Issız

Issız, karanlık ve nemli bir odada hastaları bekleyen hali ile yalnız ,bir o kadar kalabalık bir zihin örgüsü çevresinde, boğulacak gibi ağız dolusu kusma isteği ve etkisinde gelişen bir hıçkırık gelip sökün ediyor bedeninin ortasına, nefesini tutuyor, boğuluyor gibi oluyor, bırakıyor burnunu, elleri ıslak burun sıvısıyla beyaz önlüğünün cebine soktuğu elini kuruluyor sümükten Aleda; soğuk, solgun bir ümitsizlikle çırpınıyor; elleri ellerine kenetli, kulakları çığlık çığlığa, ötüyor pencerede gördüğü borazanvari, cırtlak, kırçıllı ses; siyah, kapkaranlık ötüyor; nemli odada yorgun argın, henüz uyanmış şişkin gözleriyle can sökücü iç sesiyle boğuşurken öylece kapaklanıyor masaya.
Pencerenin önündeki ağacın dalında duran siyah kuşun ensesinde birkaç santimetre genişliğinde yuvarlak gri beyaz bir halka var. Gözlerini, nemli ve karanlık odada zar zor seçilebilen, bir şişkinliğin verdiği pusluluk ile pencereye dikmiş, görmeye çalışıyor kuşu Aleda. Dirseklerine kadar masanın üzerine dayadığı avuçları kenetliyken güneşin gülünç denebilecek kadar yansımadığı oda kaplıyor Aleda’nın eski kumaş döküğü iplikli lime lime güneş yanığı bez parçası zihnini; bir yılan gibi kavrıyor nemi ve vakur karanlığıyla yalnızlık. Öylece oturmuş, kuşu seyrediyorken aynı kırçıllı ses kulaklarında bir kez daha duyulur oluyor; zihnine ulaşan bir yoksunluk ifadesi beliriyor; hayatın enerjisinden; cıvıltılı kuşların sesinden, evinin yakınında akan suyun tazeliğinden, kış gününün ferahlığından yoksunluk beliriveriyor ve yoksunluğun etkisinde kalıyor ki bu yoksunluk sadece ve sadece o kırçıllı sesi duymasını ve ölü bedeni görmesini sağlıyor. Tüm bunlar meydana gelirken bir yandan içinde bulunduğu karanlık odayı ve burada oluşunun sebeplerini aklından geçiriyor; neydi onun burada olmasını sağlayan? Kendini bu kadar boğucu bir karanlığa neden hapsetmişti? Bu bir yoksunluk halinin mi getirisiydi? Yoksa bile bile miydi tüm bu yaşanılanlar? Aleda, bu yaşamı, bu odayı, bu karanlığı kendisi mi seçmişti? Hayatını şekillendiren kendi tercihleri miydi? Kaçınılmaz mıydı bu? Yeniden en baştan başlayan sorular ve sorgu odası gibi yeniden yeniden devam eden bu sorgu ekseni onun kendini kendine itirafını kolaylaştırmak istiyor; açıkça olanları söylemesini, ne varsa açığa vurmasını istiyor; sorguç zihninin dört bir yanında durmaksızın ve nasıl yer değiştirdiği anlaşılmaksızın adeta dönen bir topaç gibi bir sirkülasyon halinde sorguyu hiç kesmeksizin tekrar tekrar başa sararak devam ediyor ve yine çetin bir usanmışlıkla, kaldırdığı başını masaya kenetli ellerinin üzerine gömmesine neden oluyor.
Gömdüğü başını çiçek kurusu bir yılgını andıran, soğuk ve kertikli ellerinin arasından kaldırırken gözü tekrar kuşta takılı kalıyor; nemli ve asitli bir yığın koku arasında öylece duruyor kuş; solgun biraz. Ona rağmen gözlerinde bir kendinden eminlik ve güç dürtüsü ilişiyor Aleda’nın yüzündeki kedi tırmalaması çizgileri sızlatan gözlerine. Yaralarının üzerindeki tuzlu sıvıyı tükürüğüyle seyrelterek acısını azaltmaya çalışırken diğer yandan bir sağlık evinde olmasına karşın bu kadar ilkel bir yöntemi kullandığını düşünüyor.
Karanlık ve nemli bir odaya bu denli bağlı buluşunun mutlak bir açıklaması olmalı; bedeninin bu hapsedilmiş halinin akıl yoluyla bir idrak sürecine varıp varmadığı kesin olmasa da zihninin bir köşesinde içgüdüsel bir bağlantı da olsa mutlaka ve mutlaka bir sebebi olmalı bu vazgeçişin sunduğu bir yenilik, bir umuda yönelik küçük bir akıntı, bir yeniden doğuş sunağı, karanlığın yarattığı bir güven alanı, konformik bir var olma hali akli ve mantıki bir nedene dayanmıyorsa da mutlaka bir açıklaması olmalı genç kadının açık açık veya gizliden gizliye ifade ettiği. Aleda suskun; dudaklarını birbirine yargıç kararı ile zincirlerle kilitlemiş, ağzından çıkacak tek bir kelimenin bedelini idam cezasıyla ödeyecekmiş gibi ketum, konuşmuyor ve bunun aksine düşünceleri yıldırıcı derecede çaçaron.
Yarı aralık pencereden ıslak ve yoğun koku burnunu yakıyor; yaraları sızlarken daha, kalkıp pencereye uzanıyor; rüzgarın tenine vereceği şefkatin tesellisini almak ve durdurmak istiyor yaralarının sızıntısını ve hala devam eden tuzlu su akışını kesmek istiyor yarı açık pencereden aldığı bir nefeste.
Neden sonra geri dönüyor masaya, tekrar oturmadan nemli sandalyede pantolonunun ıslandığı yeri elleriyle ovuşturuyor, kurulamaya yelteniyor çaresiz ve fark ediyor, kuşu kaçırmak istemediği için masaya döndüğünü; öyle ki bu düşüncelerine rağmen asıl olan kuşun hiç hareket etmediği ama inanmıyor Aleda, orada duranın ölü bir kuş olduğunu kabul etmiyor. Ayrılmak istemediği bu oda ve zihin sürfeleri onu iyiden iyiye pelte pelte bir hükmedilemez düşkünlüğe eviriveriyorken çepeçevre baskın bir hal vasıla oluyor bedeninde; umarsız bir çöküntü gibi yığılıyor zihin molozları üzerine. Saat öğlene yaklaşmamış henüz, bu odadan ayrılma düşüncesi tiksindiriyor ve el ayalarını terletiyor; parmak uçları diken diken buz kestanesi, daha açılmamış kabuğuyla.
Ürkütücü, boğuk, sızgın, ayan beyan hava; odanın havası, sürgün ediyor Aleda’nın bakışlarını duvarda asılı paslanmış aynaya. Aynanın altında bir musluk leğeni; nem, o her şeyi çürüten nem onun ruhunu da sarmış, tıpkı, üzeri boya lekeleri kaplı, yerinden oynatılırken zemin üzerinde gıcırtılar çıkaran eski bir masa ve ardındaki nemli mavi sandalye gibi. Oturuyor öylece; bacaklarının dizden altını alçılamışlar gibi demirle; öyle kızgın bir demirle ki, adeta yutmuş derisini, kaslarını, kemiklerini; kızgın ateşiyle küle döndürüp içine hapsetmiş. Yerin daveti ve demirin ağırlığı aşağı çekiyor ıslak sandalyeye yapışan bedenini Aleda’nın.
Yeni ve lekesiz hiçbir eşya göremiyor bu odada Aleda; masanın karşısında duvara dayalı üzeri lekelerle kaplı eski bir sedyeye bakıyor; üst tarafı lacivert deri, gövdesi beyaz demir; altında tahtadan mavi bir basamak var; masayla sedye arasında ise iki kişilik beyaz bir oturak var; beyaz demirden, örtüsü eskimiş ve lekelerle doluydu bu yüzden depoya kaldırdı örtüyü Aleda.
Sedyenin yanında tedavi masası; lekelerle kaplı ve çok eski; üzerinde kesici ve delici alet atık kutusu, bir şişe alkol, bir şişe baticon, bir adet sargı bezi, bir adet steril spanç kutusu ve içinde steril spançlar, birkaç adet bistüri, bir adet anestezik merhem, bir adet antibiyotik merhem, bir kutu eldiven ve iki adet rulo flaster. Masanın alt bölmesinde yedek bir kutu eldiven, bir şişe alkol, bir şişe baticon ve bir de yedek sargı bezi. Krem rengi tedavi masasının sağ yan tarafında kendisine bitişik iki yuvarlak halka var içine çöp poşeti asılan. Kağıt atık için kullanılıyor orası. Onun yanındaki kova da tıbbi atık kutusu.
Saat öğleni geçiyor. Bir saat öğle arası molası verip geri geldi. Gittiyse de buradan uzaklaşamadı genç kadın. Aklı hep buradaydı, o kuştaydı. Ne yapıyordu orada? Öylece durmasının sebebi neydi? Hasta mıydı? Bu sorular zihninde yankılanırken anlamak için yakınlaşmayı denedi fakat kaçırma korkusuyla geri durdu. Siyah kuş; tüylerinin uç kısımlarında, gagasının ucunda, ağaca kenetlenmiş ayaklarının toprağa bakan kısımlarında oluşan buz sarkıtları ile öylece duruyor; ensesinden kafasına kadar uzanan alacalık buzdan kafesin içinde daha bir belirgin, kanatları parlıyor vuran güneşin etkisiyle, siyahın üzerinde zümrüt yeşilini yansıtıyor güneş; mücevher gibi, ışıltılı. Ölü gövdesine hükmeden buzul yığını hiç etkilememiş gibi gözlerini; capcanlı bakıyor; kanatlarındaki ışıltı gözlerinde de var; siyah kuş; zümrüt yeşili kuş; ölü yeşili kuş.
Kuşun kanatlarındaki buz sarkıtlarından güneşin ışığı odaya yansıyor; keskin bir soğuk, derin bir bıçak yarası gibi gözlerini delip geçiyor Aleda’nın; gözleri kamaşıyor yansıyan ışıkla. Yaşama ait ve insansal her şeyden uzak olmak istiyor Aleda; etrafında beliren mücerret unsuru -tek bir insan ve neşe kaynağı olabilecek tek bir şey olmaması- hepsinden iyi geliyor; karanlık odada öylece durmak hepsinden muktedir kılıyor Aleda’yı; gizli bir ini kendisine bahşedilmiş bir şans olarak görüyor.
Kapı vuruluyor; bir gümbürtüyle; hem eller hem ayaklar kapıya şiddet uyguluyor; bir isyan sanki, bir güç gösterisi veya bir kızgınlık, bir düşman öç almak istiyor gibi. Sadece dokunsa duyacak Aleda. Ama o bunu istemiyor; kulaklarını koparıyor kapının; duymasın istiyor; kanlar boşalıyor kulaklardan. Kapının midesi bulanıyor, gözleri kararıyor ve düşüp bayılıyor. Hastayı bırakıp kapıya müdahale ediyor genç kadın. Aylarca kırık kalan camı hatırlıyor sonra. Bir öç daha alınmak istenmişti; kimden, neyden? Bu şiddet kime, neye? Kapı ölüyor; bu düşmanlık gösterisi onun canını alıyor yüzlerce diğeri gibi. Hasta giriyor içeri.
-Zile dokunmanız yeterli.
Yaşlı adamın kaşlarını çatıp kafasını eğişinden ve cevap vermeyişinden anlaşılıyor duymuyor Aleda’yı. Kulakları zar zor işitiyor belli ki. Kulaklara kızgınlığı bu yüzden mi diye düşünüyor genç kadın. Bağırıyor kulağının dibinde.
-Zi-le do-kun-ma-nız ye-ter-liii.
Yaşlı adam sesinin yüksek tonuyla konuşarak:
Kapıya böyle vurmak hakkım diyor.
Anlıyor isyanını yaşlı adamın Aleda. Belki hiç duymamışlar onu. Belki söylediği şeye cevap alamadığını, dinlenmediğini sanmış zor işittiği için, kızmış anlaşılmamaya.
Yaşlı adam derin nefesler alıyor seksenli yaşlarda alınabildiği kadarıyla.
-Dinlen biraz diye bağırıyor Aleda. Dinlendikten sonra ölçeceğim tansiyonunu.
Tamam mahiyetinde kafasını sallıyor adam. Ceketini çıkarıp beyaz demir oturağın üzerine seriyor. Eski de olsa o örtüyü serseydim diye düşünüyor kadın.
Tansiyonu yüksek çıkıyor hastanın. Beslenmesi ve dinlenmesi konusunda eğitim veriyor, doktora yönlendiriyor Aleda. Kalkıyor, dualar ederek uzaklaşıyor adam. Sen olmasan… diyor. Sonra ölü kapıya bir miktar nefes üfleyerek onu yeniden eski haline getiriyor. Canlanıyor kapı. Bunu nasıl yaptığını anlayabiliyor genç kadın; yaşlı adam içindeki köklenmiş kızgınlığı öldürüp onun ruhunu kapıya verdi. Kulaklarını da yerine taktı. Geri odaya dönüyor; bakıyor pencereye doğru, kuş orada, öylece duruyor; ayakları ağaca kenetli, buz sarkıtları tırnak uçlarından yere uzuyor; orada öylece duran o değil diye düşünüyor Aleda; buzdan oluşmuş heykeli.
Yaşlı adam gittikten sonra yeniden ıssızlaştı oda. Derin bir oh çekti Aleda.
-İnsansızlık ne güzel şey doğrusu diye söylendi.
Gün akşama yanaşıyor. Bu odadan ayrılacağı için hüzünlü. Buz gibi, karanlık ve nemli odada öylece kalmak istiyor. Gece olup ilikleri titreyene buzdan zümrüt heykeli oluşana kadar burada kalmayı düşünüyor. Kendi kendine konuşmalara başlıyor.
-Gitmiyorum hiçbir yere. Güneşin ve ışığın olduğu her yer kalın bir karanlık örtü. Üzerime örtülüyor. Kendimi göremiyorum. Issız bedenim ölemiyor ışıkta.
Kuşun buzdan bedeni ölmekten kurtuluyor; eriyip, erken bir çürüyüşe ve kokulu yokoluşa geçmekten şimdilik kurtuluyor; akşam oldu ve güneş gitti. Yoksa eritip yok edecekti onu. Şimdi yeniden heykelleşiyor kuş, havanın derecesi eksi otuzlara ulaşırken bir şahesere dönüştürüyor onu Tanrının eli. Kenetlenmiş ayaklarındaki buzlar keskinleşiyor yeniden, sarkıtlar daha da uzuyor. Kanatlarındaki zümrüdi yeşillik gecenin karanlığına boyandı, sarkıtların ucundan damla damla yere aktı kalanı sarkıtları zümrüde yoğurarak. Kafasındaki diklik ve gözlerindeki keskinlik dikkatini çekiyor Aleda’nın. Sanki ölüm almamış da bedenini o vermiş gibi bir kendinden eminlik ve güç var bakışlarında. O gücün ardındakini merak ediyor. Bir kuştan fazlası o. Bir Zümrüdüanka. Üzerinde durduğu ağaç da bir Gaokerena.
Gaokerena camın ardında, kollarını Zümrüdüanka’ya açmış. Kökü toprağın altındaki balçığa uzanıyor. Yerin altında bulunan bataklık suyunu emiyor Zümrüdüanka’ya püskürtüyor. Sulak yerlerin kuşu Zümrüdüanka. Hayat ağacı uzanmış gölge boyunca. Yarısı kurumuş dallarının. O kurumuş dalların birine konmuş kuş.
Pencere tek bir kareden oluşuyor. Üzerinde boya lekeleri var. Giriş kat olmasından dolayı demir kafese hapsedilmiş. Kafesin bir tarafında kuş, bir tarafında Aleda. Bedenler özgür fakat ruhlar hapis ifadesi beliriyor Aleda’ nın aklında; fark ediyor sonra kuşun bedeni buzdan heykelin içine kilitli; özgürlüğü yok edilmiş. Varoluşa sıyrılmış bu yokoluştan kuş.
Gün ayılmaya yüz tutuyor genç kadın daha uyumadan. Olan ile olmayan arasında dahası oldurmaya çalıştığı şeylerin oluşuyla olmayışı arasındaki o derin vadide bulunuşunun asırlığı yer buluyor düşüncelerinde kadının; bir tuhaf uçurum, bıçak sırtı bir yürüyüş alanı, avuçları arasında uzun yıllar tutmak zorunda olduğu dikenli dal parçası, burkuk, şişkin, morarmış bir uzuv, parmak ucunda ince ve derin ot kesiği sızısı, bir vazgeçişin kıyısı, varlıkla yokluğun birleştiği o keskin salise, başladığı belli olan ve buram buram acı kokan bir ölüm anı, doğurmaktan korkan bir kadının sanki ölüyormuşçasına attığı o boğuk çığlığı, sanki içindeyken ilerlemiyor zannedilen bir doğum, bir körlük, bir yokoluş, yitiş anı, dünyanın tümüne, yaşamın varoluşuna ve kendine bir güvensizlik, inançsızlık; bu düşüncelerin hepsi genç kadının kafasında dönüyor, dönüyordu ve arzularının oluşu ile olmayışı arasındaki o derin asırlık uçurumu tarife yetersiz kalıyordu. Gözleri şişkin, ıslak ve fersiz; elleri, o çetin dağ kadını elleri; yorgun, titrek ve solgun ve öylesine iflah olmaz bir olduramayışın kirlettiği o arzulu eller masanın ortasına birbirine kenetli buz gibi duruyor. O gözler, ıslak ve çaresiz ve yorgun ağlak gözler o demir kenet parmakların üzerinde teslim oluyor uykuya.
Ertesi sabah cırtlak, borazanvari kuş sesleri ile kaldırıyor kafasını masaya yapışmış ellerinin üzerinden ve fark ediyor iki kapı öteye, evine gitmeyip, bu soğukta öylece uyuyakaldığını. Kaskatı kenetli kalmış ellerini parmaklarından başlayarak oynatmaya; eklemlerinin o dizgin bir duruş sergileyen yola gelmezliğini esnetmeye çalışıyor. Kapı çalıyor kendine gelemeden. Yaşlı adam tek bir dokunuş sunuyor zile. Bak öğrendim diyerek giriyor içeri. Buz tutmuş zeminden kaymamak için elini tutmak istiyor Aleda’nın, diğer eli duvarda yavaşça ilerliyor. Yaşlılık kızım diyor. Öyle diyor genç kadın.
-Şu tansiyon ne menem şey.
-Çok şükür ayaktasın diyor Aleda.
Kamburunun altından kafasını kaldırıp suratına bakıyor genç kadının yaşlı adam. Kendinden eminlik ve güç var bakışlarında. Gülümsüyor. Öyle diyor. Öyle. Hiç değişmeyen kıyafetleri ile oturağa oturuyor. Genç kadın onu her gördüğünde sütlü kahve rengi, dizleri nasırlaşmış pantolonu, yine aynı renkten dirsekleri nasırlaşmış ceketi var üzerinde. Ceketin altında iki kat kareli gömlek. İki gömleği üst üste giymiş. Gömleklerin altında beyaz içliği var.
Yaşlı adam her zamanki gibi ceketini çıkarıp oturağa seriyor. Aleda yaşlı adamın kolunu sıvazlıyor tansiyonunu ölçmek için. Yeterince dinlendiğini düşünüyor. İlk gömleğinin düğmelerini açıyor, dirseğine doğru sıvazlıyor; ikinci gömleğinin düğmelerini açıyor, sıvazlıyor. En son beyaz içliğini dirseğinin on parmak üstüne kadar iyice sıvazlıyor. Yaşlı adamın kendisi yapmakta zorlanıyor tüm bunları. Çoğunlukla da yalnız geliyor bu yüzden Aleda’ya düşüyor bunları yapmak.
Bir miktar daha düşük çıkıyor tansiyonu. Gülümsüyor yaşlı adam. Daha iyi olduğuna seviniyor. Dualar ederek ayrılmak için ayağa kalkıyor. Gömlek ve içliğinin kolunu tekrar aşağı çekiyor. Düğmelerini ilikliyor. Ceketini sırtına geçiriyor. Elimi tut kızım yoksa düşerim yer kayıyor diyor. Kapıya kadar götürüyor iyi günler deyip içeri geçiyor Aleda.
Bugün keyfi yerinde genç kadının; güneş yok, bulutlar sarmış her yanı; bir sızıntılık dahi yer bırakmamışlar; gri kütleler halinde yayılmışlar her yana. Güneşin saklandığı yerlerde griye nazaran daha açık, parlak tonlar var. Bu ocak soğuğu içini rahatlatıyor Aleda’nın. İliklerine kadar ferahlık hissediyor; kuşun üzerindeki buzdan heykel kaybolmuyor, böyle havalarda daha da belirginleşiyor. Ferahlığını buna yoruyor Aleda. Ya güneş çıksaydı? Kenetli ayaklar da çözülür müydü buzdan heykelin ardından?
Pencereye uzanıyor genç kadın yavaşça. Kuşa dokunmak istiyor; onu kaçırmaktan korkarcasına narin bir dokunuş sunmak arzusu. Bu hassaslığın farkına varabilir mi ki o? Avuçları onu istiyor. Isıtıp can verirler belki. Avuçlarına alıyor onu Aleda. Ellerinin arasında vücudunun titrekliğini hissediyor. Bedenindeki keskin soğuk parmak uçlarına yerleşiyor. İlmek ilmek ilerliyor ruhuna doğru. Bir süredir nefes almadığını fark ediyor kadın onu incitme korkusuyla. Avuçlarıyla iyice sarıyor onu. Kaygan ve ıslak tüylerini okşuyor. O okşadıkça kanatlarından damlayan sular avucunda birikiyor Aleda’nın. Boşluk bulan sular ise bileklerinden dirseklerine ince bir çizgi halinde ilerliyor. Göğsüne yapıştırıyor onu. İyice ısıtmak istiyor. Soğukluğu göğsünün ortasından vücuduna peyderpey yayılıyor. Kıyafetlerini çıkarıp teniyle ısıtmak istiyor bu defa. Bu şekilde ısıtmanın daha iyi olacağını düşünüyor. Bir eline onu alıyor diğer eliyle kıyafetini kaldırıyor. Yumuşak bir şekilde tenine değdiriyor ve kıyafetini yavaşça üzerine örtüyor. Kollarıyla dışarıdan sarıyor kuşun titrek naif bedenini. Ceketinin yakasındaki açıklıktan arada bir gözetliyor. Kuşun ıslaklığı memelerinin arasından göbek deliğine akıyor. Küçük bir su birikintisi oluşuyor orada. Şefkat duygusu her yanını sarıyor Aleda’nın ve etkisiyle hayallere dalıyor: Karanlığından sonsuz bir aydınlığa uzanıyor. Gözleri kapalı fakat görüyor. Onunla birlikte; kuşla. O göğsünün ortasına konmuş, kaçmıyor. Benimle. Benimle o diye geçiriyor aklından; iki ayrı beden olmaktan öte tek bir ruhuz, var oluyoruz evrenin sonsuz aydınlığında. İçindeyken sonsuz karanlık zannedilen şeyin aydınlığa çıktığını çoktandır biliyor Aleda. Bu yüzden seviyor karanlığı. Dünyanın aydınlığından karanlığın aydınlığı daha çekici geliyor. Sonsuz, bütün bir ruh olduğunu biliyor orada. Bir kuş neyse o da o. Bir kuş da o. İki ayrı beden olmaktan öte tek bir varlık gibi hissediyor. Bir vadinin ortasında buluyor sonra kendisini kuş ile birlikte. Her yanı kır çiçekleri. Her renkten çiçek var. Dokunulmaz bir koku; yakıcı, canlandırıcı burnuna ilişiyor. Kuş halkalar çizerek dans ediyor. Aleda ise yere uzanıyor, kokuları daha yakından içine çekmek istiyor. İçine işlesinler istiyor. Sırtüstü uzandığı haliyle kollarını, ayaklarını serbest bırakıyor. Ayakları yumuşak ve serbest. Ayak bilekleri, bacakları diz kapağı serbest. Üst bacağı, kalçası, beli, karnı yumuşak ve serbest. Derin nefesler alıp veriyor. Yavaş yavaş ve sakince. Evrenin şefkati üzerine dökülüyor ince ince tılsımlar halinde. Kuş göğsünün üzerine konuyor yeniden. Göğsü yumuşak. Boğazındaki düğüm çözülüyor ve boynu serbest kalıyor. Dudakları, çenesi, gözleri, kaşları ve alnı sonsuzluğun lezzetine varıyor; yumuşacık, pürüzsüz, pamuksu, kaygan bir lezzet. Zihni pırıl pırıl, berrak. Bir süre öylece kalıyor genç kadın. Gözleri kapalı, kendinden azade oluyor ve uyuyor. Kuş göğsünün ortasında öylece duruyor. Neden sonra gözlerini açıyor. Tüm çiçekler yok olmuş. Yerinde ulu çınar ağaçları, kayın ve sedir ağaçları belirmiş. Her yer sonbahara bürünmüş. O uykudayken bahar ve yaz gitmiş sonbahar gelmiş. Etrafında bulunan renklerden büyüleniyor. Kırmızı, sarı, kiremit kırmızısı, hardal sarısı ve kırmızı, sarı ve yeşilin binlerce tonu etrafını donatmış. Çenesini yukarı kaldırıp gözlerini arkaya dikip boydan boya seyrediyor olduğu yeri. Gözlerinde kendinden eminlik ve bir güç var. Buraya nasıl geldiğini bilmiyor. Asırlık çınar ağaçları görüyor. O buradayken sanki bir yaz değil bir asır geçmiş. Gözleri doluyor. İçinde bulunduğu yerin hissettirdiği haz öylesine muhteşem ki. Ardından fark ediyor ki kuş yok. Cehenneme dönüyor anında orası. Lavlar akıyor üzerine dört bir yandan. Kalkıp kaçmak istiyor, hareket edemiyor Aleda. Tüm ağaçların yerini çıplak gövdeli yarısı yanık ağaçlar almış. Ağız dolusu çığlık atıyor. Neredeyim ben? Kuş nerede? Diye soruyor kendi kendine. Lavlar bedenine dokunmak üzereyken bir pençe onu yakalıyor ve uçurmaya başlıyor. Zümrüdüanka. Onu kendi bedenine yapıştırıyor. Eriyor, içine süzülüyor kuşun Aleda. Kuşun gözleri aynı göz, kendinden emin ve güçlü; ağzı ve burnu genç kadının ağzı ve burnu oluyor. Gözlerini yutuyor Aleda’nın. Gözleri bir oluyor. Bedeni hücre hücre içine yayılıyor kuşun. İç içe geçiyor bedenleri. Suratında genç kadının suratı belirgin oluyor. Bedende ise onun bedeni; kanatları ve pençeleri. Özgürüz diye düşünüyor Aleda. Yanan vadi yeniden kır çiçekli haline dönüyor. Onlar göklerdeyken bir mevsim daha geçiyor. Kuş Zümrüdüanka, Aleda Zümrüdüanka.
Tamamen uyanıyor bu ayıklıktan. Saat öğlene gelmiş. Bir saat uzaklaşacağım şimdi bu karanlık, nemli ve ıssız odadan diye düşünüyor. Kuş dalında kenetlenmiş öylece duruyor. Pencere açık değil. Aleda yine masaya uzanmış kollarının üzerine. Nemli ve karanlık oda, alkol ve baticon kokuyor. İlaç kokuyor. Bu rüyadan sonra burada durmanın imkansızlığını anlıyor. Hiçbir zaman istemediği o güneşi istiyor. Rüya onda bir şeye sebep oluyor; karanlığın aydınlığındansa aydınlığın aydınlığını anlamaya ve arzulamaya.
Mola veriyor ve bir saat çabucak geçiyor, kendini yeniden odada buluyor Aleda. Gün ışığı daha az geliyor sabaha göre. Oda iyiden iyiye karanlık. Yaşlı adam sabah tansiyon ölçtürmek için gelmişti. İkindi vakti yine gelecek. Tansiyon takibi var. Sık sık gelmesi bu yüzden. O gelene kadar bir gebe geliyor uzun zaman sonra. İzlemi var. Boy, kilo, nabız ve tansiyon ölçüyor genç kadın. Genel durumu iyi görünüyor. Ondan hariç bir sağlık ocağı ebesine bir de kadın doğum uzmanına rutin takip oluyor. O köyün ebesi. Sağlık ocağı ile koordinasyon halinde çalışıyor. Ardından birkaç aile çocuklarını getiriyor. Boy, kilo, baş çevresi izlemini yapıyor Aleda. Yaşlı adam geliyor ve tansiyonunu ölçtürüp gidiyor.
Herkes gittikten sonra masaya oturup kuşu seyretmeye başlıyor yine. Kuşun etrafını saran buzdan heykel incelmeye yüz tutmuş. Sarkıtlar eriyor, uçlarından damlalar dökülüyor. Gagasındaki sarkıt ilk önce erimiş. Simsiyah gaga kupkuru duruyor. Ensesinden başlayıp boynunun altında tamamlanan gri beyaz halka ıslak. Taramış tüylerini damlalar. Onar onar parçalara ayırıp birbirine yapıştırmış. Güneşi gören kafası da kuru. Gövdesine doğru alçalırken güneş geri kalan buzları da ağzının içine alıp dilinin üstünde emip eritecek. Kanat uçlarındaki son damla buharlaşırken kadifemsi zümrüdi yeşillik yeniden yola koyulacak.
Odayı havalandırmak için pencereyi açıyor Aleda. Kötü bir koku hafiften içeri doluyor. Daha önceki keskin, buruk, burun yakıcı kokudan hariç bir koku bu; çürük kokusu, bir beden çürüğü.
Birkaç gün hızlıca geçip gidiyor. Çürük kokusu iyiden iyiye arttı. Pencereyi açamıyor artık. Havalar yavaş yavaş ısınıyor. Güneş çıktıkça koku daha da artıyor. Güneşi sevmeye başlamışken kuşun çürümesine dayanamıyor. Beyaz beyaz, sürü halinde kurtlar belirmiş kafasında kuşun. Bedeninin geri kalanı henüz sağlam. Sol gözünü yemişler. Sağ gözü Aleda’ya bakıyor. Kendinden eminlik ve güç var bakışında. Pencerenin önünde ayakta durarak onu seyrediyor genç kadın. Varoluşa hazırlığın çürüyerek olduğunu görmek çok acı geliyor. Uzanıp dokunmak istiyor, dokunamıyor. Üzerinde hareket eden kurtçuklara tiksintiyle bakıyor. Midesi bulanıyor. Musluğa koşup kusuyor. Ağzını ve yüzünü suyla iyice yıkıyor. Gözlerinin önünden gitmiyor o görüntü. Nereye gidersem gideyim kurtulamayacağım bundan diye aklından geçiriyor; bu odadan, bu karanlık ve ıslak odadan gitmek hiçbir işe yaramayacak, güneşe de çıkamıyorum, sevemiyorum hala onu, tam sevmeye başlamışken seni soktuğu hal içimi sızlatıyor, fazlasıyla kızgınım ona, bu odada, bu karanlıkta kalacağım, benim de bedenim çürüyecek bu nemden.
Cesaret edip yeniden bakıyor kuşa. Üzerindeki her bir kurtçuğun onu iştahla yok edişini görüyor. Öncelikle kafasının sol yanından yemeye başlamışlar. Gagasının sağ tarafı tutuyor, sol tarafı aşağı sarkıyor. Kurtlar sağ tarafını da kemirmeye başladığında düşecek gagası diye düşünüyor; alıp saklayacağım o gagayı, onu unutmamak için yapacağım bunu, yalnızlığımı paylaşan bu kuşu o kadar sevdim ki, bir insanı sevmekten çok daha az korkutucu bir hayvanı sevmek, güvenmek daha güven verici, hem insan sevmiyorum diye değil, her türlü hayvanları seviyorum, her türlüsünü seviyorum, bu kuşu da sevmemin tek bir nedeni var; bir canlı; duyguları olan bir canlı; bu kelimeler zihninde bir var oluyor.
Yaklaşık otuz tane kurtçuk kafasını arsızca kemiriyor. Kafatası görünür oluyor. Sol gözünü yiyip bitirdiler. Sol gözü yok artık. Kurtçukların bir kısmı kafasının sağ tarafına ilerlerken bir kısmı boynuna doğru iniyor. Boynunu kemiriyorlar büyük bir tutkuyla. Sanki leziz bir şey var orada. Kafadan daha iştahla yiyorlar. Boynu inceliyor ve kopuyor. Bir düzine kurtçukla beraber yere düşüyor kafası. Boynunun açık yerinde ıslak, cıvık bir görüntü beliriyor. Midesiyle cebelleşerek onu izlemeye devam ediyor Aleda. Kurtçuklar yemek borusunun içine doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyor; ıslak, nemli ve karanlık bir hal. İğreniyor genç kadın. Kusmamak için kendini zor tutuyor. Midesi bulanıyor bir kez daha. Musluğa koşuyor yeniden. Gözlerinin önündeki görüntü onu rahat bırakmıyor. Midesi bulanmaya devam ediyor, kusuyor bir ağız dolusu daha. Vücudu halsizleşiyor; sedyeye uzanıyor; kendine gelmek için biraz dinlenmeye ihtiyacı var. Görüntü gözlerinin önünden gitmiyor. Mide bulantısını durduramıyor. Uzaklaşmak istiyor bu odadan; bu karanlık ve nemden, bu çürümüşlükten.
Akşam olmak üzere sedyede kendine gelmeye çalışırken zaman geçip gitmiş, saat beşi geçmiş. Ayrılıyor odadan, evine geçiyor; iki kapı öteye. Gün erken kararıyor bu şehirde. Işığı açmak yerine bir mum yakıyor Aleda. Unutmak istiyor o görüntüyü. Onun canlı, şen şakrak halini hatırlamak istiyor. Onu öyle hiç görmedi doğrusu. Buzdan heykel hali gözlerinin önüne geliyor. O halini hatırlamak serinletiyor içini. Mide bulantısı hafifliyor. Derin nefesler alıp veriyor, sakinleşiyor ve uykuya bırakıyor kendini.
Uyandığında mum hala yanıyor. Yakınında bulunan camdan dışarıya bakıyor, yıldızlar görünüyor. Orion takım yıldızını tam karşısında görüyor. Acıkmış olduğunu fark ediyor. Hayata döndüğünü hissediyor; yaşamaya başladığını. Kalkıyor uzandığı yerden, yemek için bir şeyler hazırlamaya koyuluyor.
Mumun ışığında yemeğini yemeye başlıyor. Aklından türlü türlü düşünceler geçiyor bu esnada. Zihni karman çorman; onu yine eline geçirmiş, ruhunu karanlığa hapsetmek istiyor. Yalanlar söylüyor ona; karanlığın daha koruyucu olduğunu, öylece durmanın ve hiçbir şey yapmamanın hepsinden daha güvenli olduğunu anlatıyor. İnanıyor çaresiz. Çünkü bir kemirgen gibi beyninde. Kuşun kafasındaki kurtçuklar gibi. Beyninin sol tarafını yiyor her bir kurtçuğunu salmış. Kafasının sol tarafı yok artık. Sol gözü yok. Akıllıca düşünemiyor, gırtlağından yakaladığı pençeleri altında sonunu kabullenmiş bir esir gibi davranıyor Aleda, hiç sesini çıkarmadan öylece duruyor. Hareket ediyor esasen ama korkularıyla. Korkuları ona teslim ol diyor; o ne diyorsa onu yap. Çıldırıyor, ağız dolusu çığlık atmak istiyor. Gırtlağındaki pençeler buna izin vermiyor, hırıltılı, boğuk bir ses çıkmasına sebep oluyor. Gırtlağından kanlar akmıyor, onun yerine cıvık kurtçuk sürüleri akışkan ve cıvık bir sıvıdan besleniyorlar, kan olmayan bir sıvıdan. Kanı pençeli zihni yudumluyor. Aç kurtlara bırakmıyor. Nefes almakta zorluk çekiyor Aleda. Hırıltılı bir nefes boğazından köpükler saçıyor. Gücü iyice azaldı. Direnemiyor. Zihninin pençeleri boğazında. Uzun tırnaklı, vahşi pençelerini gırtlağına daldırmış. Midesi bulanıyor kusuyor. Kusmuğunu yalıyor, kurtçuklara bırakmıyor. Kuş da bu yüzden mi öldü diye düşünüyor; zihni ona oyun mu oynadı? Ben de mi öleceğim? Cırtlak, borazanvari hıçkırıklara boğuluyor. Kurtçuklara bırakmadan zihni gözyaşlarını da yalıyor. Onun her zerresinden yararlanmaya yemin etmiş sanki. Adeta sömürüyor. Gırtlağını sıkıp vıcığını çıkarıyor. Birkaç kurtçuğun da onunla birlikte vıcığını çıkarıyor. Yalamaya koyuluyor sonra, öyle iştahlı. Bakışlarını görüyor Aleda. Bir kendinden eminlik ve güç var göz bebeklerinde. Kafası dimdik. Omuzları dimdik. Kendine güvenen hali şaşırtıyor onu. Bir zihnin kendine güvensiz olacağını beklemiyor fakat bu benim zihnim olamaz diye düşünüyor; benim zihnim dahi kendine güvenemez. Bu olası değil.
Kolları ve ayakları serbest kalıyor. Bütün gücü emdi zihni onlardan. Öldüğünü görüyor adım adım Aleda. Gırtlağından bedeninin tüm gücünü emiyor kan aracılığı ile. İzin veriyor. Vermese ne olacak ki? Bırakacak mı onu? Öldürüyorken kurtulabilecek mi onun elinden? Dönüş var mı bundan sonra? Benim o kadar gücüm yok, sanmıyorum diye söyleniyor genç kadın. Ölüm aracılığıyla dünyadan kaçıyor. Yaşamın enerjisinden, güneşten sonsuza kadar kurtuluyor. Suratı bir ölü suratına benzedi. Çenesi düştü, sağ gözü yarı aralık. Kuşu görüyor oradan. Ağacın dalına kenetlenmiş öylece duruyor. Yarısı olmamasına rağmen kafası dimdik. Bir kendinden eminlik ve güç var sağ bakışında.
Zihninin pençeleri Aleda’yı öldürmeye yetmiyor. Daha güçlü gelmeliydi. Bir fırsat bulup kurtuluyor onun elinden. Kafasının sağ yarısı ile gırtlağı delik deşik halde kaçıyor. Korkudan vücudunun geri kalanındaki kan kollarına ve bacaklarına hücum ediyor. Öyle güçlü ve kendinden emin uzaklaşıyor ki ondan zihni onu yakalayamıyor.
Bütün hafta sonunu bahçede geçiriyor Aleda. Günlerce o karanlık ve nemli odada kaldıktan sonra biraz daha tahammülü yok dört duvara. Korkuyor da zihninin pençelerini tekrar boğazına geçirmesinden. Bu yüzden kendini mümkün olduğunca dışarıda tutuyor. Doğa zihninden daha güçlü geliyor. Onu kolayca sakinleştiriyor. Hafta sonu bitiyor ve bir pazartesi sabahı kendini yeniden karanlık odada buluyor. Odaya girer girmez ilk önce pencereden dışarı bakıyor; kuşa. Duruyor mu yerinde? Kurtçuklar yiyip bitirmiş mi yoksa? Duruyor yerinde öylece, kanatlarından biri yere düşmüş. Bedeninin yarısı kalmış ağaçta. Ayakları hala kenetli. Kurtçuklar oraya kadar ulaşamamışlar henüz. Yere düşen kafasının kemikleri kalmış sadece, kurtçuklar yok olmuşlar. Gagası ve kafatası yerde öylece duruyor. Aç kurtçuklar belki de yeniden ağaca tırmandılar, kalan yarısını da bitirmek istiyorlar. Dönüp aynaya bakıyor Aleda. Lekeli aynadaki görüntüsünü arıyor kuşun. Sağa doğru çapraz bir adım attığında görüyor onun aynadaki yansımasını. Göğsünden aşağısında kurtçuklar debeleniyor. Üstünden iki gün geçmesine rağmen tüketememişler hala. Lekeli aynada yansıması korku filmlerindeki görüntülere benziyor. Ürküyor bu görüntüden bu karanlık ve lekeli odada. Gözleri onun görüntüsünden uzaklaşıyor ve puslu bir görüntü halinde kendi yansımasına odaklanıyor ve netleşiyor. Saçları kısacık kesilmiş. Önünde kahküller var. Tamamı maviye boyanmış ve diplerinden kumral renk çıkmış saçlarının. Alnı geniş, elmacık kemikleri çıkık. Yuvarlak bir suratı var. Kilolu değil. Burnu herkesin isteyebileceği güzellikte bir burun. Kaşları uzun süredir hiç alınmamış, hafif kalın. Gözleri bir miktar uzağı görmüyor, gözlük takıyor. Göz altları hafiften çökük. Dudakları biraz ince. Çenesi normal bir çene. Dişlerine bakıyor aynada, iç içe geçmiş, çarpık çurpuk dişler. Suratının tamamına şöyle bir göz gezdirdiğinde otuzlu yaşlara yakın bir ifade görüyor. Kendinden eminlik ve bir güç var bakışlarında. Geçmişin yükü birikmiş gibi bir ifade de var gözlerinde. Her şeye rağmen başı dimdik. Gözlerinin çukurunda bir nehir beliriveriyor. Damla damla çoğalıyor. Silmiyor. Burnunun ve dudağının yanından bir çizgi halinde ilerleyerek yere damlıyor ucu. Yer çekimi onu yer yüzeyine davet ediyor. Gözlerini kapatıyor bir süre öylece duruyor. Nehir akmaya devam ediyor. Ruhu çöküyor bir anlığına. İki kolunun üzerine düşüyor. O kadar ağır ki tartmakta zorlanıyor. Kaldırıp ayağa dikmek istiyor onu. Ayaklarının üzerinde dursun istiyor. Zihni kapıyı tıklatıyor, açmıyor Aleda. Eğer o içeri girerse ruhu bir daha asla dengede kalamaz, biliyor. Açmıyor kapıyı ona. Kapıyı öldürüp içeri girmek istiyor. Bir kapı vakasına daha katlanamayacağını hissediyor genç kadın.
Vücudunun omuzlarından aşağısını göremiyor aynada. Parmaklarının ucuna kalkıyor fakat yeterli olmuyor. Vazgeçiyor aynaya bakmaktan. Sandalyeye oturuyor. Pantolonu nemleniyor. Pazartesi sabahına uykusunu yeterli alamadan uyandı. Kafasını masaya yapıştırıyor kollarını yanlardan sarkıtıyor. Ölü gibi yatıyor masada. Zihninden bir kez daha kurtuluşunun keyfini sürüyor. Gözlerini kapatıp keyifli bir uykuya dalıyor. Uyanıyor sonra sadece on dakika geçmiş. Bu karanlık odaya bir mum yakmak istiyor. Günlerdir söndürmediği o koca mumu getiriyor, masanın üzerine bırakıyor. Kurtçuklar kuşu tüketmeye devam ediyor. Hiçbir değişiklik yok aynada görüşünden sonra. Fazla yavaş ilerliyorlar. Pencereyi artık açamıyor; çürümüş beden kokusu içeri doluyor. Kapı çalıyor hafiften. Yaşlı adam içeri giriyor. Yerler kuruduğu halde elini tutuyor kaymasın diye. Korkuyor hala kayıp düşmekten. Yer kuru diyor Aleda, dinlemiyor. Tansiyonu yine aynı çıkıyor, düzene koyuldu diye seviniyor yaşlı adam. İyi günler deyip kapıyı kapatıyor Aleda. Ertesi gün farklı bir göreve çağrılıyor genç kadın. Yaşlı adam kapıyı çalıyor, duyan olmuyor. Ertesi gün yine duyan olmuyor. Duyulmak onun hayat enerjisiydi, sıhhatiydi. Hastalanıyor, yatağa düşüyor. Birkaç gün sonra ölüyor.
Aynadaki yüzüne baktığından beri daha bir yalnız hissediyor Aleda. İçinden bir ben çıkıp gitti. Yalnızlığı artık iyice pekişti. İnsani tarafı çıkıp gitti sanki içinden. Bir hayvana dönüştü. Bir kuşa. Zümrüdüanka’ya. Nefes alabiliyor, acıkıyor, yürüyebiliyor. Bir tek düşünemiyor artık. Kurtçuklar kafasını yalayıp bitirdi. Hayvani vasıflar canlı kaldı sadece. Zihni tamamen özgür, onu istediği gibi koruyabilir bundan böyle. Çünkü o insani tarafını yitirdi. Kurtçukların ağzından dışkılarına karıştı o tarafı. Bir hayvana dönüştü bu ıssız, karanlık ve nemli odada. Bir sığırcık kuşuna dönüştü. Ensesinde gri ve beyaz karışımı bir halka var. Henüz ölmedi. Zihni onu tüm tehlikelerden koruyor bu ilkel yaşamda.
Öylece durmanın getirdiği şeylerden biri azgın zihin konuşmalarıdır; öyle ki Aleda’ya hiç yabancı değil bu durum. Aklından geçirdiklerinin ardı arkası kesilmiyor; nasıl dilbaz bir zihin bir bedeni korumaya çalışıyorsa bazen de zarara uğratabiliyor; yeni deneyimlere açılabilmesinden, cesaret gerektiren durumlara yol alabilmesinden, bir ağaç gibi her bahar yeniden tomurcuklanıp çiçek verebilmesinden alıkoyuyor onu; çoğunlukla öylece durmasına ve kendini karanlık odalara hapsetmesine ve tonlarca yırtıcı ve dehşetli tınıyla zihninin konuşmasına konuşmasına konuşmasına sebep oluyor. Zihin sürfeleri eşliğinde sürü halinde bir yığın düşünce daha vuku buluyor zihninde: Siyah kuş onda yeniden hayat buluyor. Nefesini ciğerlerine çekti ve yeniden bütün olmaya başladı. Kurtçukları bir bir yalayıp yuttu. Bir güzel karnını doyurdu. Aleda yok oldu, bir kuş bedeninde kesin olarak artık. Bütün organlarını kurtçukların tükettiği organlarının yerine kullanıyor kuş. Kalbini kendine nakletti ve kan pompalamaya başladı. Yediği kurtçukların tüm vitamin ve mineralleri şimdi vücudunun sağlam kalan yerlerine iletiliyor. Böbreklerini nakletti, kendininki kurtçukların midesindeydi, belki de dışkılarındaydı çoktan. Sıra geldi midesine, eskimiş, pörsümüş, delik deşik ama yaşayan midesiyle değiştirdi onunkini. Onu bir güzel mideye indirdi. İçinde kurtçuklar hala divildiyordu. Sırasıyla, kalan diğer organlarını küçücük bedenine hapsetti. Bir tek cinsel organına dokunmadı, kurtçuklar henüz onunkini yiyememişti. Yaşıyordu artık, bütünlenmişti. Genç kadın bir vajina olarak kalmıştı hayatta. Geri kalan bedeni bir kuştaydı.
Islak, nemli ve karanlık bir odada yapayalnız. Odadan bir farkı yok. Islak, nemli ve karanlık o da. Bir vajina olarak hayata devam etmek nasıldır bunu deneyimlemeye çalışıyor. Çok zor gelmiyor sonra. Zaten bir kısım tarafından böyle algılandığını, bir kadının böyle algılandığını fark ediyor. O bir vajina. Sağlam değil. Koşun, saldırın. Size ait değilse öldürün.
Siyah kuş hareketleniyor. Vücuduna kökleşen pisliği temizliyor önce; bir bir kanatlarının altını, arasını didikliyor, kanatlarını hızla sallıyor, üzerindeki tozu atmak istiyor, gagasının ucunu ağaca sürterek törpülüyor, kısacası uçmaya hazırlanıyor. Kenetlenmiş ayaklarını çözüyor daldan, bir süre zor hareket ettirebiliyor, uzun süre kenetli kaldı çünkü. Uçmaya hazırlanıyor kuş. Pencerenin karanlık ve nemli tarafından göremiyor onu Aleda. İçinde olduğu için biliyor. Uçmaya hazırlanıyor kuş. Önce birkaç deneme yapıyor, kısa mesafelerde dallar arasında yer değiştiriyor, uzun sürenin hareketsizliğini atmak istiyor üstünden.
Kuş capcanlı, dipdiri gözünün önünde işte genç kadının. Ağacın dalında öylece duruyor. Etrafı seyre dalmış fakat Aleda’nın ona baktığını görüyor. Sakince masaya kollarının üzerine uzanıyor Aleda. Sessizce seyrediyor onu. Neşeyle bir daldan öteki dala atlıyor. Bir şey arıyor gibi. Anlamaya çalışıyor ne yapmak istediğini. Çeviriyor sonra kafasını, kollarının içine alıyor yüzünü. Öylece kalıyor bir süre. Üzerime çöken bir şeyler olduğunu fark ediyor. İçini çökkün hissediyor. Nefes almakta zorluk çekiyor. Derin nefesler almayı deniyor her zaman yaptığı gibi. Üzerine çöken bu buhran neyin nesi? Kuşun neşesi mi ona tuhaf geldi? Onun eseri mi bu, bilemiyor. Bir kırgınlık var üzerinde. Belki de onun solgunluğu kuşa nazaran hala devam ediyor. Kuş gibi capcanlı ve dipdiri sanmıştı kendini oysa. Onun neşesini görmek Aleda’ya iyi gelmedi. Neşelenemediğini görünce daha da çöktü.
Siyah kuş, siyah kuş, siyah kuş. Saçlarını çekiyor, yoluyor Aleda. Beyninde bir düşünce var. Ne olduğunu anlayamıyor. Elleriyle yüzünü sıvazlıyor. Görüntüler gidip geliyor. Bir karaltı var gözlerinin önünde. Kendine hakim olamıyor. Karaltı üzerine üzerine geliyor. Siyah kuş, siyah , siyah kuş. Siyah kuşun görüntüsü bu karaltı. Kafasının etrafında uçuyor. Beynini didik didik ediyor. Kaçıp kurtulamıyor ondan genç kadın. Siyah kuş. Beyninin içine giriyor. Kafasını didik didik ediyor. Bir pazar filesine benzetiyor.
Gerçek ve gerçek olmayan arasında zikzak çiziyor Aleda. Kendini bir türlü dizginleyemiyor.
Kuş yuva arıyor. Bahar ayları geldi. Üremek için yuva kurması gerek. Aynı ağacın biraz yukarılarını seçti yuva için. Başka başka yerlerden dallar, yün parçaları, sert plastik, çer çöp, toprak, çöp tenekesinden bulduğu çuval parçaları taşıyor ağacın karşılıklı üç dalı arasına.
Kapı çalıyor.
Kapıyı açıyor Aleda, yerde kan damlaları, kimse yok. Korkuyor. Belki evin kapısındadır diyerek gidip orayı açıyor, yerde kan damlaları kimse yok, korkuyor. Muhtarı arıyor. Böyleyken böyle diyor. Tamam ben bulurum diyor muhtar. Geri gelsin diyor Aleda. Geri geliyor on dakika sonra. Bir adam, sağ elinin orta parmağının ayasına yakın kısmı yaralı. Pansuman yapmaya yelteniyor, yaranın üstü siyahlarla kaplı. Ne oldu diye soruyor. Köpeğin zinciri diyor. Paslı mıydı diyor Aleda. Yani… diyor. Eh işte, der gibi bir bakış gözlerinde biraz da kaçırıyor gözlerini. Doktora gitmen gerekiyor diyor genç kadın. Tetanoz aşısı vurulmalısın. Hayır diyor. Gitmelisin diyor, hasta olabilirsin yoksa. Açık açık anlatıyor durumu. Hayır diyor. Gitmemekte ısrarlı. Sorumluluk alamam diyor Aleda. Bana güven bir şey olmaz diyor adam. Sana güvenemem diyor. Gitmelisin. Hayır. O zaman tutanak tutacağım diye çıkışıyor genç kadın.
Yaranın üzeri siyahlarla kaplı. Ne yaptın diye soruyor Aleda. Bezi ateşle yaktım üzerine yapıştırdım diyor. Biz hep böyle iyileşirdik. İyi de sağlık ocağı var, hastane var diye söyleniyor kadın. Amaan diyor. Ne gerek var şuncacık şey için. Yara ağzını yanık bezle kapatmış kanamayı durdurmuş. Mümkün olduğunca temizliyor Aleda siyahlığı. Pansuman yapıyor üzerine. Doktora gitmelisin diyor yeniden, sorumluluk almıyorum. Hayır diyor, hayır. Tutanak tutuyorum. Bilgilendirme yapmama rağmen gitmeyi kabul etmediğini özellikle belirtiyor. İmzalıyor adam.
Siyah kuş, şimdi yok yerinde. Pencereye yanaşıp ağacın yukarılarına bakıyor, göremiyor. Pencerenin yanındaki beyaz oturağa oturuyor. Ağzında kırk santimetre uzunluğunda bir dal parçası ile geliyor kuş. Onu gördüğüne seviniyor genç kadın. Yuvasının olduğu yere bir güzel yerleştiriyor dal parçasını. Yarısını bitirmiş bile. Siyah kuş, ardından biraz dinlenmeye çekiliyor. Gelip penceremin önüne konuyor. O kırçıllı sesiyle ötmeye başlıyor. Uçup gidiyor ve tekrar geliyor, ağzında bir teneke parçasıyla. Camın önüne bırakıyor. Kendisine hediye getirdiğini düşünüyor Aleda. Kırçıllı sesiyle ciyak ciyak ötmeye devam ediyor. İkinci bir kuş geliyor yakınına. Diğer kuşun konduğu dala o da gidiyor. Birbirlerine arkalarını dönerek öylece duruyorlar. Çiftleşme zamanları kırçıllı seslerin. Çiftler halinde bir arada duruyorlar.
Saat öğlene yanaşıyor. Gidip bir şeyler atıştırmayı planlıyor genç kadın. Pazartesi sabahının uykusuzluğu var üzerinde yine. İki kapı öteye geçiyor; evine. İçinden hiçbir şey yapmak ve yemek yemek gelmiyor. Bir mum yakıp uzanıyor koltuğa. Öylesine hayaller kuruyor, kendisiyle konuşuyor. Günlerdir örüp bitiremediği hırkayı alıyor eline sonra. İki kolu kalmış örülmeyen. Bir kolunu örmeye devam ediyor. Bir müddet ördükten sonra onu da bırakıyor ve kitap okumaya başlıyor. Kör Baykuş.
Çok etkileniyor hikayeden. İlginç geliyor içindeki karanlık. Kendi karanlığıyla nasıl da örtüşüyor. Kör Baykuş önce onu darmadağın ediyor sonra toparlıyor. Zümrüdüanka.
Bir saat doluyor kitabı bırakıp iki kapı öteye geçiyor; iş yerine.
Saatler bir yığın döşek gibi üst üste yığılıyor bu odada. Duvara dayalı yerleri nemleniyor, ıslanıyor. Her gün güneşe çıkartıp tazelemek gerekiyor altını üstünü. Saatler yığılıyor üst üste ve geçip gidiyor. Çürüyor. Adeta bir leşe dönüyor. Çürük kokusu sarıyor odayı; ıslak yün kokusu, bozulmuş et kokusu, siyah kuşun ölü kokusu, kurtlanmış leş kokusu, nemlenmiş sigara külü kokusu. Saatler geçip gidiyor. Nemli ve karanlık odada yalnız Aleda; lekeli odada. Her şey lekeli bu odada, eşyalar eski. En az elli yıllık masalar, sandalyeler, tedavi masaları, sedyeler, resmi evraklar. Her şey lekeli ve eski. Yeni olan tek şey var, tek cisim, tek beden o da benim diye düşünüyor; yıllardır kullanılmayan bu binaya yeni olarak ben geldim, tüm eskilerin içinde bir yeni. Bir yeni şey daha var, bir alet, bir tansiyon aleti. Geldiğinde onu paketiyle aldı.
Sekiz odalı, iki tuvaletli, iki giriş kapılı, bir banyolu tek katlı bir binanın içerisinde Aleda. Kuru tek bir oda yok. Duvarlar nemli, ıslak, ıpıslak ve çürük. Birkaç odada duvar boyaları dökük. Burada olması, yaşayabilmesi şaşırtıcı değil. Ruhunun duvarları, nemli, ıslak, dökük. Zihni saçık, aklı kaçık. İki kapı öteye geçtiğinde ve iki kapı öteye geçtiğinde hiçbir değişiklik göremiyor. İki kapı öteye geçtiğinde değişen hiçbir şey yok. Nemli, karanlık ve lekeli odalar. Odalar nemli.
Bu odadan çıktığında camların olduğu ferah bir salon var. Orada bir üçlü beyaz oturak var. Bir Atatürk büstü. Kırık, çatlak fayanslar dışında başka bir şeye rastlamak mümkün değil. Birkaç adım atıyor solda bir ara var. Oraya tedavi dolabını yerleştirmiş. İçinde serumlar, sargı bezleri, enjektörler, steril olmayan spançlar, acil durumda kullanılmak için ilaçlar var. Beyaz, yarısı kırık, bir kapağı kapanmayan bir dolap. Dolabın yanından bir kapı açılıyor, şimdilerde kullanılmayan, iş yerine ait eski bir mutfak. Sağ yan oda ardiye alanı. Kullanılmayan asırlık eşyalarla dolu. Dosyalar, evraklar ne arasanız o eski dolapların içlerindeler. Eski bir soba. Kömür torbaları. Lekeli bir pencere. Geçmiş yıllara ait yıpranmış bir elektrik faturası. Bir sağ yan kapıya geçtiğinde giriş koridoruna varıyor. Giriş koridorunda sağda kalan kapı tuvalete açılıyor. Karşısındaki beyaz demir kapı, hasta giriş kapısı. Bu kapı büyük bir bahçeye açılıyor. Yaz aylarında kurusa da kış aylarında ki yılın on bir ayı kış, çamur kalıyor bahçe ve hayvan dışkılarıyla; inek, koyun, keçi, at, eşek, tavuk, horoz, kaz, köpek. İnsanlar geldikçe ayaklarından kirleniyor içerisi. Fayanslar hayvan dışkısı ve çamur oluyor. Dikkat de etmiyorlar işin doğrusu. Ahıra gider gibi geliyorlar. Kokularla boğuşarak ihtiyaçlarını gideriyor genç kadın onların.
Kuş saatlerdir yok, şu an nerede, ne yapıyor, bilemiyor Aleda. Akşam olmak üzere. Odaya karanlık çöktü. Işığı açmıyor. Işık seksenli yaşlarda gibi nefes alıyor zaten, yanıp sönüyor. Dakikalar geçiyor, masada öylece oturuyor. Kuş gelmeyecek gibi. Sıkıntıdan kalkıp tedavi masasını baştan düzenliyor, masasını düzenliyor, tozlanan broşürleri siliyor. Kuş gelmeyecek gibi, aklı onda, dikkatini başka şeylere vermeye çalışıyor. Kuş gelmeyecek gibi, aklı onda. Aklı kaçık.
Saat beşi vuruyor, eve geçiyor genç kadın. Sağlık evinden eve geçişte bir kapı öteyi ardiye alanına çevirmiş. Yiyecekten fazlalık eşyaya her şey orada. Bir kapı daha geçtiğinde mutfakla bir olan salona varıyor. Koca bir salon; sol yanında ayrı ayrı dört pencere sağ yanında ayrı üç kapı. Birincisi ardiye alanına, ikincisi çalışma odasına, üçüncüsü ise yatak odasına açılıyor. Karşısındaki dördüncü kapı ise, tuvalet, banyo ve çıkışa giden tıknaz koridora açılıyor. Daha önceleri sağlık ocağı olduğunu duymuştu buranın. Her bir oda doktor ebe odası veya tedavi odasıymış. Sonra ikiye bölünüp yarısı ev yapılmış. Resmi bir bina ne kadar ev olabilirse o kadar ev olabiliyor Aleda’ya burası.
Tüm hayallerin, zihin konuşmalarının, çenebaz düşüncelerin eşlikçisi siyah kuş, ölü bir kuş olmaktan öte geçemiyordu esasen. Aleda yaşamın ölüme geçişini dahası ölümün yokoluşa geçişini en ince ayrıntısıyla seyretme fırsatı buluyor; kuşun bedeni buzdan heykelin içerisinde ölümün gelişini tekrarların yol açtığı duyarsızlığa bir anlamda yakın fakat daha çok uzak olmakla birlikte, yüce bir ruh taşıyışın verdiği asilzade metanet ile karşılıyordu. Kurtçukların ağızlarına yakından bakıldığında olagelen ritmik hareketin görülebilen hali yokedişin o incecik, hassas ve fetoskop ile ancak duyulur olan sesine bir kanıt oluyordu. Bir beden istilaya uğruyor sürfe ordusu tarafından ve ancak bedenin yenebilir kısmının tamamı emilip yutulduğunda ve dudaklar dil ile yalandığında sona erecek bir istila bu. Aleda sürece baştan sona hakim oluyordu; kuşun ölümünün ne zaman gerçekleştiğini bilmediği ve henüz fark ettiği o dakikalardan, sürfelerin onu yalayıp yutması ve bir başka ölü bedene yol almasına kadar. Aleda gülümsüyor bu vahşi dönüşümün karşısında, bağırıp çağırmak, küfretmek elde değil. Adeta büyüleniyor gördükleri karşısında genç kadın; ölümün, o vahşet dolu ve pür acımasız sandığı ölümün aslında yeni bir doğuşa açıldığının, kurtçukları besleyip hayat verdiğinin, kuşun bedenini hastalıklarla boğuşmaktan ve acı çekmekten ve ayak altında canlı canlı çürümekten kurtarıp azade bir yaşama doğru yücelttiğinin, korkuları yok edip saf sükunete çevirdiğinin, meşgale halinden derin sonsuz dinlenmeye evirdiğinin ve ferah ve huzurlu yaşamın kapılarını açtığının; ölümü düşünürken henüz farkına vardığı bu gerçeklerin dönüşümünü sadece düşüncelerinde değil bedevi varlığında da hissediyordu.

The following two tabs change content below.

Latest posts by aydnferda (see all)

Email adresiniz paylaşılmayacak