Kuru Otlar Üstüne Ceylan’ın sinematografik olarak en başarılı filmi olmakla birlikte izleyiciye, filmin akışındaki mevcut zamanın gerisinde, çoktan yaşanmış geçmiş bir zamanın öyküsünü sunuyor sanki. Belki de insanlığın ezelî ve dönüp durarak aynı imkansızlığı önüne getiren yazgısının bir tecellisi bu film. Filmdeki her çehre aslında ta ezelden beri yazgının, o katı, o buz gibi yakıcı beyazlığında sararmış, baharın gelmesiyle birlikte bir türlü tazeliğini ve rengini kazanamayacak olan ve her biri baştan mağlup olmayı kabul etmiş, beyaz bir hakikat olarak uzanan tabiatın içinden çıkan garip abideleri. Daha en baştan kurumuş olan otlar.
*
Ne zaman yazmaya kalksam, gözlerimin ardında kıvılcımlı, iplik iplik bir sancı salınmaya başlıyor.
Bulutlu havalara henüz alışamadım.
*
Uyku tutmayan bir gece… Dışarıda pencerelere ağlarını ören yağmur. Bir o yana, bir bu yana dönüp dururken kurmaya çalıştığım kaçıncı hayal?
Tenim geriliyor, gerildikçe ılık ve kıvrımlı bir yaşamı, gecenin kıpırtısız ve bir süre sonra tekdüze yağmur sesini bile duyulmaz kılan derinliğinde tüm çıplaklığı ile hissetmek beni hiç tanımadığım acıların içine; mesela savaşta oğlunu yitirmiş bir annenin, toprakta çürüyen bir etin, kelimesi havada asılı kalan bir sesin, ve ansızın kesilen bir nefesin yarım kalmışlığına katıyor. Ölümü ve yaşamı her zerremde tüm şiddetiyle hissetmek varoluşa karşı çareleri hiçe sayıyor şimdi.
*
Artık sadece bir yere mıhlanmış duruyor gibiyim. Eski gazapların insanı olduğu yerde sabit kılan dehşetini, rengarenk ekranlar, betonarme binalar ve elektronik sesler arasında duyuyorum.
*
Hayatla yüzleşmek, “Gecen nasıl geçti? sorusuna verilecek cevaplarda gizli.
*
Kaç asırdır bu rüzgar böyle? Kaç asırdır toplaşıp gülüyor insanlar? Kaç asırdır her şey hep olduğu yerde?
Eskilerden bir el, günümüzün toprağına kendi çağındaki yaşam tohumunu ekmiş ve şimdi bu tohum maharetiyle tekrarlanan bir aynılığın içindeyiz. Krem rengi ve tuğla tuğla dizilmiş gibi duran alçıdan bir duvarın önünde, gözlerde aynı yılgınlık, seslerde aynı buğu, gövdelerde aynı ahenk ve gövdelerin üstündeki başlarda aynı yaşama hevesi.
Üzerine kitapların yığıldığı ve hepsinin üzerinde bulunan etiketlerinin yarı fiyatına satışa çıkarıldığı çelik tezgahın karşısında duruyorum. İnsanlık tarihinde kitapların karşısında duranların kaçıncısıyım? Kaç milyonuncu yafta, akşam vakti gayri ihtiyari bulunduğum bu eylem sonucu boynuma takıldı?
Hangi geçmiş neslimin yansımasıyım?
Yağmurla gün boyu ıslanmış caddenin kenarında üstü perişan, çıplak ayaklarıyla ve kapkara yüzüyle oturmuş genç bir adam… Yeryüzünde böyle bedbaht olmuş olanların kaçıncısıdır?
Kaçıncı kez dönüyor dünya? Başımız kaç kere daha dönecek?
Eskilerden uzanan eli bir yakalasam, onun toprak kokan bileklerinden kavrayıp da sorsam: “Ölenlerin kaçıncısı olacağız?!”
*
“Eskiden seninle nerelere giderdik? Şehrin tüm sanat galerilerini gezerdik… Tophane’ye çıkar, kitap okur, karıncalarla oynardık. Aslında hep sessizlik arardık.“
Sesine okul çocuklarının uzaktaki cıvıltıları dokunurken ihtiyar yüzünde hayal gibi bir hoşnutluk belirdi ve usulca söndü. Dere yatağının üzerinde büyümüş yabani otların, güneşli bir sonbahar akşamının serin rüzgarlarıyla kıpırdanan gövdelerinde ona verebileceğim bir cevap aradım. Yutkundum. Şehir gürültülü bir rüya halini alırken, geçip giden ömürler ve tükenen tüm gençlikler için üzüldüm.
*
Tarihi de, sanatı da, felsefeyi de artık sadece fenomenlerden ya da fenomenleşmeye heves edenlerden takip ediyoruz. Artık birçok kişi, sanki kültürün ve bilimin nabzını kendilerine ait hassas duyargalarla duyup, bilinmezlik içinden önümüze getiriyor. Ne lütuf! Bilgi akışı kendi seyrini, ışıklı bir yolun aldatıcı parıltısında kaybetmiş gibi geliyor bana. Etiket ve meziyet arasındaki fark bir nevi… Bu meseleye dair “Baudrillardvari” şeyler söylemek isterdim ama çok da mühim değil.
*
Evden ansızın gelen bir yaşama ümidiyle çıkıyoruz. Güneşli bir perşembe sabahı, yollar henüz boş. Eski ve oldukça hareketli İspanyol şarkıları üzerimize yağarken Trilye’ye gidiyoruz. Kıvrılan her viraj sonrası sabun köpüğü gibi hafif ve tatlı bir sis ardından izlediğimiz süt mavi deniz. Az ilerideki Jandarma çevirmesinde duruyor ve birkaç rutin sual sonrası yeniden yola koyuluyoruz.
Eski evlerin cephe duvarlarına, kapılarına ve sanki her biri geçmiş bir zamana çıkan daracık sokakların girişlerine uzanmış şu sarı, kavruk, hareketsiz gövdeler yorgun köpekler midir yoksa sonbahar yaprakları mı? İlk bakışta anlayamıyoruz. Yol üzerindeki sağlı sollu kahvelerde kendi hallerinde oturmuş adamların arasından temkinli otomobil manevralarıyla limana ulaşıyoruz. Limana yığılmış büyük balıkçı gemileri… Mavi sandalyeli, beyaz masalı, Ege kokan bir liman kahvesi bulup, denize oldukça yakın bir yere oturuyoruz. Ben tam bu satırları yazarken fotoğrafımı çekiyorsun. Hemen yanımızda kıvranan denizin mırıltılarını bir balıkçı takası bölüyor. Birden dönüp arkanda duran ve gelirken hiç dikkat etmediğim karavanları göstererek, çağımızdaki boşanmalardan bahsediyorsun. “Kadınlar erkekleri evlerinden kovdukları için bu karavanlarda kalıyorlarmış.” Bunu da yazmamı tembihliyorsun sonra.
“Hava bugün insanı varlığı sorgulamaktan vazgeçirecek kadar güzel” diyorsun ardından.
Kalkıp limanı boydan boya yürümek istiyoruz. Köşede doğal taşlar satan, yüzü de eski mermerler kadar tozluymuş gibi gelen yaşlı seyyar satıcıdan Lapis Lazuli taşından mamul bir bileklik alıyorsun bana.
Bu gece mavisi taşı hep sevmiş olduğumu söylüyorum. Şimdi her manzaramızda yer alan göğün ve denizin mavisi ile kolumdaki bilekliğin koyu mavisine dair düşünüyorum. Aklım, bu taşın melankoliye iyi geldiğine dair birkaç cümle okuduğum günlere gidiyor. Şimdi gördüğümüz mavi ile içimdeki mavinin garip bir benzerliğini bulmaya çalışıyorum. Belki de mavinin, insanı her daim umut etmeye çağıran haline inanmak istiyorum. Sana Kitab-ı Ahcâr’dan bahsediyorum.
Denizi neredeyse kuşbakışı gören ıssız bir banka oturuyoruz. Solumuzda denize gölgesi düşen zeytin ağaçları… Ufuk çizgisinde kıpırdanan ve biraz sonra uzak bir yaz hayali gibi, birkaç ay evvel Ege kıyılarında yaşadığımız iyotlu bir yaz günü gibi üzerimize yağacak nemi görüyorum. Sağ tarafımızda yorgun bir kol gibi öylece bırakılmış kara parçası uzanıyor… Susuyoruz.
Bir tarafı aşklarına dair izler bırakmak isteyen erkek ve kadın isimleriyle karalanmış, bir tarafı ise kilisenin tuğla ve kaba taştan müteşekkil yıpranmış cephe duvarı olan dar sokağın sonunda bulunan kemerin altından geçiyoruz. Bayır aşağı, nereye gittiğimizi bilmeden iniyoruz sonra.
Dönüşte Yasmin Levy’nin sesinden son ses “Mal De’l Amor” çalıyor. Sadece yolu izliyoruz. Bir viraj sonrası yolun ortasında öylece duran iki köpek görüyor, yanlarından geçerken birbirimize bakıp tebessüm ediyoruz. Ardımızda bıraktığımız deniz, gök ve sanki güneşli bir günde, ağlamaklı gözlerin buğulu bebeklerinden ışık kırılmalarıyla usul usul büyüyormuş gibi gelen efsunlu mavi… Bu mavi ile içimdeki mavi, sanki bilinmez bir elin tuttuğu bir palette, iç gıdıklayıcı fırça darbeleriyle damla damla karışıyor. Reçetesi çok eski olsa da ortaya çıkan bu yeni maviyi kolumdaki Lapis Lazuli taşından mamul bileklikte taşımaya karar veriyorum.
*
Mucizevi bir tezahürle, her an gelmesi umulan barışı beklemekten başka çaresi olmayan dünya, ihtiyar ellerini, asırların hoyrat rüzgarlarıyla kırışmış bedbaht alnına dayamış, dillerin, araçların, hudutların ve pek kolay harcanmak için icat edilmiş genel geçer kavramların olmadığı zamanlardaki ilkel sükunetini ve masumiyetini özlüyor. Şimdi dünyanın bedbaht alnı alev alev yanmakta ve hayal ile gerçeğin arasındaki farkı görmekten aciz, dehşetli sanrı ve vehimlerle umudunu günden güne yitirmektedir.
Dünyanın binlerce sene kendi alnındaki ateşle damla damla damıttığı kültür, söz, kıymet, huzur ve sükunet, şimdi bu düşünceli tavrıyla oturduğu yerde alnından ellerine, oradan gövdesine ve en nihayetinde pabuçlarının dibine süzülen çamurlu bir su birikintisinden başka bir şey değildir. Tüm mevcudiyete büsbütün yazık olması an meselesidir artık.
*
Gecenin ortasında, tahmini mümkün olmayan bir süratle ilerleyen ve dışarıdaki karanlığa inat içi oldukça aydınlık bir otobüsün camlarında gördüğüm yansımam. Gözlerim, titreyen ve parçalanması an meselesi gibi gelen bu incecik otobüs camlarında, dağ başlarında, insanın karşısına ansızın çıkıveren kuyular gibi karanlık ve derin.
Her ne olursa olsun senden bir mektup bekliyorum. Bir sabah, kapımın çalmasıyla içimde açılan büyük bir boşlukla birlikte elde ettiğim, her şeyin karanlığına dair atılmış başka bir imza olmalı mesela mektubunun sonuna iliştirdiğin imzan.
Duraklarda duruyorum. Dağ başlarındaki kuyulardan hakikate benzeyen karanlıkları toplamış gözlerim, gelip geçen otomobillerin farlarına takılıyor. Beni sadece bu otobüste değil, gecenin içinde de duran eski bir yalnız, eski bir gözyaşı abidesi olarak, henüz aydınlık gözlerimle ve genç, oldukça genç yüzümle bulacaksın rüyalarında. Eski tuğlalar, eski soğuklar, eski huzurlar ve henüz kirlenmemiş eski dillerde, sana inayeti hatırlatacağım. Ki sana inayeti hatırlatmamı sağlayan o devirlerde ben, başımı merdivenlerin korkuluklarına dayayıp, başımı yeryüzüne ve gökyüzüne dayayıp, ellerimle çiçekler derleyip, gözlerimle dağ başlarındaki kuyuları arayıp dururdum.
*
Elime bir fırça, karşıma tozlu da olsa bir tuval alsam ve otursam…
En derin karanlığın ortasında, bu dünyadaki ağrılı varlığımı, gece vakitlerinde ıssız sokaklardan bir hayal gibi geçip gittiğimi, sabahların bir tül gibi üstüme yayılan solgun ışığında gölgelenmiş çehremi çizerdim.
*
Kendime toplum içinde, bizzat toplumun gözüyle bakmaya çalışmamın, kendimi toplumun nesnesi olarak görmemin ve toplumda erimemin mahcubiyeti.
Kendisini tanımaya gayret eden bir insanın, kendisine büsbütün başka bir gözle bakmaya niyetlenmesi; içinde başlayacak ihtiras, kin, nefret ve utanç ile yüklü çetin bir savaşı kabul etmesi demektir.
Trenin, ötesinde hayatın aktığı camlarında kendimi izlerken bunu düşündüğümü fark ediyorum.
*
Islah etmeye çalıştıkları çürük yeşili dere yatağının toprağından iki güvercin havalanıyor. Ağaçların gövdelerinden sızan solgun aydınlık. Soldaki tepede kirli beyaz sis. Sisin ardında ince ince yükselen minareler ve evler. Güneş kadife gibi katmerlenen bulutların ardında. Dünyanın karnında kıvranan bir şeyler, çılgınca bir süratin doruk noktasında, akıp giden süreği bir çığlıkla kesecek gibi geliyor…
Ertesi gün sabah vakti uykumun arasında, ağırlaşmış göz kapaklarım şuurumun kuytularından çıkıp gelmiş şu cümleyi söylerken bir yara gibi açılıyor: “Bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.” Ezberimde duran eski bir şiirin parçası olan bu cümlenin söylendiği anı ve o andan sonra kağıttan kağıda, dudaktan dudağa çoğalışını süreğin canlı bir parçası olarak görmekten kendimi alamıyorum.
Pencereye bakıyorum, güneş katmerlenen bulutların içinden sıyrılmış, çırılçıplak ve sıcacık, gökte yüzüyor. Sis dağılmış. Dünyanın karnındaki kıvranan bilinmezlik dinmiş ve yerini, dingin bir havaya bırakmış.
*
Üst kattaki üniversite talebesi genç adam için…
Genç adam, dün saat gece yarısını çoktan geçmişken, yaklaşık yarım asırlık betonların arasından süzülerek odama gelen sesinizden anladığım kadarıyla yaptığınız telefon görüşmesinde pek hiddetliydiniz. Öfke her yanınızı sarmışken, uyumaya çalıştığım sıralarda bir o yana, bir bu yana savrulan kollarınızı ve kızaran yüzünüzü görür gibiydim yattığım yerde.
Olmuş olanın önüne geçemedik, olacak olanın da önüne geçemeyeceğiz muhtemelen. Her ne kadar klasik olsa da dünyanın kuralı hakikaten bu genç adam. Şimdi gecenin bu vakti, gençliğinizin verdiği ateşle kızaran yüzünüzü, her defasında boğazınızı yırtarcasına bağırırken kanla dolarak gerilen damarlarınızı ve henüz yolun başında sayıldığınız bu yaşta, içinize sığmayan isyanınızı dindirmeyi tavsiye ederim size… Çünkü eninde sonunda siz de bir gün benim gibi saat gece yarısını çoktan geçmişken, işkence gibi geçen bir günün ardından her renkten, sesten ve sözden kaçarak ana rahmi misali sığındığınız yatağınızda, aklınızdaki fikirlerle ıstırap haline gelen saatleri saymaktan yorgun düşerek uyumaya çalışacaksınız. Vakit, hem şimdi tazecik olan yaşamınız, hem de uyumak için çok geç olacak. Bir günün daha üstesinden gelmek yaşatacak sizi.
Olmuş olanın önüne geçemedik genç adam ve yarınlar da önüne geçemeyeceğimizi bildiğimiz olacak olanları taşıyor.
*
Sahafın eski ve tozlu eşyalarla süslü kapısının önündeki kutuda üst üste istif edilmiş kasetlere bakıyorum. Sezen Aksu, Mfö, Leman Sam. Dudağımın kenarında hınzır bir kıpırtı tebessüme dönüşmek için fırsat kolluyor. Soğuk geçen birkaç sonbahar gününün ardından yaz mevsimini hatırlatan sıcak bir gün. Kasetleri kutudan alıp alıp bırakıyorum. Gözlerimin önünde kasetçalarımın alt bölmesinde dağınık duran kasetlerim geliyor. Hangisi bende var, hangisi yok ufak bir tespitte bulunuyorum. Dudaklarımın kenarındaki kıpırtı şimdi uysal. Çocukça bir hissin sıcak bir hava ile büyüyen ve eskiye, ulaşılamayan bir eskiye benzeyen o hoş duygusuna kapılmamam mümkün değil. Saman kağıtlarım, kurşun kalemlerim, kasetlerim, eski Türkçe mecmualarım, asık suratlı ve güncel iken daima gaddar olan bir dünyaya karşı yazılacak bir manifestonun dekoru!
*
Dünya üzerinde yalnız ve çaresiz olduğumuzu hissettiğimiz zaman, çatışmaya meylederiz
*
Lambamı kapatıp, güneşin doğmaya başlamasıyla içeriye sızan ve dokunduğu her eşyaya garip bir yumuşaklıkla sanki geçip giden geçmişi yeniden bahşeden o solgun sarı ışığı izliyorum oturduğum yerde. Pencerenin ardında kıpırdanan ve eminim ki geceden kalma serinliğini tende anlık ürpermelerle insana ihtar eden tabiat. Bir zamanlar, bu sabaha benzeyen sabahlarda derin ve aslında üzerine düşünmeye hiç niyet etmeden teslim olduğum bekleyişlerimin olduğunu hatırlıyorum şimdi. Adını koyamadığım ve tarif edemediğim bir şey; dokunduğu her eşyaya geçmişi bahşeden bu solgun sarı ışığın, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan tabiatın, geceden kalma serinliğin, yollarda tek tük geçen otomobil ve insanların içinden gelip beni bulacaktı, emindim.
Bulmadı. Bu bekleyişlerim hayatın telaşı içinde tesirini günden güne yitirdi sonra. O zamanlar daha gençtim.
Gençlik, tuhaf bekleyişlerin umudundan başka bir şey değil midir zaten?
Bu sabah, bu solgun sarı ışığın içinde geçmiş zamanın bekleyişlerini hatırlasam da, yarım saat sonra her sabah ki gölgesiz aydınlık odaya dolunca tüm bekleyişlerin ne denli beyhude olduğunu hissediyorum.
Gençliğin geçip gitmiş olduğunu, bekleyişlerin beyhude olduğunu bildiğimiz zaman anlamaz mıyız zaten?
*
Düşüncelerinden kaçmak için şarkıyı bitmeden değiştir. Sonra bir şarkı, sonra bir şarkı ve en nihayetinde bir şarkı daha! Sana sanki ılık bir suyun içinde, gözlerini kapatmış da salınıyormuşsun gibi hissettiren o eski huzuru hangi şarkı hatırlatır şimdi?
Dün akşam bir saatliğine tedirgin bir uykuya daldın. On dakikalık safhalarla midenden boğazına yükselen garip bir sıvı ile bölünüp durdu uykun. Başının arkasında, hayır hayır, aslında başının tam da ortasında yani içinde, derinlerde bir yerde saçma bir sızı salınmaya başladı yine. Gözlerini tatsız bir akşama açtın. Dudakların kıpırdadı. Hangi şarkıyı söylemek istedin?
Birkaç gün önce sabah öğlene dönerken Bulantı’da Antoine Roquentin’in kafede dönmesini istediği plağı hatırladın: “Some Of These Day”. Şarkıyı buldun, ona kulak verdin, içinde bir yerlere tutundu şarkı ya da sen ona tutundun. Geçip gitti bu şarkı da. Her şeye rağmen fazla neşeliydi.
Başka bir şarkı buldu seni. Ya da o sen onu buldun, muallak… Karanlıktı sabah. Ama az sonra yavaş yavaş içine bolca su katılmış bir kahve gibi açılacak ve hafifleyecekti. Black Sabbath’ın “Solitude” zihninde dönüp duruyordu. O vahşi ve alttan alta dönerek coşmayı bekleyen garip tını içinde kıvrım kıvrım dolaşıyor, pencereden gördüğün hala yanmakta olan sokak lambasının altındaki ağacın dallarında bir sabah esintisiyle savrulup duran ve dökülmeyi bekleyen kuru yapraklar içini kamçılıyordu. Olmadı, şarkı alttan alta kendi etrafında, kendi acısıyla dönüp durdu… Bir türlü coşmadı. Sert bir gitar solosu beklerken, kendi kendine dönüp duran tını usul usul söndü.
Geriye eski bir çıngırağın ve aydınlanan günün ilk ışıklarında cıvıldamaya başlayan kuşların sesi kaldı.
*