Roadhouse Blues

ROADHOUSE BLUES

Müziksiz geçen dört haftanın ardından
Roadhouse Blues çalan bir barda bulutların üzerinde yürüdüm
Lucy’le karşılaştım gökyüzünde, elmaslarıyla
Psychedelic imajlardan geçtik, zaman dört kat yavaşladı

İki gündür uyumamıştım ve LA’in kızgın güneşi bütün düşüncelerimi sıvılaştırmıştı. Bu nedenle yaklaşık bir dakikadır gözünü ayırmadan bana gülümseyen kızı fark etmem zaman aldı. İsmi Lily’di. Hipsterların ve backpackerların alt alta ve üst üste kaldığı bir evde karşılaşmıştık. Londra’dan gelmişti, aslen Japonyalıydı.

Konuyu hemen 60’ların Londra’sının underground kültüründen açtım. Ve sıra LA’e geldi. LA bitik durumdaydı, ölmüştü ya da can çekişiyordu. Venice Beach’ten bahsetti biraz, plajda saatlerce süren çılgın açık hava partilerinden ve ben tabii ki sarhoş olmak istiyordum. Uykusuzluğumu öldürmek ya da bir an olsun kendime gelebilmek için. “Sana katılacağım” diyor Lily “gece 12’de.”

Şehir merkezinden Venice Beach’e varmak 6 saatimi alıyor. Kendime gelmek için sırt çantamı Budweiserlarla dolduruyorum ve içiyorum, içiyorum… Los Angeles, -Kerouac’ın deyişiyle Latin Amerikalıların biricik altın şehri- ışıltısını çoktan yitirmiş olsa da unisex WC’lerinde kondom, enjektör ve kadın pedinin aynı anda görülebildiği plajları ve yeterince dinlendiğinde düşünme yetisini tümüyle yok eden kendine özgü müziğiyle bedenleri özgürlüğüne kavuşturuyor. Ve ben bu düşüncelerin ortasından geçerek Pasifik’in başlangıcında yarına dair hiçbir amacı olmadan elindeki birayla uzaklara bakan bir adamım. Son 4 haftadır beni ayakta tutan dizlerime daha ne kadar güvenebilirim bilmiyorum ama artık Jim Morrison’ın The Doors’u neden bu plajda kurmaya karar verdiğini anlayabiliyorum.

Plajın ortasında gittikçe büyüyen bir öbek görüyorum,Lily’nin bahsettiği açık hava partilerinden biri olmalı. Kalabalığın ortasında herkesten fazla zıplayan Marcel var. Daha akşam olmadan peyoteyle uçmuş durumda olsa da beni tanıyor. Sekiz aydır yollarda Marcel. Hamburg’dan yola çıkıp bütün Avrupa’yı iki ayda geçtikten sonra Hindistan’dan Kamboçya’ya kadar uzanıyor ve orada ışığı görüyor. Kerouac’ın yoldan çıkardığı modern bir Zen keşişi o. 8 aylık yol deneyimini burada, Kertenkele Kral’ın şehrinde, Dünyanın Sonu’nda sonlandıracak. Marcel takıldığı, Arjantinli kızla tanıştırıyor beni. ”Biliyor musun” diyor kız; “insanlar sadece seksle iletişim kurabilirdi ve bu bütün iletişim tekniklerinin en doğrudan biçimi olurdu”.

Müziğin etkisiyle başkalaşıyoruz. Kimin yanında olduğumuzu, kimin elini tuttuğumuzu, kimle konuştuğumuzu bilmeden dönüyoruz ateşin çevresinde… Özgür bir bedenin kıvrımlarında yaşamı içmenin sarhoşluğu. Ve dans; hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir şeye dönüşmeden dans… “Ben küçükken bir okyanustum” diyor Marcel “ve sonra bir gün kendimi öldürmeyi denedim.” Birayla yüzünü yıkıyor Arjantinli kız, duman yüzünden yanan gözlerinden dolayı çığlık atıyor, gülümsüyor, unutuyor sonra ve o da bırakıyor kendini ateşe. Ve ben soruyorum kendime, kozmosun içinde mi yoksa dışında mı olduğumuzu…

Marcel’i bırakıyorum orada ve kumsalda uyumak için bir yer arıyorum kendime. İki günlük uykusuzluğumun ardından, birkaç saat boyunca parça parça düşlerle kesilen karmaşık bir dönemin ardından açıyorum gözlerimi. Yaşam uzun bir “Bad Trip”tir bazen ve düşler kendini bulmanın tek yolu olurlar. Alkolün azalan etkisinden dolayı uyuşan bedenimin şiddetle “yaşam”a ihtiyacı var. Sahip olduğum tek şeyi, sırt çantamı yanıma alıp sendeleye sendeleye nereye gittiğimi bilmeden savruluyorum. Gece yarısına hala üç saat var ve ben hala yeterince sarhoş değilim. Ne var ki Venice Beach’te gün boyu çalan ve her seferinde kalabalığı yeniden harekete geçiren bir şarkı var: Light My Fire.

