Alper Çeker Röportajı

Alper Çeker şiirlerini 90’lı yıllarda yayımlamaya başladı ve “Gece Şehre Dedi ki” adlı şiir kitabının ilk baskısı 1995 yılında çıktı. Altıkırkbeş okurları onu Reziller adlı romanından ve çevirilerinden tanıyor. Şair Türk romanı üzerine de “Cumhuriyet Dönemi Muhalif Türk Romanı” adında bir çalışmaya imza attı. beatkusagi.com, Alper Çeker’le Heidegger’den 3.Dünya Savaşı’na, Kadıköy sokaklarından 80 Kuşağı’na dek uzanan bir söyleşi gerçekleştirdi. 

Heidegger, felsefenin en üst formuna şiir aracılığıyla ulaştığını savunmaktaydı. Şiire bu açıdan metafiziksel bir işlev yükleyebilir miyiz?

Heidegger’in Hölderlin’e ve şiire özel bir ilgisi vardı. Bu, onun dil ile uğraşmasından kaynaklanıyor. Dil bizim varlığımızın imkânıdır. İmkânı en geniş olan dil, şiir dilidir. Şiir felsefenin bir formu olamaz çünkü felsefi olarak şiir saçmadır. Biz okuduğumuz şiirleri yorumlarken Gadamer’in dediği gibi aslında kendimizi anlarız. Şiirin etkileyiciliği burada işte. Hatta yaşamının farklı bir evresinde aynı şiirden farklı şeyler anlayabilirsin çünkü sen artık o eski sen değilsin.

Kadıköy sokaklarının yazdıklarınız üzerinde etkisi var mı? Türkiye’deki kültürel birikimin geldiği son noktaya baktığımızda Kadıköy’ün söyleyeceği yeni şeyler var mıdır?

Çocukluğumu Küçükçekmece’de, Rumeli göçmeni bir ailenin bireyi olarak yaşadım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde de yatılı okudum, ergenliğim bu semtte geçti. 80’lerin sonları, 90’ların başları; Türkiye’nin dönüştüğü bir dönemdi, gençlerin siyaset yerine başka şeylere yönelmesi amaçlanıyordu. Okulda babası zengin olan öğrenci arkadaşlarımız Adnan Hocacı, hocalarımız Fethullahçıydı. Uğur Dündar’dan bali koklamayı öğrendik, maçlardaki tribün kavgaları da o dönemde ortaya çıktı.

Benim ergenliğim sıkıntılı geçti. Mafya bitirimhanelerinde kumarbazlarla, kabadayılarla düşüp kalktım. Aynı anda Cağaloğlu’nda bugün 80 Kuşağı olarak bilinen şairlerin çıkardığı dergilere de devam ettim. Benim şiirlerimi dergilerinde yayınladılar, ilk kitabımı bastılar. Ece Ayhan o şiirleri 16-17 yaşlarında yazdığımı öğrenince beni çok övmüştü. Demek ki yaşadığım çağ bana rahatsızlık vermiş. Altıkırkbeş’in yazıhanesinin Kadıköy’de olduğu günlerde zaman zaman pencereden, Kadife Sokak’tan geçen gençleri seyrederdim. Ne yazık ki zamane gençliğinde bir ışık görmüyorum. Kadıköy durduk yere bir şey söylemez, onu sen konuşturacaksın.

Sinema, müzik ve edebiyatın geleceğine bakarsak, önümüzdeki yüzyıllarda da bu sanatlar önemini koruyacak mıdır.Yeni anlatım teknikleri ve formlar zaman içinde oluşabilir mi?

Yeni sanatçılar, zorunlu olarak kendilerine ait yeni anlatım tekniklerini de beraberlerinde getirecekler. Yoksa yaptıkları şey eskinin tekrarı olur. Sanatlar devam edecektir tabii ki ama teknolojiyle birlikte mecralar değişecek.

“Rus Avangard Manifestoları”nın önsözünde “Avangardlar için “doğuştan kaybeden” diyebiliriz.” şeklinde bir ifade yer alıyor. Sizce 90 Kuşağı’nı bir Kaybedenler Kuşağı olarak görebilir miyiz. Kaybetmek ya da kaybetmeyi seçmek, varoluşçu bir duruş mudur aynı zamanda?

“90’ Kuşağı” laftan ibaret, 80 Kuşağına duyulan kompleksten uydurdular. Ben o yılları yaşadım; böyle bir şairler, yazarlar nesli görmedim. Kaybedenler Kulübü’ne gelince… Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un yaptığı program radyo döneminin fenomeni oldu. Filimle de geniş kitleler arasında yaygınlaştı. Bana filmi defalarca seyretttiğini söyleyen insanların bir tane Altıkırkbeş kitabı okumadığını gördüm. Demek ki kitleleri birbiriyle karıştırmamak gerek. Kaan ve Mete o yıllarda sansürle uğraştılar, tehditler aldılar vs. Çile çektiler yani. Eski solcular Beat yazarlarıyla ilgilenmeyi züppelik olarak görüyordu. 90’larda Allen Ginsberg okuyan, hatta bir kısmı İslamcı birkaç kişi vardı. Bugün için tuhaf kaçan bir biçimde hepsi Levent Erseven’in Stüdyo İmge yayınlarında bir araya gelebiliyordu. Ortak noktamız sanırım kolejli çocuklar olmaktı çünkü Beat yazarları henüz çevrilmemişti ve onları okumak iyi derecede İngilizce bilmeyi gerektiriyordu. Grunge müziği dinliyorduk ve William Burroughs, Kurt Cobain’e Lead Belly’yi öğreten kişiydi.

90’lı yıllardan hatırladığım bu birkaç kişiden Kaan hâlâ aynı Kaan, hayal peşinde bir servet batırdı. Sözünü ettiğim İslamcı çocuklarsa iktidarın nimetlerinden yararlanmayı seçtiler. Bugün Türkiye’de Beat edebiyatı üzerinden bir yerlere gelmeye çalışanlar Amerika’nın dilini, tarihini ve kültürünü bilmiyorlar yani anlamadıkları bir şeyle uğraşıyorlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da site hayatının yaşanabileceği mekanların yaratılması bir Yahudi’nin icadıydı ama bu sitelerde zencilerle birlikte Yahudilerin de oturması yasaktı. Beat edebiyatını bu dışlanmış ailelerin çocukları üretti. Örneğin Bob Dylan’ı Türkiye’de hiç kimse anlayarak dinlemez, o Amerika’nın türkücüsüdür. Like a Rolling Stone adlı şarkısını ilk çaldığında country müziğine ihanet ettiği için protesto edildi.


Kurt Cobain ve Seattle Olayı-Alper Çeker

Rus edebiyatına bakışınız nasıl? Bu alanda en çok hangi isimlerden etkilendiniz.

Ben modern dönemin şairlerinden çok etkilendim, onlara ilgi duydum. Devrimden sonra hepsi harcanmış. 95’te Rusya’ya gittiğimde dünyanın geri kalanında çok ünlü olan Rus şairlerinin Rusya’da hiç bilinmediğini gördüm. Eski rejim okunmalarına izin vermemiş. Yaşamalarına da izin vermemişti zaten.

Son zamanlarda Kadıköy’de duvarlarda “Alper Aga” yazılamaları görüyoruz. Bu konudaki gözlemleriniz nelerdir. Duvar yazılamaları, edebiyatın sokağa taşınmasında sizce nasıl bir işleve sahiptir?

Duvar yazısı bana internet paylaşımından daha sıcak geliyor. Bir ara “Şiir Sokakta” hareketini Türkiye’de de yaymaya çalıştılar, fena olmadı bence.

Konuyla biraz ilgisiz ama içinde bulunduğumuz paradigmadan yola çıkarsak, bir 3. Dünya Savaşı sizce çıkar mı? Çıkarsa bunun edebiyata yansımaları ne ölçüde olur? Bir umutsuzluk döneminde olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Fütürizm, Dadaizm gibi modernist akımlar savaş travmasının ürünüdür. Hatta J.R.R. Tolkien de I. Dünya Savaşı’na katıldı ve yaşadıklarından çok etkilendi. Dünyada ilerlemeye, aydınlanmaya, bilime inanılan bir dönemde artık her şeyin iyiye gideceği sanılırken insanlar iki dünya savaşı yaşadılar. Kitlesel ölümler oldu. Endorfin salgılamak yaratıcılığı tetikler, keyifli kitaplar okursunuz ama onların yazarları hep harcanmış isimlerdir. Ernest Hemingway 61 yaşında intihar etti, demek ki teselliyi bir türlü bulamamış.

Şu anda savaştayız zaten. Bizim adımıza vekaleten yoksullar savaşıyor. Gelecekte yoksulların yerini makinelerin alması için bilim adamları uğraşıyor. Bilim kurgu yazarlarının öngörüsüne göre de daha sonra bu makinelerle insanoğlu arasında bir savaş gerçekleşecek. Tabi uzaylılar gelip hepimizi köle yapmazsa… Venüs’ten gelenler ayrı yalnız, onların başımın üstünde yeri var. Bana istediklerini yapabilirler.

Email adresiniz paylaşılmayacak