümsedi, ellerini gözlerine götürdü bazen, “hayır bu hüzün değil, mutluluktan mutluluktan” demişti… Ve devam etmişti: “Endorfinlerin ağrı kesici etkisi morfinden yaklaşık 30 kat daha fazladır. Yani mutluluk bir uyuşturucu olabilir ya da birbirimizi hissetmek…”

Texas’taki Mezuniyet Balosu /Temmuz 1962 -Austin/Texas

Ben şarkıya eşlik edeceğim, o zaman anlayacaksın

Her şey, yıllar önce, Texas’ta, bir mezuniyet balosunda başladı. Yıllardan 1962’ydi. Rock&Roll çılgınlığı başlamak üzereydi. Aynı liseye gidiyorduk. Son dört yılda defalarca karşılamıştık seninle. Koşullar konuşmamıza izin vermemişti. Bazen bir sinemada görmüştüm seni, elinde mısır ve colayla İkinci Dünya Savaşı’nda ayrılan umutsuz çiftlerin dramatik öykülerini anlatan filmlerden birinde hüzünle perdeye baktığını görmüştüm. Bazen bir spor müsabakasında, heyecanla ellerini çırparken ya da okulun bahçesinde -aslında birbirimize çok tanıdık gelen- ama hiç konuşma fırsatı bulamadan geçen o uzun yılların ardından; bazen sorardım kendime sen de aynı şeyleri hissediyor musun diye? Liselilerin takıldığı geleneksel publardan birinde elinde birayla, belki biraz hüzün ya da mutluluğu yanına alarak bakışlarım bakışlarınla kesiştiğinde sorardım kendime, sen de aynı şeyleri hissediyor musun diye?

Farkında olmadan günler aylara, aylar yıllara dönüştüğünde, aslında okulun bir gün biteceğini de hiç düşünmeden, farklı insanlardan, farklı öykülerden ve farklı anlamsızlıklardan geçerken, sorardım kendime, sen de benim hissettiklerimi hissediyor musun diye. Söz gelimi kalabalık bir salonda, bir konferansı dinlerken, bakışlarımız tesadüfen birbiriyle kesiştiğinde -aslında ikimiz de bunun tesadüften fazlası olduğunu bilirdik- bazen 30 sn. gözlerimizi hiç ayırmadan birbirimize bakardık. İkimiz de bunda bir gariplik olduğunu sezer ama cesurca sonuna dek gitmekten kendimizi alamazdık. Bu gece, okulun son gününde, aslında ne kadar da anlamsız görünüyor bunlar… Yeterince cesur olsaydık eğer, dört sene önce de tutabilirdim elini ve “Ada” derdim, “seni alışılmadık biçimde seviyorum.”

Mezuniyet balosunun son anları yaklaşırken, art arda çalan onlarca RocknRoll parçasından sonra bu sefer hüzünlü bir şarkı çalıyordu, The Shirelles’tan Soldier Boy. Ve anlaşılmaz biçimde salonun en arkasında bir yerlerde birbirimizi yan yana bulmuştuk. Kolun koluma değecek kadar yakındı. Belki farkında olmadan anlık olarak birbirine dokunmuştu da ikimiz de bunun farkında değilmişiz gibi bu anı uzatmayı denemiştik.  Ve orada o an, hüzünlü bir ayrılık şarkısı çalarken göz göze geldiğimizde konuşmamız gerektiğini anlamıştık. Sen L.A.’de bir üniversiteye gidecektin, bense Boston’a. Yarın sabah ikimiz de şehri terk edecektik. İkimizin de sevgilisinin olması bütün bu olayları daha da karmaşıklaştırıyordu. Ve ben dansa davet etmek için elimi uzatmıştım sana. Dört yıldır bu anı bekliyormuş gibi elimi tutmuştun. Cümlelere gerek yoktu.

“Bu şarkı” demiştim, “İkinci Dünya Savaşı’nda Normandiya Cephesi’ne giden askerlerin, sevgililerini son kez öptükleri an hissettikleri o derin ve karmaşık hüznü anımsatıyor bana. Dünyanın sonuna gittiğini biliyorsun, dönmek için bir nedenin olduğunu da ve muhtemelen hiçbir zaman dönemeyeceğini de…”

İfadende hüzün mü, mutluluk mu, yoksa aşk mı olduğunu da anlamadan şöyle demiştin sen:

“Ben şarkıya eşlik edeceğim, o zaman anlayacaksın”:

“You were my first love
And you’ll be my last love

I will never make you blue
I’ll be true to you”

“İngilizcede ‘blue’nun diğer anlamları melankoli ve Arayış’tır” demiştim ben.

“Mavi hissedenleri birleştiren bir şey var” demiştin,  “adını koyamadığımız bir şey!”

Şarkı bittikten sonra yıldızları izlemek için dışarı çıkmıştık. Bazen söyleyecek çok fazla şeyin olduğu için susarsın. Ve bu konuşmaktan daha cesurcadır.

“Devin” demiştin sen, “zaman yolculuğuna inanıyor musun? Acaba 4 yıl öncesine gidebilsek şu an her şey nasıl olurdu?”

“Evet inanıyorum” demiştim ve devam etmiştim: “Hiçbir şey kaybolmuyor aslında, sen ve ben, birbirimizin farkında olmasak da bütün o konuşmadığımız yıllar boyunca, belki de her şey bizi bu AN’a sürüklemek içindi ve gözlerine baktığımda, bakışlarında da görebiliyorum bunu.”

“Mutluyum ama hüzünlüyüm,” dedin “Bu aşkı bulmak ama 5 dk. sonra elinden kayıp gitmesi gibi.”

“Tanışmamızın üzerinden geçen 5 dk.ya dayanarak elimi uzatsam sana, her şeyi bırakmanı istesem, üniversiteyi bir yıl ertelemeye karar versek… Belki Beatnikler gibi Route 66’in üzerinden de geçeriz… Çıkacak mısın benimle yola? Hiç düşünmeden, hiç korkmadan…”

Son Dans/ Temmuz’da ∞

Yeni bir terim doğuyor “Saturnized”: Sürekli sarhoşluk hali, baş dönmesi; hiçbir yere ait hissetmemek, yabancılaşma, gitme isteği.

“Sonra ne oldu” dedi Ada. Olimpos’ta bir açık hava barındaydık.

“Öykü burada bitiyor” dedim. “Devamı yazılmadı, belki de yaşanmadı.”

“Bu şekilde anlatınca bütün bunlar gerçekten yaşanmış gibi geliyor. Her şey çok tanıdık. Peki Ada, Devin’in elini tuttu mu? Yoksa bu hüzünlü öykü tek bir danstan ve yıldızların altında geçen 5 dakikalık bir konuşmadan mı ibaret?” Devam etti: “Elini tuttuysa eğer, her şeyin bu kadar tanıdık gelmesinin bir açıklaması var demektir. Ama öykü o gece bir daha dönmemek üzere bitiyorsa, şöyle derdim: Bu dünyada bir kez karşılaşmak, seninle bir kez daha karşılaşmayı gerektirirdi.”

Ada, bunları söylerken sahnedeki grup Alan Parsons Project’ten “Eye in the Sky”ı çalıyordu. Olimpos’un birleştirdiği bütün o insanlar, çocukluk döneminin çok tanıdık gelen o mutluluk hissini içinde gizleyen şarkıyla dans ediyorlardı. Yarım kalmış her şeye inat, müzik yaşanmamış tutkuları birleştiriyordu.

Elimi uzattım:

“Bu dansta eşlik eder misin bana?”

Gülümseyerek elimden tuttu. Elleri soğuktu. “Ellerin soğuk” dedim. “Bira yüzünden” dedi, “birazdan geçer.”

Şarkı çalarken, başımızı döndüren şeyin alkol mü, mutluluk mu yoksa günlerdir uyumamış oluşumuz mu olduğunu da düşünmeden, şarkının nakarat kısmı çalarken, biz de alandaki herkes gibi şarkıya eşlik ettik.

“Bu şarkıyı lisedeyken çok seviyordum” dedi Ada, “ve bir gün böyle bir anda, onunla tekrar karşılaşacağımı düşünmemiştim.”

Başka şeyler de söyledi. Ancak AN’a öylesine kapılmıştım ki cümleler zihnimde birleşmiyordu, dudaklarının hareket ettiğini görebiliyordum sadece.

“Ada”, dedim, “belki şarkı bittikten sonra seni öpeceğim.”

“Ama heyecanlıyken dans edemem ki, elim ayağım birbirine dolanır…”

Gülümsedim, gözlerindeki sonsuz ışımayı gördüm.

Gerçekte de, bir Temmuz gecesi sıcaktan hafif yanmış yüzünde, saçlarını topladığı pagan tacıyla ve desenlerini John Lennon’ın gökyüzünde elmaslarıyla kaybolan Lucy’sinin şarkısına benzettiğim elbisesiyle, onu görüyordum. Yıllar önce, bir şekilde zaman, bizi birbirimiz için önemli olduğumuza inandırmıştı ve ona her dokunduğumda bulduğum -aslında-farklı-bir-şekilde-olamayacağını-bilerek-hissettiğim o şey, kozmik Arayış’la aramdaki biricik bağdı.

“Ve aramızdaki mesafe tümüyle ortadan kalktığında, sen ben, ben sen olduğumda Ada, tekrar fark etmiştim, hayır aradığım şey nirvana değil, Arayış yolun sonunda olamaz, Arayış yolun kendisidir. Çünkü Arayış sensin!”

“Arayış sensin” diye fısıldayarak tekrarlamıştı Ada.

“Tekrar yola çıkacağım. Gelir misin benimle?”

“Herhangi bir yere mi yoksa sadece gitmek için mi?”

“Sadece gitmek…”

“Kürk Mantolu Madonna’daki gibi: Ne zaman istersen gelirim. Nereye istersen gelirim.”

“Gerçekte ‘nasılsın’ diye sormaktan yıllar önce vazgeçmiştim. Bunun yerine ‘nasıl hissediyorsun’ diyordum sadece. Nasıl hissettiriyor, yaşamak?”

“İçinde biraz daha gün ışığı, zihninde The Wall. Ve kozmos bir ütopyayı fısıldıyor… Ve kozmos bir ütopyayı fısıldıyor…”

“Nasıl hissettiriyor yaşamak?”

“Biraz sarhoşmuşuz, biraz umutsuzmuşuz. Ve kendimizi unutmuşuz…”

“Nasıl hissettiriyor yaşamak?”

Saturnized!

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak