Cevabı Rüzgarda Saklı

Texas’taki Mezuniyet Balosu w/ Andromeda

Müzik saatlerce devam etti. Dans etmekten yorulduklarında insanlar ateşin başında neden buraya savrulduklarını anlattılar.

İlk kez orada Enjolras, Andromeda’ya dair bazı detayları fark etti. Ateşin yansımaları yüzlerine vururken, arka planda dalgaların sesi yankılanıyordu. Bu an, iki insanın birbirine en yakın olabileceği anlardan birisiydi. Jim Morrison da The Doors’u böyle bir anda kurmaya karar vermişti işte.

Saçlarının uçlarını maviye boyatmıştı Andromeda. Üzerinde askılı kısa bir elbise vardı ve sol omzunda yer alan “Per aspera ad astra” dövmesi ilk bakışta kendini fark ettiriyordu.

“Bu anı hep anımsatacak bir şeye ihtiyacımız var,” dedi Andromeda, “ben şarkıyı söyledim, sen de ona eş değer bir şey vermelisin.”

“Kabul ediyorum,” dedi Enjolras ve cebinden bir kolye çıkardı, “bence bunu takmalısın.”

Kolyenin üzerinde Per aspera ad astra, yazıyordu. Kolyeyi gördüğü an Andromeda baştan sona umuttu. Kolyeyi, karşılaştığı en önemli nesneyi tutuyormuş gibi dikkatle eline aldı.

“Antik Hitit dönemlerinden kalma bir kolyeyi andırıyor bu,” dedi.

“Zaman hızlanıyor,” dedi Enjolras. “Oysa bu gezegende her şey yavaş çekimde yaşanıyor. Ama biz hızlı olmalıyız.”

“Süreci daha da hızlandırmalıyız,” dedi Andromeda. “Ve ne olacaksa, olacaklara izin vermeliyiz.”

“Önce sana bir şey anlatmam gerekiyor,” dedi Enjolras. “Bu hiç yaşanmamış olabilir ya da muhtemelen sadece bir düş ama anlatırken bunun gerçekliğini duyuyorum.”

“Bunun adı empirik deja vu,” dedi Andromeda. “Bir şarkıda şöyle denir: kozmos benim.”

“Bir şiirde ise şöyle: kozmos sensin!”

“Düşe göre(paralel evrende gerçek de olabilir bu), her şey yıllar önce, Texas’ta, bir mezuniyet balosunda başladı. Aynı liseye gidiyorduk. Son 2 yılda defalarca karşılamıştık seninle. Koşullar konuşmamıza izin vermemişti. Ve orada, okulun son gününde göz göze geldiğimizde konuşmamız gerektiğini anlamıştık. Sen L.A.’de bir üniversiteye gidecektin. Bense Boston’a. Her şeyi bir yıl erteleyip benimle gelmeni istemiştim senden. İkimizin de sevgilisinin olması bütün bu olayları daha da karmaşıklaştırıyordu. Ve bunu konuşurken, tanışmamızın üzerinden 5 dk. geçmişti. “

“Bu şekilde anlatınca bütün bunlar gerçekten yaşanmış gibi. Her şey çok tanıdık geliyor,” dedi Andromeda

“Sadece 5 dk.lık bir etkileşime dayanarak, hayatının önceki 17 senesini bir yana bırakmanı istemiştim. Ve elimi uzatmıştım sana.”

“Tutabilirdim o an, tutmalıydım da…”

“Yıllardan 1954’tü. Rock’n’Roll çılgınlığı başlamak üzereydi.”

“Ve ben biraz seviştikten sonra bu soruyu tekrar sormanı istemiştim senden. Sense, üzerindeki her şeyi çıkarabilirsin, ama kolyen hariç demiştin. İnsanlar o yıllarda henüz saçını maviye boyatmıyordu.”

“Ya da Kubrick ‘2001: A Space Odyssey’i henüz çekmemişti.”

“Neo-Beat henüz telaffuz edilmemişti. Ya da biz henüz doğmamıştık.”

“On the Road yazılsa da henüz basılmamıştı. Beat Kuşağı doğmuş ama henüz tanınmamıştı.”

“Ve yağmurlu bir günde ilk kez öpmüştün beni.”

Ad Astra w/ Jing

-birkaç saat sonra-

“İkisi de dünyadan kaçmak istiyordu. sonra birbirlerine kaçmaları gerekti.” (Tanrı’nın Cehennemi-2012)

Karavanda, çalar saatin mekanik ritmiyle uyandım. Dün gecenin etkisiyle şiddetli bir baş ağrısı başlamıştı. Bir Heineken, bu hissi biraz yavaşlatabilirdi. Birkaç saat uyuyabilmiştim sadece ve tam olarak 45 dk. içinde mesaiye başlamam gerekiyordu. Dışarı çıktığımda, fuar alanında dün gecenin belirtileri kendini gösterdi. Açık havada uyuyan birçok kişi vardı. Alanda ayık olan tek kişi bile bulmak olanaksızdı.

Yaklaşık 50 metre mesafede Andromeda’yı gördüm. Üzerinde iş giysisi vardı ve yanındakiyle bir şeyler konuşuyordu. Beni fark edince selamlamak için elimi kaldırdım. Gözleri birkaç sn.liğine benle buluşsa da karşılık vermedi ya da görmezlikten geldi ya da bunu bilmemi istedi ve biraz duraksadıktan sonra yanındaki çocuğu öptü.

Yürümeye devam ettim. O an için çok yabancı görünen isimler, selamlamak için ellerini kaldırdılar. Hiçbirini tanımıyordum ama aynı şekilde selamladım ben de. Bu sırada koşarak Max geldi ve karavanda tanıdık bir ismin beni beklediğini söyledi.

Karavana döndüğümde, Jing içerideki tek sandalyenin üzerinde oturuyordu. Üzerinde klasik kot şort-siyah tişört kombinasyonu vardı, yanında sırt çantası duruyordu.

“Dün geceki büyük buluşmaya gelmeyi çok istedim. İzin alamadık. Ben de işi bıraktım,” dedi bir çırpıda. Devam etti: “09.00’da Greyhound İstasyonu’ndan Los Angeles’a gidecek bir otobüs kalkıyor. Toplamda 3 gün sürecek kesintisiz bir yolculuk… Hemen her şeyi bırakıp benimle gelmeni istesem ve…”

“Jing,” dedim, “bir şeyler içmek ister misin?”

“Bir kahve olsa güzel olurdu,” dedi Jing.

“Sadece kahve mi, yoksa votka-kahve mi?”

“Bu seferlik votka-kahve alacağım,” dedi muzip bir ifadeyle.

Jing’le son iki aydır hiç karşılaşmamıştık. Bugsy’nin planladığı o arabayı satın almamız mümkün olmamıştı hiç ve ben Destin’e gidememiştim, o da bir türlü Panama City Beach’e gelememişti. İlk andan itibaren bütün konuşmalarımız bir araya getirilse, Jing’le konuşmamız toplamda iki saati geçmezdi. Ve şimdi her şeyi bırakmaya hazır görünüyordu. Otobüsün kalkış saati yaklaşırken, bacaklarının sabırsızca hareketinde ve sabah aceleyle sürdüğü rujun ona çok yakışan kısmi dağılışında da hissettiğim doğrudanlıkla bir cevap vermemi bekliyordu.

Konuşmaya devam etti:

“Destin’e gittikten sonra burada olanlara dair birçok şey duyduk. Bir çılgınlığın başladığından bahsediyordu herkes ve Summer Breeze Motel’de, o yıldızlı gecede ilk kez fısıldanan sözleri Destin’de her gece yeniden onurlandırdık. Dışarıdan birçok haber geliyordu bize, WAT programıyla ülkenin dört bir tarafına yayılan öğrenciler, gittikleri her yere bu fikri de götürüyorlardı. Dallas’ta, Chicago’da, New Jersey’de ve dünyanın sonunda, L.A.’de “Ad Astra” çılgınlığı yayılıyordu. Kalabalık WhatsApp grupları kurulmuştu. Kimse bunun nasıl başladığını bilmiyordu. Ve şimdi bu insanlar, Ağustos’ta çalışma dönemleri bittiğinde akın akın Florida’ya, Panama City Beach’e gelecekler, her şeyin başladığı yere… Kutsal bir yolculuk olacak bu onlar için.”

Bir çırpıda bunları bana anlattıktan sonra “Sana bir şey göstermek istiyorum,” dedi Jing ve ona yaklaşmamı istedi. Eliyle, boynunun hemen altını işaret etti. Per aspera ad astra, yazıyordu.

Son birkaç dakikadır anlattıklarını hiçbir yargıya varmadan dinlemiştim. Bir şeyler söylememi bekler gibi görünen gözleriyle karşılaştığımda her şeyi ona açıklamak istedim. Hiç dolandırmadan, hiç sapmadan:

“Amaç aslında tam olarak bu değildi,” dedim, “bunun bir harekete dönüşmesini hiçbir zaman tam olarak istemedik. Çünkü doğru an henüz gelmemişti ve bu sadece kontrolden çıkan bir denemeydi.”

“Nasıl olur?” dedi Jing.

“Objektif koşullar oluşmadığı sürece bir akım, reelde çok büyük şeyler gerçekleştirse bile amacına ulaşamaz.”

“Eylül ayından itibaren, New York’ta, Zuccotti Park’ta kurulan çadırlar, Times’a inen yüz binler… Bütün bunlar zamanın geldiğine işaret değil mi,” dedi Jing.

“Hayır, bu sadece bir başlangıç; güçlü bir başlangıç ama,” dedim. “1 yıl içinde Türkiye’de önemli şeyler olacak. Önce oraya dönmeliyim. Kaçınılmaz bir sorumluluk gibi benimsedim bunu.”

“Zaman her şeyi öldürüyor,” dedi Jing.

“Zamanımız henüz gelmedi ama gelecek.”

Sonra saatin kaç olduğunu sordum ona… “08.45,” dedi Jing. “O halde bir arabaya atlarsak, otobüsü belki yakalayabiliriz,” dedim. “Hazırlanmayacak mısın?” diye sordu Jing.

Oysa zaman geçtikçe, çantaya tıkıştırdığımız bütün o gereksiz nesnelerin, bizi yavaşlatmaktan başka bir işe yaramadığını çoktan kavramıştım. Hazırlanmama gerek yoktu. Birkaç tişört alacaktım yanıma, siyah kaplı bir defter ve yanımdan hiç ayırmadığım The Wall…

L.A. Yolunda w/ Jing

Otobüse binmemizin üzerinden 8 saat geçmişti. Jing başını cama dayamıştı ve hepsi birbirini andıran yol boyunca sıralanmış kasabaları geride bırakırken, “dün bu saatlerde büyük toplanmaya gelemediğim için dünyanın en hüzünlü insanıydım ama şimdi bir şeye yaklaştığımızı hissediyordum,” demişti. Ve bir cevap ararmış gibi dizlerini karnına çekip gözlerini bana yönelttiğinde, “belki de bu yol Route 66’e çıkar” demiştim ben.

Ve birkaç saat önce birlikte yazdığımız o basit şarkıyı tekrar ve tekrar mırıldanmaya başlamıştık:

Sen batıdan geliyorsuuuun

Bense batıya döneceğiiimmmm

Yanımmmda ucuz votka vaaar, siyah kaplı defterim ve The Wall!

Gerçekte de, yanımda bu üçü dışında fazla şey olduğu söylenemezdi.

“Kendini öldürmeyi düşündün mü hiç?” dedi Jing.

“İntihar edecek kadar yaşamı ciddiye alamıyorum artık,” demiştim.

“Hong Kong’da bir otel odasının 12. katında, bir balkonda, kendini aşağı bırakmak bir an ya da bir seçim meselesi olduğunda, kendime neden devam ettiğimi sormuştum. Şu an bütün soğukluğuyla o an ne kadar da uzakta,” demişti Jing. “Garip, ama bir Temmuz gecesinde olmamıza rağmen üşüyorum.”

Hırkamı vermiştim ona ve sımsıkı ona sarındığında bir an için yüzündeki hüznün dağıldığını ve tekrar gülümsemeye başladığını görmüştüm. “Yol planına göre Los Angeles’a varmamıza 56 saat daha var,” demişti Jing. “Yol boyunca hissettiğimiz ve düşündüğümüz her şeyi ama her şeyi birbirimize anlatabileceğimizi biliyorum ve bunu bilmek beni gülümsetiyor. Endorfinlerin ağrı kesici etkisi morfinden yaklaşık 30 kat daha fazladır. Yani mutluluk bir uyuşturucu olabilir ya da birbirimizi hissetmek… Sonra o şarkıyı anımsıyorum. Sen batıdan geliyorsun, bense batıya döneceğiimmm!”

Birkaç sn.liğine gözlerini kırpıştırdı, otobüsün camından yansıyan karanlığa baktı ve tekrar bana döndü:

“Otobüsten iner inmez, Hollywood Sign’a gidelim istiyorum. Yazının yerleştirildiği tepeye tırmanalım birlikte, şehrin ışıklarını izleyelim. Sonrasında ölebilirim de…”

“Supertramp’ın ölüme gülümsemesini düşümde gördüm birkaç kere,” demiştim. “Bazen dönüşü olmayan bir yola girmek için, tek bir işaret beklersin.”

Ve elimi sımsıkı tutmuştu Jing. Elleri soğuktu. “Arayış yolda, Arayış sende,” demişti. “Artık hiçbir şeyi umursamıyorum!”

Ben de umursamıyordum. 56 saat süren bir otobüs yolculuğunun sonunda, seni bekleyen şey önemini yitiriyordu. Her şey bu andaydı, her şey bu anda… Susuyorduk bazen, birbirimize bakarak susuyorduk… “Biraz daha votka içmek ister misin Jing” diyordum. Plastik bardağa boşalttığım votkayla dudaklarını ıslatırken, “Yol zaten bir sarhoşluktur” demişti Jing. “Jack Kerouac da öyle söylüyor,” demiştim ben de…

“Şimdiden biraz sarhoş gibiyim, yeniden doğmuş gibiyim, kaybolmuş gibiyim,” demişti Jing.

“Bunun adı Saturnized,” demiştim ben de, ilk defa o an.

“Biraz dans edelim istiyorum, biraz şarkı söyleyelim… Nasıl olsa bir gün savrulacağız, zayıf düşeceğiz, acı çekeceğiz biraz… Düşmekten değil, tekrar kalkamamaktan korkuyorum.”

Tekrar elini tuttum. Gülümsedim, “Her seferinde tekrar kalkmanın bir yolunu bulacağız. Söz veriyorum.”

Hollywood Sign w/ Jing or Andromeda

Zaman kavramını yitirecek kadar uzun geçen bir yolculuktan sonra L.A.’in sınırlarına vardığımızda, Jing başını omzuma dayamıştı. Belki tatlı bir düşün ortasındaydı, bense 6 yaşında geçirdiğim bir otobüs kazasında, hemen önümdeki kişi öldüğünden beri artık yolculuklarda uyuyamıyordum.

Whatsapp’tan bir mesaj göndermişti Bugsy kendi tarzıyla:

“Vera Lynn’in The Wall’da da geçen o şarkısı gibi, bilirsin: Tekrar karşılaşacağız güneşli bir günde… Çinli kız panayıra geldikten hemen sonra, Andromeda sanırım seni kıskandırmak için karşısına çıkan ilk çocuğu öptü. Çünkü bilirsin, bütün o Çinliler Enjolras’ın sevgilisi döndü diye çokça gürültü çıkardılar. Oysa bu gerçek olmadığı halde, yarattıkları algı buydu. Neyse, bunun önemi yok. Birkaç yıl sonra, Birmingham’da görüşmek üzere…”

Bu sırada Jing uyanmıştı. “Geldik mi tatlım?” dedi, gözlerini ovuşturdu, “saatlerdir uyumuş olmaktan korkuyorum. Beni değil votkayı suçlamalısın!”

Fazla eşyamız yoktu, sırt çantalarımızı aldık ve kendimizi yine bir asfaltın üzerinde bulduk. Gelmeden önce L.A.’i hiç araştırmamıştım, bu yüzden navigasyondan olduğumuz yere bakmamız fazla şey ifade etmedi. Hollywood Sign’a 10 mil mesafede olduğumuzu biliyorduk sadece… Ve Jing bir an önce oraya gitmemiz için ısrarcı olduğundan otostopla tepeye ulaşmak için çabaladık. Bu, yaklaşık 3 saatimizi aldı. Dolambaçlı ve karmaşık bir yolu 90 model külüstür bir Ford’la tırmanırken, “hayatımızın bundan sonraki evresine dair büyük gizemin orada çözüleceğine inanıyorum ben” demişti. İçi içine sığmıyordu.

Sonunda işaretin olduğu tepeye vardığımızda, kendi yörüngesinde dans ederek bana sarılmıştı, sımsıkı sarılmıştı bana… “Enjolras” demişti, “dönmek zorunda olmasan her şey ne güzel olurdu… Her şeyi geride bıraksak, her şeyi geride bıraksak… Ve burada, sil baştan, yeniden başlasak, varoluşum beni ne kadar karanlığa yaklaştırdı artık umursamıyorum. L.A.  bize anlamımızı verecek, inanıyorum buna.”

Ve ben o an ona “Bir insanın kalbi tam olarak nerededir” dediğimde elimi tutmuş ve sol göğsünün üzerine koyarak, “kararsız kaldığında elini kalbine koy,cevap içinde. Son hızda atıyor, duymuyor musun, duymuyor musun?” demişti.

Karşımızda altın çağını çoktan geride bırakmış Los Angeles’ın ışıkları boylu boyunca uzanıyordu. Temmuz ayının masum rüzgarı yüzümüzü okşarken, “belki biraz daha votka içmeliyiz” demiştim ben. Ve Jing, “nasıl bu kadar fazla içebiliyorsun, anlayamıyorum” demişti, muzip bir ifadeyle. Ve sonra hiç beklemeden ona uzattığım pet bardağı dudaklarına götürerek, “Beni yolda konuştuğumuz yere, Hollywood Sign’ın “L” harfine götür” demişti. Elini sımsıkı tutmuştum. İşaretin arkasında, bizim gibi şehrin ışıklarını izlemeye gelmiş onlarca kişi vardı. Onların üzerinden atlayarak L harfine doğru ilerledik. Sonra o sırt çantasını açtı ve kırmızı renkteki sprey boyayı bana uzattı: “Yazmak için tam zamanı Enjolras!”

Ve hiç beklemeden oraya o ölümsüz sözleri kazıdık:

Per aspera ad astra!

Mulholland Drive’da Jamais Vu w/ ?

Uyandım. Çok karanlık bir düş görmüştüm. Saat 04.00 civarı olmalıydı. Ayağa kalkmak için çabalasam da, dizlerim beni taşımakta zorlanmıştı. Yaklaşık 3 gün süren otobüs yolculuğunda, neredeyse hiç uyumadan sürekli içmiştik. Jing yanımda yoktu. Yaşananları anımsamaya çalışsam da zamansal anlamda bir kopukluk yaşıyordum. Birkaç kere ismini haykırdım ama karşılık veren olmadı. Bunun üzerine telefonu elime aldım ve onu aradım.

Telefon defalarca çaldıktan sonra sesi duyuldu ve tam olarak şu konuşma yaşandı:

-Neredesin Jing?

-Enjolraas! Plajdaki büyük toplanmaya gelemediğim için o kadar hüzünlüyüm ki, aradığını görünce ilk başta inanamadım. Buraya ne zaman geliyorsun?

-Şu an tam olarak neredesin Jing?

-Destin, Florida’da… Başka nerede olabilirim ki…

-Ne kadar süredir oradasın?

-2 aydır, Summer Breeze Motel’in önünde ayrıldığımız o günden beri. Enjolras?

-Tekrar arayacağım Jing.

Duyduklarım anlaşılmazdı. 3 gün boyunca aynı otobüste, aynı otoban manzarasını izleyerek Batı’ya doğru ilerlemiştik. Hollywood Sign’da birkaç saat önce ölümsüz bir iz bırakmıştık. Otostop çekerek tepeyi tırmanmıştık. Ve o, elimi tutmuştu. Hava, bir Temmuz gecesi için alışılmadık derecede soğuktu. Üzerinde, siyah hırkam vardı. Şehrin ışıklarını izlemiştik. Ölüme ne kadar yaklaştığımı sormuştu bana… “Supertramp’tan daha az değil” demiştim ben. Ve şimdi bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi yanımda yoktu, Florida’da olduğunu söylüyordu. Bu öyküde mantığa uymayan şeyler vardı.

Anlaşılmaz biçimde, alkolün ve uykusuzluğun etkisiyle sendeleyerek işaretin arkasında yürümeye devam ettim. “Jing” diye haykırdım, biraz umutsuzca, biraz anlaşılmazca… Sonunda sarhoş bir gezgin elini kaldırdı, “Hey, sen!” dedi. Başında bir kovboy şapkası vardı. “Biraz daha bağırırsan herkesi uyandıracaksın. Yanındaki mavi saçlı kızın nereye gittiğini soruyorsan, o çoktan ayrıldı buradan…”

Düğümün cevabı belki de onda olmalıydı. Jing mavi saçlı değildi. Kimden bahsediyordu.

Konuşmaya devam etti:

“Birkaç saat önce beraber fotoğraf bile çektirmiştik, anımsamıyor musun dostum?”

Anımsamıyordum. Zihnimde zamansal bir kırılma yaşanıyordu.

Fotoğrafı göstermesini istedim ondan. Telefonu cebinden çıkardı ve bana uzattı. Fotoğrafta 4 kişi vardı: Kovboy, kovboyun sevgilisi, ben ve Andromeda!

Bu olanaksızdı. Hollywood Sign’ın L harfinin önünde duruyorduk. Andromeda eliyle barış işareti yapıyordu. Gülümsemesi gerçekti. Elimde bir pet bardak vardı, biraz votka, biraz da kaybolmuşluğumuz…

Son 3 gün yaşananlar, hızlı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken, artık öyküde çok önemli tutarsızlıklar olduğunu görebiliyordum. Bütün yolu Jing’le beraber gitmiştik ama fotoğrafta olan kişi Andromeda’ydı ve az önce Jing kendi ağzıyla son 2 aydır karşılaşmadığımızı ifade etmişti. Bu olanlar, bilimsel olarak açıklanamazdı. Ve siyah kaplı defterime yıllar önce şu satırları karalamıştım ben:

“Bilimsel olarak açıklanamayan olaylar, metafiziğin, bir hayalin, düşün ya da şizofreninin parçası olmak zorunda değildir. Belki de bilim henüz bu olayı açıklayacak araçları geliştiremediği için böyledir bu.”

Korkuyorum cümlelerin eksik kalmasından ama hiçbir sanat yok onlarda, sadece Arayış’ı yazdım o sayfalara ve yazabilirim hayat güç verdikçe bana.Belki de bilim henüz bu olayları açıklayamadığı için böyleydi. Her koşulda olanları daha fazla sorgulamayacaktım. Belki telefonu elime alıp Andromeda’yı arayabilirdim. Ve şöyle derdim ona:

Andromeda, son 3 gündür birlikteydik ama bütün bunları anımsamıyorum. Anlaşılmaz olan bir şey var ve artık önemli olan bu da değil. Arayış’ın bizi sürüklediği bir şey var ve artık ikimiz de buna karşı koyamayacağımızı biliyoruz. Zaman yollarımızı kesiştirdi ve belki tekrar karşılaşacağız da…”

Belki tekrar karşılaşacağız Andromeda, diyorum içimden ve Hollywood Sign’a uzanan yoldan aşağı inen bir araca otostop çekiyorum. Ama yapmam gereken son bir şey var. Mulholland Drive’da, otobanın kenarındaki bir Waffle House’ta araçtan iniyorum. Ve bir portakal suyu söylüyorum. Biraz daha portakal suyu düşünmeme yardımcı olabilir. Birkaç dk. sonra garson portakal suyuyla geliyor. “Belki bugün güzel olur,” diyor gülümseyerek… Kolundaki dövme dikkatimi çekiyor. Kolunda Per aspera ad astrayazıyor ama artık bunu sorgulamayacağım.

Ben hayatı fazla ciddiye alıyordum belki, onlar almıyordu. Ben hayatı hiç umursamıyordum belki, onlar ise hayatı gerçek sanıyordu.

Birkaç yudum daha alıyorum portakal suyundan. Her şey burada başlamış olabilirdi, olmayabilirdi de… Sonra tekrar otobana çıkıyorum. Ve hiç düşünmeden otostop için kolumu uzatıyorum. Yaklaşık 5 dk. sonra bir araç duruyor. “Nereye gidiyorsun?” diye soruyor.

“Nereye olursa” diyorum.

“Las Vegas, Nevada” diyor.

“Nevada Dream!” diyorum.

Siyah kaplı defterime yıllar önce yazdığım satırları anımsıyordum tekrar:

Güçten her düştüğümüzde içimizde bulduğumuz bir şey var. O senin Arayış’ın. Arayışa sarıl.Arayış seni hayatta tutacak…

Anlamını tek bir şeyde bulmak güzeldi. Çünkü doğru zaman geldiğinde her şeyi bir yana bırakıp onunla uzaklara kaçabileceğini biliyorsun. Araca atlıyorum.

Radyoda tanıdık bir şarkı çalıyor. Şarkıyı bu sefer genç bir kadın söylüyor, alışıldık blues ezgisiyle… Andromeda’nın sesine benzetiyorum. Gülümsüyorum…

“Ve kaç yıl geçmeli bazı insanların yaşayabilmesi için
Özgür olmaları için izin verilmeden önce
Evet ve bir adam kaç kere çevirebilir başını
Sadece görmemek için
Cevabı rüzgarda saklı, dostum

Cevabı rüzgarda saklı…”

Jing’in Mektubu-2015 Mart

Sevgili Enjolras,

Florida’da karşılaşmamızın üzerinden 3 yıl geçti. Bu süre boyunca birçok şey yaşadım. Bugün bu detayların üzerinde durmayacağım. Dün gece çok garip bir düş gördüm. Birlikte bir otobüsteydik ve Batı’ya doğru ilerliyorduk. Garip bir sıcaklık hissi vardı sol kolum üzerinde ve sen elimi tuttuğunda bir şeye doğru ilerlediğimi hissetmiştim. L.A.’e ilerliyorduk. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan…

Keşke Bugsy’le o arabayı satın alsaydınız ve Destin’e gelseydin sen ve otobüse atlasaydık. Keşke daha cesur olsaydık. Zaman bazı şeyleri geri getirmiyor.

Pink Floyd’un Wish You Were Here’ı niye yazdığını artık anlayabiliyorum.

Tekrar karşılaşacağız, güneşli bir günde!

Jing

Hong Kong

Bugsy İle Skype Görüşmesi (Ses Kaydı)

Hollywood-2017 Ekim

Enjolras,

Şu an neredeyim tahmin et. Hollywood’da… Burada bir benzinlikte iş buldum ve üzerine kasvet çökmüş bu şehirde artık nereye ait olduğumu anımsamıyorum. Bence dönmen için gereken süre kısalıyor. Yakında burası çok karışacak. Şu Birmingham’daki “League” saçmalığını geride bırak ve evine dön. Biliyor musun dün gece ne oldu. Hollywood Sign’a gittim. Bahsettiğin “L” harfinin arkasına geldiğimde ne gördüm dersin! Orada Per aspera ad astra yazmıyor dostum. Orada kırmızı puntolarla yazan şey: Neo-Beat! İstersen fotoğrafını da gönderebilirim.

Birmingham-Şubat 2020 (League Kuruluyor)

Birmingham’da, “The Victoria”da masada 8 kişi oturuyordu. Masadaki deklarasyonu içlerinden biri aldı ve şu satırları okudu:

“Uluslararası Beat çevrelerinin temsilcileri olarak Ad Astra Manifestosu’nu kabul eder ve Neo-Beat’e katıldığımızı deklare ederiz.” Sırasıyla masadaki 7 kişi metni imzaladı ve manifesto en son Dukaylı yabancının önüne geldi. “O halde ‘League’(birlik) resmen kurulmuştur,” dedi Dukaylı yabancı.

İçlerinden biri tereddüt ederek, “Sen Enjolras mısın?” dedi bir çırpıda.

“Enjolras misyonunu tamamladı,” dedi Dukaylı yabancı gülümseyerek…

“O halde Ankara’daki sabotaja karşılık verilmeyecektir?”

“Biz ‘Revanchist’ değiliz” dedi Dukaylı yabancı. “Lakin bu noktadan sonra karşımıza çıkan her engeli tereddüt etmeden kaldıracağız.”

“Bir marş misyonu üstlenecek bir şarkıya ihtiyacımız olacak,” dedi bir başkası.

“Aralıksız çalışılıyor,” dedi Dukaylı yabancı. “Mr. Robot, Black Mirror, La casa de papel… Bunlar kitlenin bize hazırlanmasına yardımcı oldular. Amazon’a ve Netflix’e olabildiğince subliminal mesajlar yerleştireceğiz.”

Bu sırada The Victoria’da, arka planda Almanca bir şarkı çalmaya başladı: Zu Asche, Zu Staub

“Neo-Beat’in yeni marşına hazırlanın,” dedi Dukaylı yabancı… “Önümüzdeki dönemde İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Rusça, Türkçe, Çince, Japonca, Portekizce ve diğer versiyonları gelecek…”

Şarkı çalarken masadakiler kadehlerini kaldırarak hep birlikte ayağa kalktılar, şarkının sesi gittikçe yükselirken, The Victoria’da büyük bir uğultu yankılanmaya başlamıştı. Bunu alkış sesleri izledi. Ve çığlıklar yükseldi: “Zorlukları -hep birlikte- aşarak, yıldızlara doğru!”

Neo-Beat’in Türkiye’deki Son Resmi Buluşması (Ankara)

12 Ekim 2019-22.27

“Sana bir not var Enjolras,” dedi masaya gelen ve elindeki kağıt parçasını uzattı. EskiYeni Bar’ın alt katı “Show Must Go On” çığlıklarıyla yıkılıyordu. Enjolras kağıttaki yazıyı okuyabilmek için yanındakinden neon bilekliğini uzatmasını istedi. Notta şöyle yazıyordu:

“Mekanın üst katında, sağda en köşedeki masada seni bekliyoruz

Hey hey my my, Ad Astra will never die!”

“Birazdan dönerim,” dedi Enjolras yerinden kalkarak… Karşısındaki kişilere baktı. Onlar Neo-Beat’i Neo-Beat yapan insanlardı. Hepsi o an burada değildi ama hissettikleri şey ortaktı. Ülkenin çok farklı köşelerinden gelmişlerdi, TR’deki son resmi buluşma için… Bir şarkıyı daha fazla dinleyebilmek için yolunu uzatan insanlardı onlar…  Arayış, bir zehir gibi karışmıştı kanlarına ve içten içe hepsi biliyordu. Bu “son” Büyük Plan’ın 2. aşamasını devreye sokmadan önce verilen küçük bir araydı. Yakında Satürn tekrar fısıldayacaktı.

Bu sırada birisi kolundan tuttu: “Hemen gitme Enjolras,” dedi. “Çok önemli bir tartışmanın ortasındaydık.”

“Birazdan döneceğim,” dedi Enjolras. Ve devam etti: “Şov devam etmeli!”

“Şov devam etmeli!” dedi bir başkası yerinden zıplayarak… Sahnede Show Must Go On çalıyordu.

Birbirine sarılanlar oldu.

İlk kez aşkın soğuk zehrini duyumsayanlar içinde…

7 yıl önce, L.A.’e giden bir otobüse dair bir görüntü, bir film karesi gibi Enjolras’ın gözünün önünde belirdi. Her 7 yılda bir çoğu hücremiz kendini yenilerken, asla aynı insan olamayız, diye düşündü. Duygularımız geçmişe aitti hep, düşlerimiz ise geleceğe. Ve kabul edemesek de: insanlar değişiyordu.

Çok şey anlatmak istediğin ama hiçbir şey söyleyemediğin anlar olurdu bazen. 7 yıl önce de tam olarak o anlardan biri yaşanmıştı. Otobüsün camından onun yansımasına bakmıştı. Onun fark ettiğini görmüştü ve:

-Önce senin başlaman gerekiyordu, demişti.

-Sonra ben biteceksem

-Ve sen konuşursun.

-Ve cümleler biterler.

-Tekrar karşılaşacağız, güneşli bir günde!

-Belki 2020 güzel olur!

enjolras

30.12.2019

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net