Light My Fire’ın yükseldiği mekana girmekte tereddüt etmiyorum. Sahnenin önünde kendinden geçmiş bir kalabalık –çılgın kalabalıktan uzak- sınır deneyimin eteklerinde dolaşırken, bir Kızılderili görüyorum kalabalığın ortasında. Meksikalı bir kızla dans ederken yeniden doğmuş bir şamanı andırıyor. Görüntünün gerçekliğinden emin olmak için biraz daha içmem gerek.Burada hepimiz gecenin sonuna dek içeceğiz ve anlaşılan o ki hepimiz gecenin sonunda yükseleceğiz. Ardı ardına kadehleri yuvarlamaya devam ederken telefonumun çalmasıyla nerede olduğumu anımsıyorum.Arayan Lily olduğuna göre, saat 12’yi bulmuş olmalı.Üç saatin ne kadar çabuk geçtiğini fark ederek ürperiyorum ve olduğum bara çağırıyorum Lily’i.

Yeşil bir tişört var Lily’nin üzerinde ve yeşil dikkatimi dağıtıyor.
”Yeşil dikkatimi dağıtıyor” diyorum.
-Hangi yeşil?
-Üzerinde olan
-Neden?
-Çünkü belli süre yeşile baktığında geçici renk körlüğü yaşarsın ve baktığın her şey yeşilin formları gibi görünür.
Yeni bir şiir yazdım, diyor. Söylemesini istiyorum ondan.Heyecanla her sözcüğün üzerinden ürkekçe geçerek bir çırpıda söylüyor:
“İşaretler kayıp, avlanmak ise bozgun
Sürmek; yaşamı olmayan bir ruh gibi sonsuzluğa
Uzaklaşmak, uzaklaşmak, uzaklaşmak”

Tekrarlıyorum, her hecesini anımsamaya ça-lı-şa-rak.Şi-ir par-ça-la-nı-yor. İki hafta önce Greenwich Village’de bir kaldırımda yığılıp kalmışken o güne dek yazabileceğim en üstün şiirin dilimin ucuna geldiğini ama büyüsünü bozmamak için yazmadığımı anlatıyorum ona. Sonrasında şiire ne olduğunu soruyor.”Şiir oldum” diyorum. Kaldırımda üzerinden atladığım yitik serserilere götürdüm onu, otobanda bira içerken onu duyumsadım, kanıma karıştı.Ve belki de gerçekten sarhoş olmalıyız Lily.Belki bize biraz daha votka getirebilirsin.

Bir martini ve votkayla geliyor Lily. Ürkekçe martiniyi yudumluyor ve “aslında şimdiden biraz sarhoşum” diyor.”Venice Beach’te bu saatte ayık bir adama rastlamak olanaksızdır” diyorum. Gülümsüyor, daha önce hiç gitmediği Greenwich Village’den bahsetmemi istiyor benden. Anlatıyorum, anlattıkça 6 aydır onu LA’de çakılı tutan ve nedenini tam olarak kendisinin de bilmediği amacını anımsıyor ve “belki de gitmenin zamanı gelmiştir” diyor. “Gidelim o zaman” diyorum. Tam o sırada sahnedeki grup Roadhouse Blues’u çalmaya başlıyor. Kalabalığın çığlıklarına karışıyoruz:
Let it roll, baby, roll.
Let it roll, baby, roll.
Let it roll, all night long.

“Bir şarkı vardı” diyorum Lily’e. Nakarat kısmında “belki seni öpeceğim” diyordu.
-Evet onu biliyorum, diyor Lily. Ama şarkının adını çıkaramayacak kadar sarhoşum.
-50 yıl önce Syd, Londra’da renklerin müziğin farklı bir formu olduğunu keşfetmişti.Ve şimdi aramıza giren “yeşil”in Roadhouse Blues’la fotonlarına ayrıştığını duyuyor musun?
Söylediğim şeyin ne ifade ettiğinden  tam olarak emin olmadan duyuyorum yaşamı, müziği ve Lily her seferinde başımdan almak için hamle etse de hala yerinde duran kovboy şapkamı düzeltirken insanların sadece müzikle birbirine dokunabileceklerini keşfediyorum.
Renkler karışıyor ve biz orada sahnenin önünde fizyolojinin en derin gizemlerini keşfederken, 4 yıl önce her şeyin merkezi olduğuna inandığım şehirde, karanlık bir barda Roadhouse Blues’la kendinden geçenleri anımsıyorum.Roadhouse Blues geçmişi-bugünü-geleceği birleştiriyor.

-Hiçbir şey kaybolmuyor aslında, diyor Lily. İstersek, hep burada, bu şarkı çalarken, bu plajda sen ve ben, hepimiz, bütün o kaybolmuş insanlar, sonsuza dek kalırız değil mi?
-Evet.
-Ama yine de gideceksin değil mi?
-Evet.
-İstersek zamanı durdurabilir miyiz.
-Hayır ama belki biraz yavaşlatabiliriz.
-O zaman gökyüzünü izlemeye çıkalım, dedi.
Kumsala uzandık. Yıldızların solgun ışıklarıyla bedenlerimiz ısındı ve yitik bir şehrin unutulmuş şarkılarında anımsadık yeniden yaşamayı.
ve sürdük;
yaşamı olmayan bir ruh gibi sonsuzluğa

enjolras

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak