Üçüncü Sınıf Bir Ankara Öyküsü

Arjantin kırsallarından birinin sahilindeyim. Hava inatçı ama dingin bir bulutlulukta. Yanımdan sürekli bir boşluk geçiyor. İçini ben doldurmalıyım gibi, amansız bir davetle, sürekli bir düşünce tazeliğinde. Geçip gidiyor bir şeyler. Ardı arkası kesilmeyen bir şeyler. Susamış gibiyim. Küçük cam bir şişeden su içesim hiç gitmiyor. Kumsala oturduğum zaman kalkıp yürümeliymişim gibi bir dürtü. Kurşunu andıran bir mavilikte deniz var, sağ omzumun üzerinden bakınca görebiliyorum. Türünü bilmediğim koyu renkli kuşlar, seyrek ağaçlıkların dallarından ara ara kalkıp gidiyor, geri dönüyorlar sonra. Sürekli gidiyorlar ama. Kendimi onların yerine koyuyorum. Uçuyorum, düşmüyorum. Ama düşmek hep duruyor o çocuksu cesaretimin bir kenarında. Uzadım uzadıya bir şafak söküşünü koymuşum telefonumdaki müzik çalara. Avucumdaki paketten bir tane sigara çıkarıp yakıyorum, sevişmişiz sanki, öyle yorgunum, öyle mutluyum. Belki bu yüzden oturduğum yerden kalkamıyorum. Ve yine belki bu yüzden oturduğum yerden kalkıp yürümek istiyorum. Kalkıp yüzüme o tuzlu sudan vursam diyorum. Hani diyorum ki vursam ne olur? Ben yüzüme tuzlu su vurmak istiyorum da ya tam olarak şu an bir düşten ibaretse? Sahi o zaman ne olur? Sonsuzluğum ne hikmetse, bir avuç tuzlu suyun yüzüme çarpmasıyla son bulacaksa, demek ki ben şu an burada bile oturmuyorum. Ben ne halt yiyorum burada?


Lafı geveleyip duruyorum, sıkılmayın ama. Günlerdir yazacak hiçbir şey bulamıyorum çünkü. Çünkü şu an dahi odamda oturmuş kahve içiyorum, yıkayıp geldiğim sarı kül tablasının ıslak olmayan yerini bulup düştü düşecek olan sigara külünü kendi sorumluluğumdan çıkarmaya çalışıyorum. Sıkılmayın lütfen, yanıma gelin, size içimden geçen yolu anlatacağım. Yol kültürünün insanın neresinden doğduğunu anlatacağım. En azından bir insanın. Benim yani. Biliyorsunuz ben de bir insanım. Captcha kodu girmek zorunda kalan bir insanım dijital dünyadan, realiter sancılardan, umutlu gençliğimden, hevesli dinginliğimden. Yani şimdi bir insan olarak, size içimden geçen yolu anlatacağım.


‘’Dünyanın sikik tavanına çakılmışım, gözlerimle. Ama her şey hem mümkün hem imkânsız değil. Öğreniyorum.‘’


Size kitaplığımdaki muhteşem bir açıktan bahsedeyim. Çok az kitap vardır. Bir de eve gelen misafirlerin hırsızlığının parmak izleri. Bu bir bütün olarak yaşamımı baltalamaya çalışan bir açık. Güven duygusu ile merhamet duygusunun çatışması. Ve sevgi. Hırsızlara duyar kasarken yorulmuşum da tüm misafirleri yargılıyorum. Ama haberleri bile olmuyor bundan.
Çalınmamış bir kitabın, çalınabilme ihtimalinde tıkanıp kalmışım. Ha bire kitaplığımın tozunu alıyorum. Hırsız olmayan da siktir olup gidiyor. Bu değişmez. Taa ki hiç kitap kalmayana dek. Ve hiç kitabım kalmadı sanırım. İşte benim yolum bu açıktan başlıyor.


‘’Mersin-Ankara otobüsünde, pencere kenarında oturan, varlığından kendi dahi rahatsızken yaşamına devam etmeye çalışan tanımadığım bir adamla sürdü yolculuğum.‘’


Daha önce hiç Ankara’ya gitmemiş olmamın verdiği buruk ve meraklı bir heyecanla bindim otobüse, coğrafyanın ılık sonbaharını terk edip, balkonda sigara içerken üşütülecek griliğe doğru yola çıktı.


‘’Yanımda sadece fotoğraf makinem, bilgisayarım, üç tane kazak, iki tane pantolon, iki eşofman altı, iki tane sweat, iki tane içlik, dört tane baksır, dört tane çorap, 3 tane siyah saç lastiği, bir çift bot, bir paket sigara, üç paket kibrit, uzağı görmeme kusurum nedeniyle bir tane kemik gözlük, bir tane diş macunu, bir tane diş fırçası, bir tane nemlendirici el kremi, bir paket ağrı kesici, bir tane cep telefonu şarj aleti, bir tane bilgisayar şarj aleti, bir tane fotoğraf makinesi şarj aleti, Yılmaz Erdoğan ve Hilal Karahan’dan birer şiir kitabı, bir tane defter, bir tane kalem, bir paket de jelibon var.‘’


Otobüs karanlığın içinde zaten ezbere bildiği bir yolu, sanki ilk kez geçiyormuşçasına gidiyor. Ben, otobüsten daha çok meraklıyım yolun nasıl olduğu konusunda. Cam kenarına oturmamış olmamın burukluğu ile bedava kahve servisini bekliyorum, yanında meyveli top kek. Ve nihayet geliyor servis. Sıcak su ve son kullanma tarihi geçmesine yakın olan hazır kahveyi kendi sorumluluğuma kabul ediyor, hızlıca hazırlamaya çalışıyorum. Servis tekrar gelene kadar kahvemi bitirmiş olmalıyım, acele ediyorum. Çünkü çöp servisini tekrardan çağırmaktan hep utanırım. Çünkü sisteme ayak uydurup gerisine karışmamanın sorumsuzluğu içinde uyuma planları yapıyorum.


Yol bir türlü bitmek bilmedi desem yalan söylerim. Klişe sözlerle kendimi kandırmayı sevmiyorum. Her ne kadar bazen klişe sözler oturaklı olarak duruma yakışsa da sanki daha yola çıkmamış bir otobüsün içinde oturuyor gibiyim. Karanlığın silueti hızlı hızlı akıp gitmese, hareket etmeyen otobüsün içinde olduğuma ikna bile olurum. Sonra uyuyorum zaten. Top kek ambalajını çöp için gelen servis muavinine vermeyi unutmuş olmamın verdiği boş vermişlikle.


Uyandığımda ben uyurken o soğuk otobüs molasını kaçırmışım. Sigara içmemişim, uyandığımda nedense ilk aklıma gelen bu oluyor. Fazla burkulmuyor ama içim. Ankara sınırları içindeyim. Heyecanlıyım. Birazdan otogara girecek otobüs. İneceğim sonra otobüsten. Birazdan bir şeyler olacak. Bunun mutluluğunu diğer şeylerden ayıran bir jiletin keskin heyecanı var; ruhumda ve etimde. Otobüs otogara giriyor. Toplu olan saçlarımı lastiği tutup çekerek açıyorum. Otobüsten ineceğim. Bir kadının kızıllığına doğru yürüyeceğim.


‘’Otobüsten inerken içimdeki yolun açığını, muavinin tek tek koltukların başından toplayıp, sarıp, poşete koyduğu Snoopy marka kulaklıkların yanına bırakıyorum.‘’


Hemen ilerideki bekleme salonuna doğru yürüyorum. Henüz yolu yarılamışken kadını görüyorum. Ama bundan emin değilim, hangimizin hangimizi gördüğünden emin değildim. Koşmadan yürüyorum, adımlarım hızlandıkça ara ara duraksıyor. Bir insan kendi siluetine sarılabilirmiş. Böyle bir şeymiş yani. Tutup sarılabiliyorsun. Sessizce çıkıp gidiyoruz sonra o soğuk otogardan yanı başımdaki kadınla. Sokaklardan geçiyoruz. Adını bilmediğim nice sokağı sanki daha önce görmüşüm gibi ardımızda bırakıyoruz. Konuşmalarımız temkinli, imalı, zararsız. Memnun kalınmış bir mutluluk akıyor. Bir yeraltı edebiyatı her zaman mutsuz olur sanrısı belirmiyor burada.


Ankara’nın bütün kurşuniliği akıyor, toplu taşımada ayakta durmuyoruz. Bu konuda yanılmışım, ben ayakta yolculuk ederiz sanıyordum. Yani benim bilinçaltımda bütün karalar da deniz kokuyor zaten. Böyle yanılgılarım tam olarak yanılgı sayılmaz. Bir nevi Raif Efendi gibi dünyadan ziyade kafamın içinde yaşıyorum bazı saniyeleri. Realiter dünyaya endekslenebilir saniyeleri yani. Çünkü her zaman sürrealist yaşamak yorar insanı, tadını kaçırır; ama müthiş bir düş gücü verir insana tabii. İniyoruz toplu taşıma aracından. Hafif bir yokuş var, oradan düz çıkıyoruz. Çevrede birkaç büyük site. Bir yokuş daha çıkıyoruz sonra. Sonra bir yokuş daha, bir yokuş daha derken Ankara’nın da yokuştan ibaret sokaklarla dolu olduğunu görüyorum. Ve nihayet gideceğimiz yerin sokağına varıyoruz. Buraları sanki avucumun içindeki çizgiler gibi biliyorum. Sanrıları sadece siluetimle ben yaratabildiğim için buna ikna oluyorum. İkna olmayı istemek, ikna olmaya giden ilk aralık kapı galiba. İkna olmakla yetinmemek ise ardına kadar açıyor bir başka kapıyı.


Ve o kapından giriyoruz. Bir süredir yaşadığımız ama hiç ayak basmadığım bir apartman dairesi. 2. Kat 22 numara, heyecanlanıyoruz. Hemen girişte solda askılık ve küçük bir ayakkabı dolabı var. Sağımda küçük ama modern bir yapıya sahip mutfak. Tam karşımda salon, bir televizyon. Her şey çok sıcak evin içinde. Soğuk ve küçük koridoru hızlı geçip çantamı herhangi bir yere bırakıyorum. Herhangi bir yer ama tanıdık. İçerisi karanlığa çalan bir aydınlıkta. Kahve tonları kurşuni bir eda ile yayılmış. Ankara’nın eşsiz sonbaharı yüzünden oluyor bunlar. Zaten bir nevi o yüzden buradaydı kızıl kadın. Bir nevi o yüzden gelmek istedim. Uzatmıyorum, mutfak tezgahının yanından geçiyoruz. Kilometrelerden, yolculuklardan, can sıkıntısından ve rutin sözcüklerden oluşan bir şifre ile lisanımızı yürürlüğe koyuyoruz. Ben, ketıla basmak için muhteşem bir heves içindeyim, oturduğum sandalyeden kalkmaya cesaret bile edemeden. Ama cesaretsiz bir mutluluk içindeyim. Birazdan kahve içeceğim. O hızlı içilmiş ve plastik bardağı çöpe atmak zorunda kaldığım otobüs kahvesinden her şartta daha iyi olan bir kahve. Sade, az şekerli, biraz süt ilave edilmiş. Fakat henüz mutfakta sigara içilmiyor. Oturup bu kez ikimizin siluetini izlemeye koyuluyorum.


‘’Kendi kendime konuşuyorum, beraber sırıtıyoruz.‘’


Koltuğa yarı mahmur eda ile oturmuş kadına bakıyorum. Kadın benden önce bana bakıyor. Gözlerini benden önce kaçırmıyor. Daha önce söylenmiş sözler hep eksik eksik ses oluyor aramızda. Henüz kitaplıktaki kitapların sonuncusunun tozunu alıyorum. Halen bir şeyler içip yeme gayesindeyim. Sürekli acıkıyorum. Konuşurken bir şeyler ispatlamak zorunda olmadığınız bir kadın karşınızda ise, sürekli acıkır, daha az sigara içersiniz. İçtiğiniz içeceği, yediğiniz yiyeceğe göre ayarlamak zorunda kalmazsınız. Bazen yiyeceğiniz bittiğinde, içeceğinizden hiç içmediğinizi fark edersiniz. Bazen tam tersi olur. Bazen yiyecek ve içecek hiçbir şey bulamazsınız. Ama biz kadınla şanslıydık. Her şeyden bol bol vardı. Biz de fazlasıyla vardık. Güneşin hiç doğmadığı bir şehirde, evde vakit geçirmek daha kalitelidir. Bu yüzden her şeyden fazlasıyla vardı. Mutluluk, sancı, heyecan, arzu, tutku, hüzün, haz, şaşkınlık, tesadüf, yılgınlık, dans, umut, sevişmek, müzik, sevgi, kıskançlık, suskunluk, gürültü her şey vardı. Fazlasıyla samimi olan her şey vardı.


‘’Eğer karşınızda keskin samimiyetli bir kadın oturuyorsa ister istemez onunla sevişmekten çok, onun sizinle sevişmek isteyip istemediğini düşünürsünüz.‘’


Mutfağa geçmek istiyorum böylece. Sürekli bir şeyler yeme arzusu içinde olmamın dürtüsüyle. Kadından buna dair izin isteme kibarlığında bulunuyorum. Saçma geliyor. Bazı kadınlara böyle şeyler saçma gelir. Bazı kadınlar sadece aklından geçenleri söylemek için bir zemin yaratmak ister. Kaygan bir zeminde kadınlar kendilerine daha çok güvenir erkeklere nazaran. Bazı kadınlar, kadın olmanın ne demek olduğunu erkeklere öğretmek ister bu kaygan zeminde. Ve yine bazı kadınlar, bazı erkeklerin kadın olmanın ne demek olduğunu öğrenmek istemediğini düşünürler. Bazı erkekler sahiden de öyledir. Yatakta yatmak isterler. Bir kadını sadece yatakta tanıyabileceklerini düşünürler. Kadın olmanın ne demek olduğunu öğrenmek için sadece yatakta sevişmeyi düşünen erkekler, sadece sevişmeyi öğrenirler. Erken boşalırlar. Ve bundan şikâyet ederler. Erken boşalmaktan şikâyet eden erkekler daima erken boşalırlar. Erken boşalmaktan şikâyet eden erkekler, erken boşalma sorununu tek başına aşabileceklerini düşünürler. Belki de hiç düşünmezler. Erken boşalmaktan memnundurlar. Akıllarının ucundan geçen şey sevişebilmiş olmaktır. Fakat karşınızda keskin samimiyetli bir kadın varsa, sizinle sevişmeye yatağa girmeden çok önce başladığını bilmenizi isterim.


‘’Ve nihayet mutfağa geçiyoruz.‘’


Domates salçalı makarnayı ocakta ısıtıyorum. Yağ ve salçanın çıkardığı çıtırtılar eşliğince mutfakta duruyor siluetimiz. Birbirimiz ile göz teması kurarak sohbet ediyoruz. Daha önce konuştuğumuz şeylerin arka bahçesine geçiyoruz. Geçeceğiz bunu yapacağız. Isıttığım makarnanın kokusu salonla bütünleşik olan mutfağın kısık kısık her yanına ulaşıyor. Dolapta soğuk bir şeyler arıyor ve aynı zamanda ben de bardak çıkarıyorum tezgâhın üzerine. Birkaç saniye sadece, birkaç saniyeyi nasıl tanımlarsınız? Samimi ve taşralı bir eda ile başımızı çevirmeden hareket halinde geçirdiğimiz bu saniyeleri anlatabilir misiniz? Sadece düşünerek, usulca düşünerek bunu yapabilirsiniz. Bulduklarınızdan hiçbirisi yakışmaz. Yaşanmamış olan hiçbir şey tam olarak yerinde değildir. Ve ben bu birkaç saniyeye sadece ılık rüzgâr diyebilirim. Odanın içinde esen ılık samimi bir şeyler diyebilirim. Bir yabancının birdenbire tanıdık bir yüze dönüşmesi gibi ara ara bakıp tekrar kafasını çevirmesi diyebilirim. Evet birçok şey diyebilirim. Ve birçok sözcüğünü bitişik yazmaya başladığımdan beri mutluyum ben. Sıradan bir hatanın altında yatan nefis bir şey bu. Yanlış yapma özgürlüğü varken doğrusunu tercih etmek gibi. Masaya oturup makarna dolu tabaklara bakarken tebessüm ediyorum. Hem kendi hem kızılın tabağına. Hemen ardından kafamı kaldırıp gülümsüyorum. Dudaklarımı kıvırıyor, gözlerimi kısıyorum.


İki elim de masanın üzerinde, iki eli de. Yüzüklerimle oynuyorum, masaya parmak uçlarımla dokunuyorum. Ve biz kaşık kullanmıyoruz makarna yerken. Spagettiden bahsetmiyorum. Makarnayı kaşıkla yemek büyük özgürlüktür. Pahalı mekanlarda şekilden şekle girerek yenen yemeklerde zorlanmış bir kahkaha atmak zorunda kalmamak gibidir. Kibar olmak zorunda olmadan kibar olmak gibidir. Kaşıkla yerken daha kibarsınızdır aslında. Kibarlık farklı bir bakış açısıdır. Uzanıp da iki ellerimize dokunma saçmalığına girmiyoruz. Çünkü makarna yiyoruz. Dişlerimizi fırçalayacağız. Çünkü makarna yiyoruz. Acıktık. Gazlı içecekleri sevmiyoruz. Boşu boşuna atılmış peçeteleri sevmiyoruz.


‘’Güzel bir şey mantıklı değilse, duygusaldır.‘’


İçimde buruk bir sevinç var. Mutluyum. Burukluk kötü bir şey değildir aslında. Sadece güzel bir şey olduğuna inanmak istenmiyor. Ben mutlu bir buruklukla yirmi dördüncü yaşımı hissedebiliyorum. Geç kalınmamış ama erken gelememiş olmamın verdiği buruklukla, yıllardır bir şey hissetmeyen ya da hissedilebilmesi mümkün şeylerin aslında hissedilemez kılınmasına doğru eğilmesine razı olan ben; bir şeyler hissediyorum. İlk kez hissettiğim ve korkak olmasa da henüz sakınılmış bir kelimenin yolunu hissediyorum. Yolun neresinde olduğuma dair bir fikrim yok. Yol konusunda fikri olmayan sahici stabil bir rahatlığın içindeyim. Bilincinde olmadan dilimden dökülen her söz bunun sakıncalı olduğunu kanıtlar gibi tebessüm dolu tavırlar takınıyor. Ama sırıtarak. Sırıtmak oldukça derin bir eylem. Dışa vurum mu demeliyim yoksa? Birçok şeyin dışa vurumu. Yerini belli ederek saklandığım çaresizliklerim aslında umudum gibi sürekli bir yorulmama ve yorgunluk halinde. Bunu seviyorum. Hissettiğim şeyleri yorumlamayı, onları anlamaya çalışmayı, onları zaman zaman mantıksız bulmayı seviyorum. Çünkü özgürlüğüm zihnimde. Yol zihnimin ortasından geçip hayat sahasındaki adımlarıma yön veriyor. Yol ki eğer sizi bir samimiyete götürecekse, koşulsuzca ona güvenebilirsiniz. Güvenmek yolun temel ilkelerindendir.


‘’Kadın makyajını temizlerken, makyaj yapıyordu adeta.‘’


Yatak odasının penceresinde sigara içiyorum. Henüz oturduğum yerden sigara içecek kadar dürüst değilim. Pencereden sürekli bir şeyler doluyor odaya. İrili ufaklı binlerce fikir, binlerce cümle, yırtılıp atılmış senaryolar giriyor. Kulağımda sürekli bir melodi. Kadın, bana söyleyebileceği şeyleri tüketmek yerine, gözlerini kaçırmadan bakmayı tercih ediyor. Gözlerini kaçırmadan hiçbir şey anlatmaya çalışmadan bir şeyleri ifade ediyor. Ben buraya onun için geldiğimi söyleyecek kadar da değilim. Gülümseyebiliyorum, halen gülümseyen bir yönümü başkasının gözleri ile besleyebilecek kadar hayat doluyum. Veya en azından bunun ne anlama geldiğini bilebilecek kadar. Kadın, aynanın karşısına oturup makyajını temizlerken, Buenos Aires’i düşünüyorum. Alp Dağları’nı izliyorum. Bir dağ keçisinin dik bir kayalıktan diğerine atlayışını izliyorum. Sarı ışıklı bir aile salonunda çayları tazelemek için mutfağa giden, evin yirmili yaşların başındaki video oyunu tutkunu çocuğu gibiyim. Dik oturduğu halde aynaya doğru eğilişini, kol hareketlerini, saçlarının acele ile toplanmış samimiyetini, kafasını hafifçe çevirişini, gözündeki göz çizgisi kalemi izini silişini, ara ara dik bir açıyla aynaya bakıp kendisi ile göz göze gelişini izliyorum. Aynadan gizli saklı bir eda ile gözleri ile beni yoklayışını, gözlerini kaçırmayışını izliyorum. Dudaklarımı sıkmadan gülümseyebiliyorum. Kompozisyonunun bütün doğallığı yayılmış odaya, zaman sürekli uzasın istiyorum. Ama durmasın. Yaşamın içinde olduğunu hissetmeli insan. Bunu zaman mümkün kılar. Ve eğer gerçekten çok istenirse; zaman her ne kadar kendi çizgisinde ilerlerse ilerlesin, istediğiniz mekânın içinde olmayı düşleyebilirsiniz. Bu ince çizgiyi bilirseniz eğer; gerçeküstü saniyeleri, gerçekçi kılabilirsiniz. Çizgiye takılıp düşmemek ve çizginin ötesine geçmekten korkmamak gerekiyor. Elbette korkmamak kişiyi saygısızlaştırmamalı. Saygısızlık ile açık sözlü olmayı birbirine karıştırmamak gibi. Ve bu yüzden düş gücümüz bizi zararsız güzelliklere itmeli diyorum. Düş gücümüz bizi daha fazla insan yapmalı. Düş gücümüzle her şeyi mümkün kılabiliriz. Fakat gerçek dünyanın çizgisini her zaman hatırlayarak. Gerçekten iyi bir düş gücümüz varsa, bunu gerçek hayatta da yaşayabiliriz. Kadın böyle temizliyordu makyajı benim gözlerimde. Ben böyle yorumluyordum. Yaptığının olağanüstü bir yönü yoktu belki ama ben o olağanüstülüğü ona söz konusu ince çizgide yakıştırabiliyordum.


Nihayet birazdan yanıma oturacaktı ve konuşacaktık. Konuşmak istiyordum. Ona dokunmak istiyordum. Bildiğimiz bütün filmlerden, film afişlerinden, tarihteki önemli insanlardan, kendimizden, bağımızdan, hislerimizden konuşmak istiyordum. Çünkü konuşmanın sahteliğinin ortadan kalkacağı bir objektif düş gücü içindeydik. Bu düş gücü bizi birbirimize daha yakın kılmakla birlikte, yaşam sahasının gerçeklerini ve sıradanlıklarını daha özel kılmamıza da neden oluyordu. Kadına oturup eski bir filmde dans eden küçük bir kızı anlattığımda, aklında yeşermesini istiyordum. Veya geçmişteki savaşların yıkımından bahsettiğimiz zaman; kim kazanmış olursa olsun, insan kaybetmiştir demek istiyorum. Çünkü insan ilişkilerinde iletişimi baltalayan en rahatsız edici husus fanatizmdir. Bunu zaten bilen bir kadınla konuştuğum için şanslıyım. Yatağın üzerinde avuçlarının içiyle destek gözlerini dikip beni dinlediği için de aynı şekilde. Sohbet etmenin ne demek olduğunu bir kadınla yeniden keşfetmek istiyor olmam ile alakası yok ama öyle. Bazen daha önce istemediğimiz kadar güzel şeyler de olur hayatta. Ve bu şeye bizi götüren arayışımız değildir. Bu şeye bizi götüren mantığımız doğrultusunda ortaya çıkan tavırlarımız ve hislerimize yön veren kalbimizdir. İkisini bir arada bulmak büyük şeydir. Kıymetini bilmek ise daha büyük şeydir. Hoşumuza giden büyük şeyler, sıradan insanlardan olduğumuz halde standart sapmalarımızla bizi diğerlerinden ayırır. Böylece herkes her zaman farklıdır, özeldir. Fakat basitlik sadece bu fikrin farkında olmayan insanlarda görülür. Bizde görülmedi. Bunun için bile sigara içebilirim. Sadece bunun için bile oturup bir tabak daha makarna yiyebilirim. Sırıtabilirim de.


‘’Rahatsızlık vermeyen, heyecanı tatlı olan ve umursanmayan sabah ereksiyonu.‘’


Çocukken sabahları uyandığımda battaniyenin altında izlediğim çizgi filmlerin huzurundayım. Ve orta sınıfın taşralı sigaralarından yarım paketim var. Yanımda dünyevi huzurların kıyısında dolaşırken rastladığım güzel kadın uzanıyor. Uyuduğundan emin değilim. Sırtı dönük, omuzları açık, saçları dağılmış ve dişlerini henüz fırçalamamış. Bu samimi siluetin ortasındayım. Yataktan kalkmak istemiyorum. Uyumadan önce son kez söylenen sözcüklerin hiçbiri aklımda değil. Kollarımı ona doladığımı ve parmaklarımın yüzünde ve tırnak uçlarımın saçlarının arasında dolandığını hatırlıyorum. Uykunun tatlılığı buradan doğuyordu zaten. Yataktan kalkıp sigara içme isteğime rağmen aynı zamanda yataktan kalkmak istememem bununla alakalı idi. Tedirgin olmadan ama çekingen bir eda ile omzundan öptüm. Ten kokusunu dudaklarımda hissettim. Ben buradan kalkıp isteğimin sadece sigara ile alakalı olduğunu düşüne dururken kadın uyandı. Nemli ve ılık bir sabah öpücüğü eşliğinde. Kalkıp tekrar yağmur ormanlarında dolaşmaya çıktım böylece. Bambuların neden bu kadar hızlı uzadığını, kelebeklerin neden bu kadar kısa yaşadığını, suyun sesinin nereden doğduğunu düşünmeye başladım. Aynı zaman dudaklarımdaki fiziksel baskının tadını da duyuyorum. Dağılmış saçlarımız sürekli parmaklar yardımı ile geriye doğru atılıyordu. Kirpiklerimiz kırpılınca birbirine dokunacak kadar yakın değildik. Ama kirpiklerimizin bunu istediğinden emindim. Ayak parmaklarımın üzerinden doğrulup yüzümü kadının boynuna gömdüm ve biraz daha uyuma fikri hızlıca belirip geçti. Alışmış olmak zamanın sorumluluğunda. Şimdi tatlı bir günaydının ertesinde, dağılmış beyaz yorganın altından ayrılıyoruz. Canım çok az şekerli ama sade bir kahve çekiyor. Ketıla basıp geliyorum. Gözlerimle sırıtabiliyorum.


‘’Tatlım folyo nerde?‘’


Kahvaltı kültürü gelişmiş bir bahçede doğmadım. Özellikle yaz sıcaklarında iştahsız geçen ve işsiz hafta içi günlerinde öğleye uzayan basit yiyecekler ile doyurdum hep karnımı. Bu nedense benim bilinçli bilinçsiz zayıflığımın nedenlerinden biriydi ama asla kabul etmezdim. İmkanlar dahilinde aç bıraktığım çok sabahlarım oldu böylece. Ama bugün 22 numaralı dairedeyim, odanın içini kahverengileşmeye başlamış yufka yanığı kokusu sardı, birazdan nefis salçalı ve kaşar peynirli gözleme yiyeceğim. Kadın bana bildiği şeyleri öğretmek isterken, yürüyor olduğum bu yolun mutfağına dokunma hevesim kabarıyor. Yatakta yatarken güzel uyanmaya çalışmalarım baş gösteriyor. Koltukta otururken film izleme isteğim gelişiyor. Tunalı’da yürüyüş yapmak istiyorum. Ardından Mersin sanat sokağında bira içme isteğim. Öğrenirken bir şeyleri kaç yıl yaşadığının hiçbir önemi olmuyor. Çünkü ne kadar yaşarsak yaşayalım eksik yaşamışızdır. O yüzden öğrenmek ve hissetmek istediğiniz insan sabırlı olmalı ve heyecanlı. Dinmemiş dinginlikleri de olmalı. Salçalı ve kaşarlı gözlemelerimiz, dün makarna yediğimiz yerde hazır bekliyor. Masaya neden önce oturmadığım konusunda herhangi bir fikir sahibi değilim. Sanırım küstahlaşmadan alışmayı deniyorum. Evin herhangi bir köşesinde perde takıyordum da şimdi oturmuş bir şeyler yiyeceğim samimiyeti ile kadından sonra oturdum. Lezzetli olduğunu ilk ısırıktan önce de biliyordum. Kokusunu ise daha masaya oturmadan duymuştum. Görüntüsü de öyle. Beni mutlu eden karşılıklı olmamızdı; burada, bu yerde, bu vakitte. Ağzındaki yiyeceği çiğneyip yutmasını izlerken gözlerine bakıyor olmam ve sonradan dudaklarını sıkıp bir şeyler mırıldanması da beni mutlu eden detaylardan biri idi. Karşılıklı bir mutluluk söz konusu olduğunda insanın karnı hep acıkır. İki tüm gözleme yedim ve çayımı henüz tazelemek istemiyorum. Oturup boş tabakların arasında kadının eline, yağlı ellerimle dokunmak için büyük bir istek duyuyorum. Karnımı ve ruhumu doyuran bu sabah için teşekkür etmek istiyorum. Ama konuşamıyorum. Güzel bir şey söylemeye çalışırken, çok basit bir cümle seçip, ötesini kendisinin anlamasını isteği duyuyorum. Çünkü böylece gizemli ve doğal bir soru işareti bu muhteşem sabaha yayılacak ve kahvaltının akılda kalıcılığı başka duyguları da birleştiriyor olacaktı. Yanlış anlaşılmak istemiyorum bu bir kural veya kıstas değil. Bu sadece şu an küçük bir saniye eşliğinde aklıma düşen bir fikir. Kahvaltının üzerine sigara içmek için tekrar yatak odasına gitmem gerekiyor ve bu çok tatlı bir zorunluluk oldu benim için. Kadının bana eşlik etmesini istiyorum. Cevap vermiyor. Benimle gelmiyor.


‘’Zihin çok kaliteli bir cinsel organdır ve kalp ile çalışır.‘’


Akşam olduğunda salondaki sarı ışığın altında oturmuş Beck’s içiyorduk. Koltukta yarı mahmur yarı dingin bir vaziyette bir dizini göğüslerine kadar çekmiş göz teması kuruyorduk. Bahsettiğimiz şeylerin çoğu ucundan kıyısından da olsa daha önce değindiğimiz konuların daha da arka bahçesinde geçiyordu. Bu detayı seviyordum. Böyle detaylar insanların ilgisini çektiği kadar beraber paylaşabileceği şeylerin derinliğini ve sınırını ortadan kaldırıyordu zamanla. Onun kendinden emin tavırları sonradan belirmeye başlasa da hep vardı. Bu çok hoşuma giden bir duygu gelişimi idi. Kadının bir anda kendini daha rahat hissetmesi, sözlerini içine olduğu kadar karşısındakine de yansıtması, dişleri ile gülümsemesi, esnemesi, ister istemez doğan seksi tavırlarını saklamak istememesi, hafif şımarıklıkları, el hareketleri, başını sallaması, boynuna dokunması gibi hoşuma giden gelişmeler vardı. İşte bunu da çok seviyordum. Alkolün etkisi ile hiçbir alakası yok ama başım dönüyordu. Kulaklarım kızarmıştı. Birbirimize daha yakındık. Zihnimizde çoktan sevişmeye başlamıştık. Ama konuştuğumuz bütün konular devam ediyordu. İyi ve zararsız olan birçok şeyi aynı anda yaşadığımızın verdiği şaşkınlık içimizi ısıtıyordu. Dudaklarımızın gözü ile ara ara nemli bakışlarımız yürürlüğe giriyor ve sadece sırıtıyorduk. Çünkü çoktan ensesindeki saç diplerinde geziniyordu parmak uçlarım. Ve göz teması kurmak git gide zorlaşıyor, kirpiklerimiz sıkılaşıyordu. Ara ara dişleri ile gülümseyince, dişlerine dudaklarımı bastırıyordum. Dilindeki bira tadını alabiliyordum. Bütün düşünceler yavaşça kendi sakinliğine ulaşırken, koltuğun köşesinde gelişen bu sevgi karşısında sadece mutlu olduğumuzdan emindim.

“Yazdığım her şey bir kurgudan ibaret. Otogarında iki kez sigara içmem dışında hiç Ankara’da bulunmadım. Bu üçüncü sınıf bir Kurgu öyküdür. Olaysızdır. Kelimeler kadar fonetiği güzel olan cümleler bütünüdür.”

Gökyüzünün tüm karanlığını, kasvetli kurşuni bir aydınlığın yırtmasıyla, yatak odasının penceresinden giren o buğulu rengi, az uyunmuş ama alınmış bir uyku ile karşılamıştım. Yanımda dünyanın en güzel kadını yatıyor. Saçları omzunun üzerinden sarkmış, dudakları yumuşacık bir eda ile mühürlü, battaniyenin dışındaki eli yarı açık yarı kapalı şekilde uzanmış, kirpikleri ürkek bir kırlangıç yavrusu gibi ama kıpırdaman yumulu, nefes alışverişleri ise düzenli düzensiz hafifçe yükselip alçalan göğüs kafesinden belli oluyordu.


Sevişilmiş uykusundan uyanmasın diye, yapraklarını usulca çevirdiğim şiir kitabının on üçüncü sayfasındayım. Uykumu aldığımdan mı yoksa tatlı yorgunluğumun ertesinden mi bilmiyorum, ruhumun betimlemesi güç olan muhteşem dinginliği ile ara ara başımı çevirip beyaz tenine bakıyorum, sakınılıp saklanmamış bir tebessümle. İki kaşının üzerinden öpersem, güzel uykusundan uyanır mı tedirginliği içindeyim. Kalkıp mutfağa gitmem gerektiğine çoktan ikna oldum ama ikna olmak yetersiz geliyor.

Doğrulmaya yeltenmekle kalıyorum birkaç kez. Her yeltenişimde sırtımı tekrar yatağın başlığına dayalı yastığa bırakıyorum. Giysilerimiz odanın görülür bir köşesinde dağınık duruyor, dağınık ama bir arada, hem düzenli hem düzensiz. Böyle kararlı kararsız yavaşça doğrulup tekrar sırtımı yastığa bırakırken, anlık bir dürtüyle eğilip saçları ile alnının çizgisinden öpüyorum sessizce. Hemen ardından doğrulup tek ayağım ile kalkıyorum yataktan. Ilık bir soğukluk hissediyorum, üşüten ama rahatsız etmeyen. Uzanıp göğüslerine kadar çekiyorum, göbeğine kadar düşmüş battaniyeyi. Sigara paketini buluyorum ve içinden bir dal çıkarıp tebessümlü dudaklarımın arasına sıkıştırıyorum ve pencereyi açıp dirseklerimin üzerine yaslanarak yakıyorum.


Etrafı seyrederken, kadının uyanıp uyanmadığının anlık küçük merakları hızlı saniyeler içinde gelip gidiyor. Sırıtarak az sonra uyanmış olmasını diliyorum içimden. Uyanmamış olsa da fark etmezdi ama. Bilincinde olmadan bencilce onun uyanmasını istiyor oluşuma, ‘uyanmamış olsa da fark etmez’ diye ekleyerek vicdanımı rahatlatıyorum. Oysa bencillik ile vicdansızlık farklı şeylerdir. Farkında olmadan dün geceden beri buna da tanığım aslında. Bu farkındalığı pekâlâ burun deliklerimden içeri giren o eskimiş ama buz gibi Ankara oksijenine borçluyum. Bu kişi ben değilim ama Ankara’da uzun süre yaşayan herkes şunu bilir:


‘’Birdenbire aklımıza gelen anlara dair eksik kalmış heyecanlarımız vardır.’’


Şiir kitabının otuz ikinci sayfasına geldiğimde, mutfak tezgahının üzerindeki ketıldan ağır ağır çıkmaya başlayan buhar, mutfaktaki yarı aydınlık hava ile taşralı bir kompozisyon oluşturuyordu. Böyle fırsatlar evin içinde marifetmiş gibi fotoğraf çekme isteği uyandırır içimde. Nerede bir soft ışık görsem, o anı dondurup defalarca fotoğrafını çekmek isterim. Çekmediğim fotoğraflara, istediğim gibi çekemediğim fotoğraflar kadar üzülmem. Sevişirken ve kitap okurken zamanı durdurmak istemediğim kadar; fotoğraf çekerken ve film izlerken zamanı durdurmak isterim. Bu tuhaf ikileme dair isteğim ve isteksizliğimi, mantıklı bir açıklama yapmadan, sanki bana özel bir şeymiş gibi düşünmeye devam edeceğim.

Mersin – İstanbul otobüsü / Ankara civarları / 2017

The following two tabs change content below.

Email adresiniz paylaşılmayacak