Kaan Kural İle Derinlemesine Bir Röportaj
Herkes onu basketbol yorumculuğuyla tanır. Ancak o entelektüel birikimi ile hepimizin bir ucundan tuttuğu sporun çeşitli dallarına ilişkin zekice yorumları dışında daha birçok konuda keyifle konuşacağınız biri. beatkusagi.com olarak, Kaan Kural ile dijital dünya, E-Spor, yol kültürü, ABD ve tabii ki basketbolu da kapsayan keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sanal dünya artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Teknolojik gelişmelerle birlikte internetin de hızlı yükselişiyle; cebimize sığdırabildiğimiz, yanımızdan ayırmadığımız koca bir sanal gerçeklikle de yaşıyoruz artık. Bununla bağlantılı olarak yükselen bir E-Spor furyasıyla da karşı karşıyayız. Bu bağlamda sizce sanal dünya ve fiziksel dünya arasındaki bu ayrımı nasıl yapmalıyız?
Son dönemde sosyologların da üzerinde durduğu bir nokta var. Dijital dünyanın yükselişi fiziksel hayatı nasıl etkiliyor? Etimoloji insanların kültürel algısını yani neyi nasıl nitelediğini çok fazla belirler. Çok basit bir şeyden bahsedeceğim, bundan beş sene önce Virtual Reality (Sanal Gerçeklik) diye bir kavram ortaya çıktı. Önceleri sanal dünya ve gerçek dünya diye ayrılmaya başlamıştı bu kavramlar. Şimdilerde hiç sanal alem dendiğini duyuyor muyuz? Tam tersine dijital dünya ve fiziksel dünya diye ayrılmaya başladı günümüzde. Beş senedeki bu değişim aslında bütün insanların kafasındaki değişimi de gösteriyor. Çünkü sanal dünya dediğin şey ve bir şeyi sanal diye nitelemek aslında büyük bir küçümseme içeriyordu. Birini gerçek birini hayal olarak niteleyerek gidiyorlardı. Şimdi ise bununla hiçbir alakası kalmadı durumun. Hemen hemen herkes dijital dünya ve fiziksel dünya diye bahsediyor bundan. Dijital dünya bir paralel evren gibi. Ve korkunç bir hızla büyüyor. E-Spor’a gelecek olursak, E-Spor dijital dünyanın en büyük eğlencelerinden birisi. Mesela bundan 120 yıl önce Springfield’daki bir kasabada bir tane beden eğitimi öğretmeni dışarıda çok yağmur yağıyor, çocuklar içeride oynuyor diye iki tane sepeti yan yana koyup basketbolu keşfetmiş. Sonra bu oyun çok popüler olmuş, beğenilmiş ve basketbol oynanmaya başlanmış. Futbol dediğin şey Aztekler’den gelen oyunun tercümesi. Bunların hepsi birer oyun. E-Spor dediğin şey de aslında sadece bir oyun. Sadece fiziksel olarak yapılmıyor. Bunun da onlarca branşı var. Benim de içinde bulunduğum alan olarak söyleyeyim, şu anda içlerinde en popüler olan League of Legends dijital dünyadaki en güzel Competitive Gaming’lerden (Rekabetçi Oyun) birisi. İnsanlar bunu seyretmekten, dünyanın en iyi oyuncularının bunu nasıl yaptığını görmekten büyük keyif alıyorlar.
Dijital dünyanın yükselişiyle E-Spor’un yükselişi çok paralel ilerliyor doğal olarak. E-Spor’un ve özellikle E-Spor’un içerisindeki belli branşların çok daha hızlı yükselmesindeki en büyük sebep de bence kültürler üstü bir şey olması. Fiziksel sınırlar yok bir kere. Sen bugün futbol oynamak istesen arkadaşlarınla haberleşeceksin, bir sürü fiziksel aktivite gerçekleştirmen gerekecek. Gerçi şimdi onlar da kolay. Whatsapp grubu kur halı saha için yeter. Ama yine de halı sahaya gitmen gerekiyor. İşte burada böyle bir şey söz konusu değil. Ev ortamının getirdiği rahatlıkla bir araya gelebiliyorsun ve Şili’deki madencinin oğluyla Kanada’da bir tane profesörün kardeşi ve Kayseri’deki 13 yaşındaki bir çocuk aynı anda bu oyunu oynayabiliyor. Ve hiçbir şekilde farkı anlayamıyorsun. Çünkü avatarlar üzerinden oynandığı için bu kişilerin bütün sosyal ve kişisel kimliklerinin üzerinde bir şey yapabiliyorlar birlikte. E-Spor’un yükselişi çok doğal çünkü bizim kafamızda yani fiziksel hayatta şu ana kadar getirdiğimiz yerleşmiş bütün köklerden ayrı, yepyeni getirileri var sana. Şimdi çok genç bir alan olduğu için bu köklerin gelişmesi biraz zaman alacak ama bunun yükselmesinden daha doğal bir şey olamaz. Ben şimdi bütün Global Community’e bakıyorum; insanın temel keyifleri, endişeleri, duyguları, değerleri üzerine inşa ediliyor. Yani bölgesel veya sosyo-ekonomik ayrımlar üzerinden gitmiyor ve çok doğal olarak da global anlamda çok hızlı büyüyor.
Aslında siyasi bir etkisi de var bu büyümenin. Sınırları kaldırması, insanları bir araya getirmesi, onlara yeni bir amaç göstermesi…
Aynen öyle. Mesela son dönemde Le Pen’in Fransa’da çok iyi gitmesi, Hollanda’da aşırı sağın güçlenmesi, Trump’ın başkan seçilmesi, Brexit gibi olaylar gündeme geliyor. Her yerde muhafazakarlık, sağcılık, tutuculuk yükselişte. Türkiye’yi hiç saymıyorum zaten. Peki dünya bu kadar hızlı ilerlerken bu bahsettiğim düşünceler niye yükselişte? Teknolojik ve bilimsel ilerlemeler yüzünden olan bir şey diye açıklayanlar var bu durumu. Ben 43 yaşındayım, benim jenerasyonumdaki insanlar yetişkin hayatlarının tümünde korkunç bir değişim gördüler ve biraz tarihe bakarsak son yirmi yıl inanılmaz bir gelişme örneğidir. Belki de bin yıldaki gelişimi son yirmi yıla sığdırabiliriz teknolojik anlamda ve sosyal anlamda. Bundan 60 yıl önce Almanlar’ın Yahudilere yaptıkları ortada. Bundan 45 yıl önce ABD’de siyahlar beyazlarla aynı otobüse binemezlerdi. Şimdi ise ABD’de bir siyah başkan olabiliyor. Bunlar çok hızlı devinimler. Benim jenerasyonumdaki insanlar, 90 öncesi doğumlular diyeyim, bildikleri dünyanın ellerinden kaydığını düşünüyorlar buna reaksiyon olarak. Bir şekilde tutunmak istiyorlar. Çünkü her insan yaşadığı dönemi değerli görür. En basiti sen şimdi gitsen eski lisene muhakkak lisenin eskisi gibi olmadığını söylersin. İnsanın doğasında vardır bu. Herkesin doğal reaksiyonudur bu. Senin kaliteli gördüğün şeylerin bozulduğunu düşünürsün. Yetişkin insanlar, yetişkin olmalarından dolayı da pek çok alanda güçlü ve kanaat önderi durumundalar. Ekonomiyi, siyaseti, sosyal hayatı, her şeyi 90 öncesi doğumlular temsil ediyor. Ve bu insanlar bir şekilde dünyanın ellerinden kayıp gitmesine bilinçli veya bilinçsiz bir reaksiyon gösteriyorlar. Benim jenerasyonum Y kuşağını, Z kuşağını; ilgileri dağınık, disiplinli değiller, saygısızlar v.s. diye sürekli suçlar. Bunların çoğu doğru bu arada. Fakat onların geldiği gerçekliği ve onların dünyası bunun üzerine kurulu. Bunun için onları suçlayamazsın. Onların normali o. Ama aynı zamanda çok farkındalar. Benim ve benim jenerasyonumun hiç olamayacağı kadar farkındalar her şeyin. Bugün Şili’deki bir madende neler olduğundan, Venezuela’daki yönetim biçimlerine, Filistinli bir çocuğun neler yaşadığından, ABD’li bir çocuğun yaşam standartlarına kadar her şeyi biliyorlar bir şekilde. Bu farkındalık, kültürler ve sınırlar üstü global algı insanları birbirine yaklaştırıyor da aslında.
E-Spor’da bunun gibi bir şey baktığımızda. Çok global. Her çeşit insanı o kadar fazla bir araya getirme potansiyeli var ki. Sonuçta din, dil, ırk, boy gibi ayrımların aslında çok temel vasıfta insan olmayı ezecek şeyler olmadığını fark ediyor insanlar bu platformda.
İnternetin Facebook, Twitter, Snapchat gibi birkaç platforma sıkışması sizce bir geriye gitme midir? 90’lara baktığımız zaman çok farklı kombinasyonlar vardı. Şimdi ise temelde 4-5 tane network dışında bir paylaşım olmuyor.
90’larda her şey yeniydi. Herkes bir şey deniyordu ve en iyisini seçtiler. Facebook varken, Whatsapp varken Snapchat gelip nasıl başarılı oluyor? Pinterest dünyayı domine ederken Instagram daha başarılı olduğu için herkes Instagram’a geçti mesela. Facebook’a bir sıkışma söz konusu değil çünkü Facebook o kadar başarılı ve o kadar çok şeye cevap veriyor ki gerek yok diğerlerine. Bu sıkışmak değil tam tersine bir özgürlük. Bu platformlardan herhangi birisi senin isteklerine yanıt veremezse veya seni bir şekilde sınırlarsa başka bir yere anında gidebilirsin. Hiç düşünmezsin bile. Facebook dediğin şeyin aslında yüzlerce örneği yapılmış fakat hiçbiri Facebook kadar başarılı olamadığı için tutmamış. Google bile denedi yapamadı. Kesinlikle bir ileriye gitme var. Çünkü bahsettiğimiz şey çok geniş. Tamamen açık bir dünya. Oyun dünyası bile bu yönde değişti. Artık herkes Open World (Açık Dünya) oyunlar yapıyor. Ben çok sevmiyorum gerçi. Sana hitap eder, etmez. Bana mesela Snapchat dünyanın en saçma şeyi geliyor. Her şeyi anlıyorum, her şeyi de kullanıyorum ama Snapchat bana çok saçma geliyor. Kullanana da hiçbir şey demiyorum.
Bulunduğumuz paradigmada aydınlanma siber boyutta gelecek şeklinde teoriler var. Yani eğer bir dönüşüm olacaksa, bir çağ kapanıp yenisi açılacaksa bu siber boyutta olur diyebilir miyiz?
Siber boyut veya dijital boyut diye bir şey yok ki. Atıyorum sen Facebook’ta bir şey yazdığın zaman ya da dijital ortamda bir şey oynadığın zaman başka bir benliğe girip başka bir benlikten çıkmıyorsun ki. Bir şekilde oraya geçtiği zaman insanlar bambaşka psikolojilere girebiliyorlar ama sen yine sensin. Oradaki bütün etkileşim senin normal hayatına da etki ediyor. Sen Facebook’taki bir arkadaşınla kavga ettikten sonra bilgisayar başından kalkınca her şeyi sineye mi çekiyorsun? Karşı karşıya geldiğinizde Facebook’taki kavganız yaşanmamış gibi mi hareket edeceksin? Veya senin bir politikacı hakkındaki görüşlerin Twitter’da gördüğün bir haber yüzünden etkilenmeyecek mi? Bunları birbirinden ayırmaya hiç gerek yok.
Dijital dünya bu sürecin etkileşimini ve iletişimini inanılmaz hızlandırdığı için çok büyük bir dürtü gibi geliyor ve filtresiz geliyor insanlara. Ben mesela liseden beri Japon Feodal tarihine çok meraklıyımdır. Lisede gidip kütüphanede araştırma yapardım. Şimdi tek tuşa basman yetiyor. Japon Feodal tarihini araştırmaya atıyorum 400 saat harcamışsam, benim o 400 saatte yaptığımı şimdi 20 saatte yapabiliyorsun.
Shogun: Total War oynamış mıydınız? Oyunların böyle bir etkisi de oluyor malum. Yani 1000 saatte edinemediğin deneyimi tek bir oyunda edinebiliyorsun.
Oynadım evet. Tabii ki etkisi oluyor. Bir tane Civilization serisi oyna, öyle ya da böyle medeniyet tarihiyle alakalı temel prensipleri öğrenebilirsin.
Football Manager de oldukça bağımlılık yaratan bir oyun. Saatlerce başından kalkmadan oynayanları biliyoruz. Sizce bu bir kayıp mı yoksa bunu yaparken mutluysan bu oynayan için bir kazanım mı?
Bir kere her şeyin fazlası zarar. Brokoliyi bile dört kilo yersen zararlı. Sonuçta bir oturuşta 170 saat oyun oynanmaz. Ben mesela bir ayda 300 saat Civilization oynasam kafayı yerim. Ama sonuçta iki buçuk yılda 600 saate yakın oynadığım bir oyun. Bunun bir zararı olmaz işte. Yayarak oynamak en mantıklısı. İnsanların zamanını ne kadar kötü kullandığına bakarsan bunlar oldukça olumlu şeyler. Klasik bir şey vardır: kalk bilgisayarın başından da biraz insanların içine karış eleştirisi. Yetişkin olan herkes bunu söylüyor. Aslında bu da bir endişeyi dile getiriyor. Bundan 15 sene önce de bütün gün sokaktasın biraz evde otur deniyordu çocuklara. İnsanların iletişim kurması illa fiziksel olmak zorunda değil. Dijital alan çok yeni olduğu için bunun sosyal çerçevesi henüz belirlenmemiş durumda sadece. Mesela en basiti beni dijital alanla ilgili olarak en rahatsız eden şey dilinin çok sakil olması. İnsanların yüz yüze olmasıyla aynı şey değil elbette ama insani saygı noktasında büyük sıkıntı var. O mecrada ”amk” kısaltması dünyanın en normal şeyi ama burada yüz yüze konuşurken size diyemiyorum. Orada küfür etmek son derece normal ve her yerde oluyor bu. Amerika’da güzel bir laf vardır: That Escalated Quickly (çok hızlı tırmanıyor). Mesela sözlü söylediğim bir şeyin ilk etkisi hemen azalıyor. Ama bu şeyi yazılı gördüğün zaman tekrar tekrar onu okursun. Daha çok sinirlenirsin. Daha çok takılırsın. Böyle bir şeyden bahsedebiliriz. Bunun bireysel sınırları ve toplumsal sınırları zamanla oturacak şeyler. Sadece çok yeni olduğu için insanın temel saldırgan içgüdülerini de çok fazla öne çıkaran bir durum bu. Artık çok fazla manipülasyon var. Çok fazla troll var. Ancak bunlar bir problem olmamalı. Bizim bu ortamın yarattığı imkanlara ve açıklığına odaklanmamız gerekir. Senin fiziksel hayatta merhabanın ötesinde iletişim kurduğun insan sayısı 600-700’dür muhtemelen. Sadece dijital ortamda birkaç günde 600-700 insanla iletişim kurabilirsin. Network’ün geometrik olarak büyümesi işte tam olarak böyle bir şey. Basit bir örnek vereceğim, siz eğer bana sadece basketbol röportajı üzerinden ulaşmaya çalışsaydınız bana ulaşmanız çok daha zor olurdu.
Basketboldan bahsetmişken, Golden State’in pace and space’e dayalı oyunu sizce modern basketbolun en üst seviyesine ulaştığı anlamına gelir mi? Şu andaki Golden State, Michael Jordan’lı Chicago Bulls ile aynı ligde oynasaydı onlara 30 sayı fark atar demiştiniz bir demecinizde.
Hatta tam olarak şunu söyledim; sezonun en kötü takımları üzerine konuşuyorduk, 2015-16 sezonunun en kötü takımı Philadelphia’ydı. Geçtiğimiz sezonun en kötüsü ise Brooklyn. Geçtiğimiz sezon için de bunu söyleyebilirim. Bu Brooklyn’de o seneki Chicago’yu yener. Sixers için de geçerli bu.Gelmiş geçmiş en iyi tenisçilerden biri Ivan Lendl şimdi gelsin Rafael Nadal’dan oyun alamaz. Bu tamamen oyuncuların gelişimiyle ilgili bir durum. Üstüne üstlük şu anda oynayan iyi bir iki yada üç numara için konuşacak olursak mesela Bradley Beal, Michael Jordan’dan daha iyi bir oyuncu. Bunu çok ciddi söylüyorum. Ama bu Michael Jordan kötü bir oyuncu olduğu için değil. Herkesi kendi dönemine göre değerlendirmek gerek. Michael Jordan şu anda oynasa başka bir oyuncu olurdu. Hatta şu andaki koşullarda yetişse ve gelişse muhtemelen yine ligin en iyisi olurdu. Ama kendi dönemindeki haliyle bunun olması mümkün değil. Dikkat edersek Michael Jordan’ın 1991-1993 arasındaki oyunuyla 1996-98 arasındaki oyunu da çok farklıdır. Bu iki dönemde bile farklı oyuncular görürüz kendi içinde. Bunu Jordan’ı küçümsemek için söylemiyorum. Gelmiş geçmiş en iyi oyuncudur. Ben Michael Jordan’la yetiştim. Basketbolu takip etmeye başladığım yıl 1985’tir. Michael Jordan’ın da sahneye çıkmaya başladığı yıllardır. Yani onun kariyeriyle büyüdüm ben.
Oyuncular bazında bu böyle. Onun dışında oyun da çok daha iyi bir hale geldi. Oynanan oyun çok daha modern. O kadar verimli oynanıyor ki şu anda oyun… Bununla alakalı bir diğer mesele de eskiden daha fazla sertlik vardı, mücadele daha yüksekti gibi klasik iddiaların gelmeye devam etmesi. Tamam, diyelim ki hepsini kabul ettik. Ben bir tek şey rica ediyorum bunu söyleyenlerden. O çok övülen dönemin maçlarından birini bir devre seyretsinler. Bir maç bile seyretmelerine gerek yok. Biraz objektif bakabilirlerse oyunun ne kadar hantal ve yavaş olduğunu görecekler. İnanılmaz yavaştı eski basketbol şimdiye kıyasla. Bunlar yürüyor dersin izlediğinde. Hakikaten o kadar fazla bir sürat farkı var ki anlatamam. Ama bu çok normal. Mesela gelmiş geçmiş en büyük çalım ustası Garrincha diye bilinir futbolda. Bir tane Garrincha maçı seyret gülmekten ölürsün. Tamam büyük yetenekmiş ama dönemin koşullarına göre şekillenmiş yeteneği de. Hiç unutmuyorum onun çok ünlü bir videosu var. Youtube’dan da bulabilirsiniz. Bulgaristan’la Brezilya’nın Dünya Kupası maçı hatta. Savunmacı karşısına geliyor Garrincha’nın. İkinci savunmacı da arkada bekliyor. Garrincha ilk savunmacıyı çalımlıyor sonra ikinci savunmacıyı çalımlamaya gidiyor. Bu sırada çalımı yiyen görevini tamamlamış oluyor. Ben çalımı yedim tamam artık işim olmaz gibi bir mantalite var yani. Bu arada iki savunmacı aynı anda müdahale etmiyor. Sıralarını bekliyorlar. İkili markaj yok, kademe yok… Bunu o dönemi kötülemek için söylemiyorum tabi. O zamanın gerçekliği bu. Çok basit başka bir örnek daha verebiliriz bunun için. Benzer bir şekilde Euroleague için de ‘’erkek’’ basketbolu oynanıyor denir. Euroleague’i sevebilirsin hiçbir sakınca yok bunda. Amerika’da da NCAA’i çok fazla seven insan var. NBA yalan deyip dururlar. Gayet de aklı başında insanlar bunlar. Bunu sevmekte bir sakınca yok çünkü gerçekten de apayrı bir keyif bunları seyretmek. Ama bu ikisini kıyaslarken bunun öbüründen daha kaliteli olduğunu söyleyemezsin. Daha keyifli olduğunu iddia edebilirsin. Daha simülasyon olduğunu iddia edebilirsin. Ama daha üst düzey basketbol değil. Kolejde oynanan şey rezillik. Ben izlemiyorum ki her şeyi izlerim malum. Şu örneği de veriyorum hep: Sen Türkiye Atletizm Şampiyonasına git ve 100 metre yarışını seyret tribünden. Sana o kadar süratli gelir ki izlediğin şey. İnanamazsın ne kadar sürekli bu atletler diye. Çünkü senin gördüğün en süratli adamlar onlar. 10 saniye 21 saliseyle birinci olur diyelim atlet. Sonra televizyondan uluslararası yarışmayı seyret. Tyson Gay’ler, Justin Gatlin’ler… Televizyon yayınında altta çıkan numerik istatistikler olmasa Türkiye’de seyrettiğin yarışmayla uluslararası yarışma arasındaki hız farkını anlamazsın. Öyle bir algımız yok bizim. Hemen hemen aynı gözükürler. Ama ekranı ikiye bölüp yan yana yarıştırsan bu iki grubu bizimkiler 5 metre geride kalır. NBA ile Euroleague arasındaki fark da bu işte. NBA’deki sürat farkını anlayamıyor insanlar. Fark edilmiyor. Çok daha süratli oluyor her şey NBA’de halbuki.
Sporda insan limitlerine gelindi ve bundan sonra insan limitleri zorlanamayacak kadar ileri seviyeye ulaştı diye konuşulur. Sizce bu eski bir mit mi?
Azalan verimler yasası (the law of diminishing returns) diye bir şey vardır. İnsanın limitleri var evet ama her 10 yılda bir insanın limitine kalan mesafenin yarısını gidiyoruz. Yani hiçbir zaman ulaşamayacağız ama her zaman gittiğimiz mesafe daha da azalacak.
Siber boyutta baktığımız zaman NBA organizasyonu sizce de çok başarılı yönetilmiyor mu futbola kıyasla? Sosyal medya olsun, all-star etkinlikleri olsun. Mesela futbolda böyle şeyler yok.
Çok ciddi bir değişim var futbolda. Amerikalılar bu işi yıllar önce keşfetti. Avrupalılar daha yeni uyanıyorlar. Geçen senenin Şampiyonlar Ligi şampiyonu Real Madrid oldu. Real Madrid şampiyon olduktan sonra 5 dakika geçmedi Barcelona’nın resmi hesabından Real Madrid’i kutlama mesajı geldi. Bundan 5 sene önce böyle bir şeyi görebilmek imkânsızdı futbolda. İki takım da birbirini gırtlaklıyorlardı. Fenerbahçe Galatasaray gibiydiler. Sporun temeli rekabettir. Ama rekabet üzerinden oyun kurgularsan sürekli bir saldırganlık ve bir üstün gelme mücadelesi ortaya çıkıyor. Bu da çok basit bir sonuca yol açıyor. Bazen kaybediyorsun. Sonuçta maçın skoru ya da yaptığın organizasyonun sonucu ne olursa olsun kazanabilecek formülü yaratmalısın esasında. Barcelona ligi yedinci bitirmeyecek muhtemelen. Fakat takip edenlere Real Madrid’e yenildiği veya Ossasuna ile berabere kaldığı zaman bile kazanmış hissi vermen gerekiyor. Temelde her şey oyun için var. Oyunun temeli rekabet ve kazanmak dediğim gibi. Fakat kazanmak tek unsur olmamalı. Bunun dışına çıkmak için de oyuncularını ön plana çıkartıyorsun, sosyal sorumluluk projelerini ön plana çıkartıyorsun, sağlıklı rekabeti ön plana çıkartıyorsun… Böyle şeyleri ön plana çıkartarak oyunun her anından keyif almaya başlayabiliyorsun. Hatta kendinle dalga geçebilecek seviyeye gelmesi lazım artık futbolun. Bu işin bu kadar abartılması da iyi değil. Sonuçta hayat memat meselesi değil. Bu bir eğlence.
Maalesef bizde bu iş hala oturmadı. Cenk Tosun bir şut kaçırıyor diyelim. Hemen bir küfür seli. Cenk Tosun senin en iyi oyuncularından biri nesine küfür ediyorsun. Sanki bilerek kaçırdı. Bizde başka yerde biriken zehri dışarı detokslama durumu var. Cenk Tosun’un o pozisyonuna gülebildiğin zaman aslında pozitif enerji biriktirebiliyorsun. Mesele pozitif enerjiyi biriktirebilmek. Negatif enerjiye gerek yok. Çünkü spor dediğin şey aslında büyük bir saçmalık. Ben hep okullara söyleşiye gittiğim zaman şunu söylerim: Spor çok değerlidir ama hiç önemli değildir. Bir Pazar günü Barcelona maçı seyretmek sana keyif veriyor. Hayatını renklendirir o kadar. O olmasa bir şey kaybetmeyeceğini bilmesi lazım insanların. Değer böyle kazandırırsın bir şeye zaten. Bizde tam tersi. Hiç değer verilmiyor ama dünyanın da en önemli şeyi. Galatasaray Üniversitesi’nde bir söyleşide bunları anlattım geçenlerde. Arka taraflardan bir çocuk dedi ki, Kaan Abi öyle diyorsun ama Galatasaray yenilince kahroluyoruz. Ben de şalter attı hafif. Sen niye kahroluyorsun ki? Bana niye kahrolduğunu anlatabilir misin? Futbolcu dediğin herif 4 milyon Euro para alıyor. Kıçını kaldırıp koşmuyor ve kahrolmuyor. Sen niye kahroluyorsun?
Konudan konuya atlıyoruz biraz ama size sormak istediğimiz şeylerden birisi de Amerika’daki yol kültürü. Bu konudaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Bunu anlatmak çok zor. İstediğin kadar film seyret, kitap oku ama bunu yaşamadan anlamak çok zor. Ben ABD’ye çok gidip geldiğim için ve ABD’de on bin kilometrenin üzerinde yol yaptığım için onu gördüm. ABD’de New York hariç hemen hemen aynıdır her yer. New York’u ayrı tutuyorum çünkü New York aslında bir Avrupa şehridir ve oraya giderseniz herkes söyler zaten New York’un ABD ile pek alakası olmadığını. Amerikalıların yaşadığı bir Avrupa şehridir New York kısaca. San Diego ile Wyoming’in, Alabama ile Miami’nin, Portland ile Memphis’in hemen hemen hiçbir farkı yoktur. Hatta Sim City gibidir Amerika. Herhangi bir sokaktan fotoğraf çek neresi olduğunu anlamana imkan yok. Binalar, alışveriş merkezleri, sokaklar birbirlerinin aynısıdır. Resmen bilgisayar oyunu Sim City oynuyormuşsun hissi verir Amerika sana. Houston ABD’nin dördüncü büyük şehridir. Houston’un şehir merkezi dediğin yeri çok küçüktür. Mecidiyeköy Meydan arası kadardır. Houston’da yaşıyor dediğin insanlar 50 60 km uzaktaki yaşam alanlarında yaşıyordur. Şehir merkezinde de dört beş tane gökdelen var, altı yedi tane iş merkezi var o kadar. Başka hiçbir şey yok. Maslak’ın ortasını düşün o kadar. Los Angeles dediğin yer ABD’nin en büyük şehirlerinden birisi ama şehir merkezi Caferağa kadardır. Mesela Pico Bulvarı var Sunset Bulvarı ile paralel bir bulvar. Pico Bulvarı’nın uzunluğu 370 km (230 mil). Las Vegas Nevada sınırına kadar gidiyor yani. Bildiğin cadde bu. Cadde 370 km gider mi? Bu gidiyor işte. ABD bu sistemi kurarken de her şeyi insanların arabası olması üzerine yani insan tanımını arabalı canlı olarak yaparak kurgulamış. Yeni kurulmuş bir ülke olmanın da avantajları var tabi. Yani yeni yerleşim olmanın avantajlarını da kullanmış. Doğal olarak da yol yapmak ve yola gitmek hayatın çok önemli bir parçası olmuş. İnsanlar sürekli bir mesafe kat ediyorlar. Kültürleri gereği seyahat etmeyi acayip derecede sevdikleri için de sürekli arabayla bir yerden bir yere gitmek üzerine hayat inşa edilmiş. Bununla birlikte yol boyunca bir sürü aktivite ile karşılaşıyorsun.
ABD Avrupa’dan daha büyük biliyorsunuz. Moskova’dan çıkıp Lizbon’a gidiyorsun mesela. New York’tan Los Angeles’a gitmek öyle algılanmıyor ama öyle. Fakat ABD’de yol boyunca iki üç kilometre boyunca boş alan görmezsin. Yolların kenarında hep bir şey vardır. Bütün yollar dümdüzdür. Los Angeles’tan Las Vegas’a gidiyorum diyelim. Los Angeles’ın çıkışından sonra I-15 otobanına girdiğin zaman hız sabitleyiciye basıyorsun sonra yat uyu Las Vegas’ta kalkarsın. Kendi kendine gider araba. Yol dümdüz. Tüm bunlar doğal olarak yol yapmak, yolda gitmek üzerine bir kültür yaratmış. Ünlü Route 66, Pasific Highway yolu gibi efsane yollar var. Ben Pasific Highway’de yol yaptım. San Diego’dan Portland’ın güneyine kadar gittim. Yol boyunca kültürel, tarihsel bir şey yok ama hayat var onu görüyorsun. Birde ABD’deki mesafeleri ikiye bölerek düşünün. ABD’deki 400 km buradaki 200 km’ye denk gelir. Şehirler arası yoldan bahsediyorum. Bunu anlatmak çok zor. Ama gerçekten öyle. Ben Türkiye içinde de çok yol yaptım. İstanbul’dan Eskişehir’in girişine 250 km ise 500 km ile aynı şeye denk geliyor ABD’de. Orada yollar o kadar düzgün ve o kadar bunun için kurgulanmış ki.
Son sorumuza geldik. Sizce İstiklal’in ya da Kadıköy’ün kültür devrimi açısından müzikte olsun edebiyatta olsun merkezi rolleri devam ediyor mu? Şu andaki durumu siz nasıl değerlendirirsiniz?
Ne yazık ki İstiklal ölüm döşeğinde ve hatta öldü diyebiliriz. İstiklal Kadıköy’ün hiç olamayacağı kadar güzel bir yerdi. Çünkü İstiklal’in kozmopolit yapısı hiçbir yerde yok. Her kesimden insanı İstiklal’de görebilirsiniz. En alt kültürden sosyo-ekonomik olarak en üst kültüre kadar her çeşit insan vardır. Bu kültür kazanının içinde İstiklal’de karışabiliyorduk. Bu da inanılmaz dinamikler sağlıyordu. İkincisi çok büyük tarihsel önemi var İstiklal’in. İnsanlar takım elbise giyer çıkarmış zamanında Pera’ya. Osmanlı dönemine kadar uzatırsın yani. O seçkinlikten daha kozmopolite dönüşmesi çok enteresandır. Muazzam bir yer benim için İstiklal. Türkiye bir kültür mozaiğiyse, İstanbul’un yarattığı en güzel eser İstiklal’di. Bitti ama. Benim için dışarı çıkma kavramı İstiklal’e gitmekti. Nerede oturursam oturayım bu böyleydi. Ama son beş yılda üç kere gittim İstiklal’e. Kimse de gitmiyor artık zaten.