Dönencede Sayhalar: Temmuz – 2023

Bursa / Uludağ / Selimcan Yelseli

Kalabalıkların arasında, üstü kapalı, insanların adımlarını hesapsızca attığı ve böylece kendilerini avuttukları eski bir çarşıda mesela; ya da bir mahşer yerini andıran meydanlarda, damarlarımda zamanın kıpırdadığını hissediyorum. Sanki bir boşlukta, benden yansıyarak içime doğru derinleşen tehlikeli bir boşlukta yürüyorum.

Şöyle bir düşününce, uzamın, yani uzayda bir biçime, bir yere sahip olmanın, sayılarla ölçülen emsalsizliğinden kaçmak için boşluk hissine mecburen sığındığımı anlıyorum. Bu, tıpkı aynalarla dolu bir odada çoğalan akislerle birlikte boşluk hissinin de büyüyecek olması gibi geliyor bana.

Çünkü aynalı bir odada, zaman damarlarda kıpırdar, kendisiyle fazlasıyla yüz yüze gelen insan, çetin bir vertigo kriziyle dengesini yitirir. Artık uzam yerine, büyük ve yansımalı bir boşluk vardır.

Mutlak ve aslında, emsalsizliğin mesuliyetinden kurtaran bir boşluktur bu.

*

Bazı öğle vakitlerinde, ıssızlıkla birlikte büyüyen yoksunluk duygusu, bizi yeni arayışlara sürükler. Aranan hiç bir zaman bulunamayacak olsa bile.

*

Ebedi dönüş… Terleyen gece. Aynalara dökülen yüzde ağrı. Bir daha görememe ve bir daha görülmeme korkusu. Güneşli ve parlak aldatmaca.

Sessiz delilik. Kıpırtısız yaşamak. Düşünülen yerde başlanan yolculuk.

İmajinasyon. Kendini yitiren, nesnesini yutan imajinasyon. Atılan adımda telaş. Sanayi ve kükürt dumanı. Yangın ve istila. Kan ve safra. Ses ve çığlık.

Karanlık çağın, arınmayı ve tükenişi bir sis gibi örten bu çağın, gövdelerde kanlanan izi.

Ebedi dönüş. Anne karnında ve toprakta ter. Ayna karşısında tebessüm. Görülene ve görülmeyene dair ne varsa kutsal gaflet.

*

Balkonun havalanan perdesinin altından odaya giren ve başlı başına bir yalnızlık olarak dolaşan beyaz kediyi, yattığım yerde mahmur gözlerimle izledim. Uysal adımlarla bana, saate, uykuya ve yeni doğan güne aldırış etmeden girdiği gibi perdenin tam havalandığı anda çıktı odadan.

Zamanın içinde gelişen, zaman dışına ait bir hayal gibiydi.

*

Aslında insanlığın gördüğü her şeye bir isim verme hastalığı, yaşamı büyük bir trajediye dönüştürdü. Yanılgılar isimlerle başladı… Aldanışlarımızın her birinin bir ismi vardı. Tuhaf ama, bizi, isimli yığınların arasında isimsiz kılan isimlerimizdi. İsimlerimizle sıradanlaştık.

Oysa isimsiz, izsiz ve hafif birer nefes olarak içimizdeki şeffaf boşluktan süzülen bir öğlen güneşini duya duya havada süzülebilir, yaşamı, kendi benzerliklerimizle eşit imkanlı bir bekleyişe dönüştürebilirdik.

*

Yaz sabahının ağırlığından kurtulmak için 1980 model kasetçalarlı radyomu açtığımda “Comfortably Numb” çalıyordu. Tebessüm ederek pencereye yöneldim. Bu tesadüf hoşuma gitmişti. Karşıda, sıvası dökülmüş apartmanın çatısına konan güvercinleri, gördüğüm bu tuhaf manzaranın sol tarafında uzanan ve yetiştikleri toprağa göre dalları bu mevsimde bir hayli gürbüz olan ağaçları izlemeye başladım. Güvercinler apartmanın çatısından, bu ağaçların dallarına konmadan geçmezlerdi. Daha önce de izlemiştim onları. Onların kısacık, birkaç kanat çırpışıyla hedeflerine ulaştıkları bu yolculuklarını muhakkak görmeliydim.

Kulağım radyodaydı. Comfortably Numb akıyor, o epik, o müthiş solo yaklaşıyordu. Süratle radyonun sesini biraz daha yükselttim. O an solonun ilk notalarını acımazca bölen radyocu, şarkının nostaljik tınısına göre oldukça modern ve bir o kadar da iğreti sesiyle günün haberlerinden bahsetmeye başladı. Radyoya öfkeli bir bakış attım. Gözlerimi yeniden manzarama çevirdiğimde, güvercinlerin bu kez ağaçlara uğramadan çekip gittiğini gördüm.

*

Devasa çelik kule. Ufacık ahşap mabet. Kepenkleri yeni açılmış dükkanlar, köşedeki ünlü şekerlemeci, meydanda yükselen heybetli heykel. İnsanlar…

Ben” diyor, “Hastaneden eve ambulans içinde dönerken doğrulmaya çalışıp, ufacık camlardan şehri görmeye çalıştım. Yatağa mahkum olduktan sonra şehirde neler değişti diye merak ediyor, insanları ve hayatın her günkü sıradan akışını görmek istiyordum…” Gözleri dolu dolu ekliyor: “Ben kendi içimdeki zamanın durmadığına inanmalıydım.

*

Kültür nicelikten, estetik mübalağadan bunalmış durumda.

*

An gelir, dışımızdaki dünya ile öyle bir bütünleşiriz ki, yaz sabahının hüznünü, toprakta süratle yürüyen karıncayı, havada salınan nemi, uzakta toz içinde tüten uçurumu ve çoktan ruhumuzun yerini alan rüzgarı içimizden başka hiç bir yerde aramayız. Her şey kutsal addedilebilecek bir bütünlüğün içinde bizi de bu istemsiz serüvene katar ve sürer. Ölüm de ayrıl(a)maz bu serüvenden… O geldiğinde, onunla birlikte mutlak bir son da gelmiş değildir aslında. Bütünlüğün içinde nihai raddedir o ve içimizi dış dünya ile ayıran belirsiz çizgi, o raddede usul usul solar. Serüven ise devam etmektedir.

*

Merhameti olmayanlara daha çok merhamet etme eğilimi gösteririz.

*

Kendimi teferruatlı bir şekilde tahlil edebilmenin imkansızlığı. Manevi, soyut ve her zaman ucunda muntazam bir tekamüle erişme fırsatı bulunan o kadim yolun ıssızlıklarında, rüzgarın sırtında taşınarak gelen ve sonsuzca yankılanan “Kendini Bil!” emrine uymanın zorluğu da bu değil mi zaten?


Dünya “bilinecek” bir yer değil.

*

Bir yerde kaynağı belirsiz, hiç durmadan, süratle akan su, ağaçların en yüksek dallarına çarpan rüzgar, göz kapağında ağırlaşan rüya, söylenen şarkı, yükselen haz, şiddetli bir ağrıyla salınan baş, sonsuz hareket. Durup, kirlenmekten ziyade harekete kavuşup kendinden bile soyutlanan yaşam.

Sonsuza dek akacağım… Eve dönüşler ve güzel hatıralar gibi.

*

Eric Hoffer’ın “Kesin İnançlılar“ı, satır aralarında varlık dramının ve muhtaç olduğumuz o tutarlı hiçlik duygusunun yükünü taşıyor.

*

Bir eşik aşıldığında, bizi bekleyen bir başka eşiğin esas ehemmiyeti o an idrââk edilir. Bu, içinde bulunduğumuz şu bilinmezlik aleminin daimiliğine incecik bir misal.

*

Aynı şeyleri gevelemenin maskeli diyalektiği.

Toplum nezdinde bir hiç mesabesinde olan o büyük kültürel başarılar.

İçimde süzülerek tepeler, yokuşlar, dağlar ve uzun yollar aşarak bizzat benim olan zamanımın akıbeti mütemadiyen belirsiz olmaya mahkum.

Suda görülen her çehre, Narkissos’u andırıyor. Gün batımlarında ufuklarda görülen çehrem ise, öznesiz bir kıyameti.

*

Hayat hakkında hiç bir şey bilmemenin huzuruna erişmeye çalışır insan. Bu zorlu çaba sürer. Anlamaktan kaçmanın, kendi iradesini muhakkak başka bir şeye teslim etmenin kolaylığını arar daima.

*

Gün kıpırdanarak doğuyor. Yattığım yerde, uyku ile uyanıklık arasında duyar gibi oluyorum. İlk önce karanlık yerini solgun bir aydınlığa bırakıyor. Sonra tam bu esnada, belli belirsiz bir hareket, bir uzvun bir uzuvdaki titreşimi gibi bir hareket duyuluyor… Her gün tekrarlanıyor bu.

*

Us, kıvrak, tutkulu ve sıcak bir beden gibi, kendisine müteakip, tüm benliğimi de sürüklemek istiyor. Aynalarda yüzümü, yollarda izimi bırakamayacağımı anlıyorum.

Bir yıpranmış bedeni, bir taze umudu, virân olsa da yine de üzerinde çiçekler yetiştirmeye muvaffak olmuş bir dünyayı nasıl bırakırım?

*

Felsefenin reklamı değil, felsefe gerekli. Caddelerin kenarlarında, otobüs ve metro duraklarında, ışıklı afişler üzerinde yeni filozoflar görmeye ramak kaldı. Bu afişlerde yer alacak yeni filozofların gösterişli fotoğraflarının altındaki slogan da şu olur sanırım:

İşte, kimden kaptığı bilinmez imtiyazlarla, kısır beyinlerimize harika düşüncelerini sunma lütfunda bulunmuş bir milenyum sonrası yalnızı!

*

Her birimizin fotoğraf makineleri karşısında, yıllar geçse de unutulmayacak pozlar vermeye hazır hale geldiği bir yaşı vardır. O yaşa geldiğimi hissediyorum.

*

Meteorolojinin sıcaklıklar hakkında doğal afet uyarısı yaptığı Temmuz günlerinin bir hayli nemli gecelerinde görülen bir rüyanın içindeymişim. O rüyada ben, saçlarımda buğulanan kara kış ve yüzümde sakalımla, eski bir köy okulunun demir kapısından geçip, ağır ağır ilerliyormuşum.

O rüyada ben, ovalardan ve kar tutmuş patikalardan geçmişimdir. Dilimde çocuk kelimelerimle, yüzümde bin yıllık acılarla gelmişimdir. Ben gelince o rüya bitmemiştir.

Ve ezelî yalnızlığımızı görmek için, uzak ovalarda, kar tutmuş patikalarda bir sabah vakti buluşana dek bitmeyecektir hatta.

*

Çakılan çiviyi sök. Üst üste konulanı devir. Duvarları yık.

İçinde saklı kaosun ve her daim yalnız başına direnmenin sarhoşluğu seni kuşatacak.

Kendini, söylenmemiş kelimelerde, edilmemiş küfürlerde ve kokuşmuş bayalığın ortasında; göğsünün içinde çarpan o kudretli varlık yumruğunu korkusuzca sıkmış bir halde bulacaksın.

*

Terledim ve uykuya daldım. Uyandığımda kendimi çok değil, birkaç yaz önceki huzurumun içinde sandım.

Bir yaz daha geçiyor. Öğle vakitlerinde eğri gövdeleri ve devasa yalnızlıklarıyla uyuyan bahtsızlar bir gün gidecek. Manzaramda sadece, o mor bulutların arasından tek tük gözüken ve her biri sanki yerinden düşecek gibi eğreti duran yıldızların parıldadığı soğuk kış geceleri kalacak.

Annemin pişmanlıkları, yeni umutlar, eski uykularım, kuytu hazlarım, tutun elimden!

Tutun elimden, çünkü bir mevsimin geçiyor olması, dünya var olduğundan beri onda hüküm süren telafisiz şeylere bir yenisinin daha eklenmesi demektir.

*

Tasasız ve kolayca dalınan bir uyku, zamana karşı kazanılmış bir zaferdir.

*

Bir ayçiçeğinin güneş karşısında eğilmiş boynu intiharı hatırlatıyor.

*

Gerilen ve sızlayan kas.
Taşlarda serinlik, başlarda sersemlik ve ellerde yoksunluk.
Kirlenen gömleğim.
Uzaktan, reklam tabelalarının arasından gözüken deniz…
Sabah sekiz sularında pencereden baktığımda, üzerinde parlayan güneşle gözümü alacak olan deniz.
Sabaha karşı üç buçukta, bulutsuz göğün doğusunda öylece duran bir yıldız hakkında söylediklerimiz…
Rüyasız uyku.

*

Güneş battıktan epey sonra, bir vedanın hüznüyle dolan gözlerini gördüm sadece. Yıldızları izlemek için göğe bakmama gerek yoktu artık.

Email adresiniz paylaşılmayacak