SoHo ve Blues

SOHO ve BLUES

*Yoldakilere ve ruhu hep yolda olanlara

Körlemesine daldım yitik şehirlere
Kaotik doğanın ortasında arındım yabancılaşmalardan
Bazen hep devam etmek istersin
Bazense zaman durur
Sen durursun
Şehir durur
Çevrendeki insanlar durur…
Hemingway’in evini gördüğümde anlamıştım
Neden 60’ından sonra kafasına sıktığını
İntiharı hiç ciddiye alamadım
Çünkü ne edebiyatı umursuyorum ne de yaşamayı
Edebiyat bizim için bir alışkanlık değil,
Dönem dönem kanımıza karışan bir virüstür
Sözcükleri kusarak hayatta kalıyoruz.
Gittiğim her şehirde farklı isimde tanıttım kendimi
Müziksiz geçen dört haftanın ardından
Roadhouse Blues çalan bir barda bulutların üzerinde yürüdüm
Lucy’le karşılaştım gökyüzünde, elmaslarıyla
Psychedelic imajlardan geçtik, zaman dört kat yavaşladı
Aynı gün içinde terk ettim ve terk edildim
Güneş’i seviyorum ama bugün ona saldıracak kadar cesurum.
Greenwich’teki meridyene yeterince uzak mıyız sence?
Ferrasi’ni Satan Piç gibi piyasacı bir aydınlanma yaşayamasak da
Sarhoş, hobo ya da kahraman olabiliriz birkaç saniyeliğine
Bütün tanımlar zamanı ıskalıyor sanki
Anlamsızca Johnny Cash’in Jackson’ını mırıldanıyorum
Ve ne zaman yola çıksam
Jackson’a gidiyorum sanki hep.
Kıraç tepelerden geçeceğiz
Çelik meltemler esen
Bir vadinin kıvrımlarında tanıyacağız sarhoşluğu
Yağmur ve Blues’la yükseleceğiz, yükseleceğiz…
Sen Batı’dan geliyorsun,
Bense Batı’ya döneceğim.
Yanımda ucuz votka var,
Siyah kaplı defterim
Ve yanımdan hiç ayırmadığım The Wall
Yeterince içersen zamanı durdurabilir misin?
Ya da kendimden bahsetmemi ister misin?
Gerçek adımı söylemeli miyim sana
Rock’n’Roll’la sarhoş olmuş, Zen’le kendini kaybetmiş bir serseriyim
LA’de Rock’n’Roll’a dair her şeyi yok eden Meksikalılara küfretsem de
Her gece onların içli ezgileriyle parlak Amerikan düşünün üzerine birlikte işedik.
Chinatown’da karpuz suyu içip berbat şeyler yedik
Brooklyn Köprüsü’nün dibinde Manhattan’ın lanetli romantizmini kustuk sonra
Gitmek zorunda değilim,
Ama birazdan gideceğim
Yolumuz bu yaşlı metronun dehlizlerinde ayrılacak
Birkaç gün daha kalmalısın diyorsun
Sabaha kadar Blues’un susmadığı barlarda
Sulandırılmış birayla sarhoş olmalıyız.
SoHo’dan ucuz bir vintage gözlük almalısın kendine
Çölün içimizi yakan güneşi bir an olsun yavaşlamalı
5th Avenue’de kaldırıma sırt üstü uzanıp
Revolution’ı söyleyen evsizlerin üzerinden atlayarak
60’ların yitik düşlerini geri getirmeliyiz Greenwich Village’e
Hudson Nehri’ne dek koşmalıyız yağmur altında el ele tutuşup
Dönüşü olmayan bir nehir gibi akmalıyız amaçsızlığımıza
Caz ve sosisli sandviçle
Ve ucuz olan ne varsa
Empirik bir dejavu içinde yitip gideceğiz.
Sıradanlığın bütün kuleleri terk edildi
ya da sıradanlık gölge oyunları oynadı gezici panayırlarda.
Gece yükselecek
Düş kaybolacak
Tropik yağmurlar bastırdığında çırılçıplak koşmak istiyordun
Otobanda son hızda Key West’e kadar sürmek
Bir gemiye atlayıp Havana’ya kaçmak istiyordun
Hollywood’a altın yıllarını geri getirmek
SoHo’da Pop-Art’a inanmak istiyordun,
Bryant Park’ta saatlerce uzun uzun öpüşmek…
Gökdelenin tepesindeki meditasyon partisine bir bilet
Uzaktaki park belli saatten sonra boş oluyor derler
Geceleri hayat erken boşalmıyor.

Önemi yok yeterince sarhoş olmak için içtiğim zaman yeterince sarhoş olamayışımın
Önemi yok doğuda ya da batıda,
ya da bir şeylerin sonunda olmamızın.
Önemi yok ucuz bir motelde kendini melankoliyle öldüren dadaist sanatçıların
Önemi yok vampir filmlerine gülüp ucuz Hollywood komedilerine ağlayanların
Önemi yok The Doors dinleyerek yaz yağmurunu ölesiye bekleyenlerin,
Önemi yok unisex WC’nin aynasına rujla “Gözlerinin içine bak, en güzeli sensin” yazan gizemli kadının.
Önemi yok az benzinle otobanda uçurumun sonuna doğru son hızda ilerleyenlerin,
Önemi yok, en uzak şehre bir otobüs bileti alıp daha yola çıkmadan kendimizden vazgeçişimizin.
Önemi yok, gökyüzünün son 10 milyar yılda ne kadar kirlenmiş olabileceğini düşünürken,
sonu gelmeyen bir gecenin ortasında kendimizi ateş böceklerini izlerken bulmamızın…
Önemi yok, aynı yürüyen merdivenlerde, aynı otobüs duraklarında,
aynı serseri yolculuklarda, yitik aşklarımızda, yazmadığımız şiirlerimizde
ve 50 yıldır dinleye dinleye eskitemediğimiz 60′ların o çılgın şarkılarında bulduğumuz tanımsız hisle birlikte
gitgide bir kanalizasyon çukurunu andıran, yitmiş milenyum şehirlerinin moda kusan caddelerinin…

Dadaist, egzistansiyalist, anarşist, sürrealist, nihilist, enternasyonalist ya da ressam olsaydım yine düşerdim yola.
Müziğin beş gün beş gece susmadığı festivallerden birinde, 72 saatlik uykusuzlukla adımı bile çıkaramayacak kadar sarhoş olsam yine düşerdim yola.
Woodstock ruhunu yitmiş milenyum şehirlerinin moda kusan caddelerine taşımak için yine düşerdim yola.
Birlikte ayakta durduğumuz gibi birlikte düşmemek ve 68’de yarım bırakılanı tamamlamak için yine düşerdim yola.
Düşmüş hostellerde kahvaltıya LSD’yle başlayan arkadaşlarla ayıkken psychedelic düşler görme adına yine düşerdim yola.
Asfaltın üzerinde ben, müzik ve sonsuzluk baş başa kalsak, varoluşu bütün çıplaklığıyla görebilmek için yine düşerdim yola.
24 saat yürüdükten sonra, sahip olduğum tek şeyi, kendimi yanıma alıp yine düşerdim yola.
Bir gün Supertramp gibi Alaska’ya gidelim desen, “hayır” derdim ama “hiç beklemeden hemen şimdi yola koyulalım” desen yine düşerdim yola.

#yoldaprojesi özgürlüktür!    temmuz ’14

enjolras

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak