Yaz Yağmurunu Beklemek

YAZ YAĞMURUNU BEKLEMEK

-The Ad Astra Saga Part 3-

Yaz yağmuru gelmeli. Issız bir kumsalda The Doors dinlemeliyiz. Rüzgar saçlarımızı savurmalı. Bir sırt çantasıyla terk etmeliyiz bu şehri…

“Umut et, beklentin olmasın. O zaman belki hayal kırıklığı yerine bir mucize yaşarsın.” (Dark)

Cevabı Rüzgarda Saklı-Part 1: www.adastraa.net/cevabi-ruzgarda-sakli/

Pitcairn’den Satürn’e-Part 2: www.adastraa.net/pitcairnden-saturne/

SIFIR NOKTASI-?

-??-

Her şey WhatsApp’tan, isimsiz numaradan gelen bir mesajla başladı. Mesaj üç cümleden ibaretti:

“Dark’ı izlemelisin Devin! Hayatının bir döneminde, her gün 18.35’te The Doors’tan The End’i yanına alarak varoluşunla yüzleşmesen belki de hiç karşılaşmayacaktık. Belki de karşılaşacağımız an henüz gelmemiştir.”

Normalde bütün bunların önemsiz bir detay olması gerekiyordu. Lakin mesajda bir başkasının bilmesinin olanaksız olduğu bir şey yer alıyordu. Bu nedenle ona adını sordum.

“Diyelim ki Pam” dedi bir smiley ekleyerek ve devam etti:

“Çünkü 18 yaşındayken, Kadıköy’de ilk kez karşılaştığımızda üzerimde bir The Doors tişörtü vardı ve sen o zamanlar The Doors’u gerçek anlamda keşfetmemiştin!”

Sonra telefon çaldı. Açtım. Bir şey demedim. O da demedi. Gizli numara. Kapandı. Tekrar çaldı. Saat gece yarısından sonra 3’tü. Açtım. “Fantastik,” dedim. Güldü. “Uçmalıyız,” dedi.

BİRİNCİ DÖNGÜ-KADIKÖY

KADIKÖY’DE PSYCHEDELIC GÜNLER

Çünkü bazı şeylerin sadece Kadıköy’de yaşanabileceğini hissedersin bazen.

Uzun vadeli bir raporla, liseden erken çıkış almamın üzerinden birkaç ay geçmişti. Sınavları dışarıdan tamamlayıp 18 yılın ardından ilk kez gerçek anlamda kavuştuğuma inandığım özgürlüğümle ne yapacağıma karar vermek için Kadıköy’e geldim. Cenk’le orada karşılaştım. Hiç okumazdı Cenk. Ama entelektüel alanda manipülasyon yapmakta üzerine yoktu. En azından birkaç saatliğine çevresindekileri kendine inandırabiliyordu. Marmara-Sosyoloji terkti. Daha doğru ifadeyle, iki yıl önce kayıt olduğu üniversiteyi ilk ders günü terk etmiş ve bir daha da uğramamıştı.

Kadıköy’de amaçsızca sokaktan sokağa savrulurken, diğer tanıdıkların da katılımıyla birkaç hafta içinde oldukça dengesiz bir topluluğa dönüştük. Yaklaşık 20-25 kişilik grupla her gece sokaklarda kayda değer bir şeyler arayarak, karşımıza çıkan her duvarı sprey boyayla yazılayarak, muhtemelen çevremizde anlamsızca bir karmaşaya neden olarak ve birkaç kere de zabıtalarla ve bar güvenliğiyle başımızı belaya soktuktan sonra dağılmıştık.

Genellikle gece yarısından gün doğumuna dek mesken tuttuğumuz Moda Sahil’de, kalabalığın ortasında onu ilk kez gördüğümde, üzerinde bir The Doors tişörtü vardı. Saçlarını kendine özgü bir tarzda, küt kestirmişti ve telefonun kulaklığıyla kalabalıktan kopmuş müzik dinliyordu. Bense o sırada zaman yolculuğu üzerine karmaşık bir meselenin üzerindeydim ve tam olarak şöyle demiştim:

“Zaman bükülgendir. Bugüne dek bize hep aynı şeyi öğrettiler. Geçmiş şimdiki zamanı oluşturur! Ancak matematiğin yeni keşifleri bize gösteriyor ki bu tanım eksiktir. Gelecek, bizim algımızda henüz var olmadan şimdiyi değiştirmeye başlar. Bundan 5 sene sonra, başka bir şehirde hiç tanımadığın bir insan, hiç karşılaşmadığın bir şarkı ya da aniden kanına karışan bir virüs, çoktan seni değiştirmeye başlamıştır. Geçmiş-şimdi-gelecek üst üstedir ve bütün olasılıklar üç döngüde aynı anda yaşanırlar.”

Bir çırpıda bunları söyledikten sonra arkalardan mırıltılar duyuldu. “Peki paralel evrenler?” dedi içlerinden birisi. “Gerçekten varlar mı?”

“Yüzlerce paralel evrenin varlığı olasıdır ama bu bazı filmlerde gösterildiği gibi bizim birebir kopyamızın başka boyutlarda yaşadığı anlamına gelmiyor. Lakin enerji kolektiftir ve solucan deliğinden geçişi teorik açıdan mümkündür. Bu gezegendeki reaksiyonlar karmaşık bir kelebek etkisi sonucu başka bir evrende, hiç bilmediğimiz yaşam formlarını etkiliyor olabilir.”

Ben bunları anlatırken kulaklığını çıkarmamış, gözlerini konuşmadan ayırmasa da müzik dinlemeye devam ediyordu. Neden sonra konuşmaya ara verdim. Ne var ki bakışlarını üzerimde hissetmeye devam ediyordum. Önemsiz detaylarla ilgileniyor görünsem de bakışlarım o tarafa yöneldiğinde her seferinde karşımda bulduğum gözleri ve gayet sıradan bir durummuş gibi bunu kendinden emin şekilde devam ettirişi kaçınılmaz biçimde birbirimizi yan yana bulmamıza neden oldu. Kulaklığının birini çıkardı ve bana uzattı: “Katılmak ister misin?”

The Doors’tan, Moonlight Drive çalıyordu. Pink Floyd ve The Beatles diskografisinin tamamını ruhuma kazısam da o döneme dek The Doors’a tam olarak odaklanmamıştım ve şarkının dengesiz ritmi o an çok garip gelmişti.

Bunu fark eder etmez, “Yoksa The Doors’u bilmiyor musun” dedi muzip bir gülümsemeyle…

“Henüz Pink Floyd kadar odaklanmadım” diye karşılık verdim. Gülümsedi ve “Bana Pam diyebilirsin” dedi elini uzatarak, “nickimi The Doors’u tanıdıkça daha çok seveceksin Devin!”

“Gerçek adımı sana söylememiştim” diye karşılık verdim.

“Belki de,” dedi Pam, “bu an çoktan yaşanmıştır. Belki de Devin, az önceki konuşmada söylediğin gibi, gelecekte gerçek adını bana söylediğin çok özel bir an vardır aramızda…”

“Zamanla ilgili konuşma sırasında müzik dinlediğini sanıyordum.”

“Müziği kapatmıştım,” dedi Pam. Ve devam etti: “Paralel evrenler üzerine bilim çok fazla şey söyleyemez ama Pink Floyd’un The Piper at the Gates of Dawn’ı oraya açılan kapılardan biridir.”

Sonrasında müziğin ön planda olduğu oldukça uzun bir konuşma yaşandı aramızda… Hayatımın kırılma noktasında, bir yıl önce, 17 yaşındayken beni tekrar hayata döndüren şeyin The Wall olduğunu söylediğimde; hiç bitmeyecek bir yolculuğu hayal ettiğini söylemişti Pam. Arabanın radyosunda L.A. Woman çalacaktı… Parmaklarında Jim Morrison’ın tek aşkı Pamela Courson’ın ojelerinden olacaktı. “O zamana dek çoktan sen de benim gibi çılgın bir The Doors fanatiği olursun zaten,” diyordu Pam. Şiir yazıp yazmadığımı soruyordu sonra. “Hayır,” diyordum; “artık hiç şiir yazmıyorum.” Benimle ilgili ne düşüneceğine bir türlü karar veremediğini söylüyordu, duygularını hiç gizlemeden… “Belki de,” demişti Pam, “kuramsal fiziğe bu kadar saplanmak yerine şiire dönmen daha doğru olurdu.”

“Birkaç ay önce bir şiir yazdım. İsmi Dün Gece Saat 7’de’ydi.”

“Ama 7’de gece olmaz?”

“Bu da ne kadar irrasyonel bir şiir olduğunu gösteriyor.”

“İstanbul’da nerede kalıyorsun?” diye sordu Pam.

“Biraz şurada, biraz burada..” dedim elimle çevreyi göstererek…

“Istersen, bir süre bizde kalabilirsin” dedi Pam.

Olur, neden olmasın… Uzun vadeli planlar yapmaktan artık vazgeçmiştim.

Üniversiteden bir kızla kalıyordu Pam. Gün boyu dışarıda olduğum için eve genelde gece yarısı geliyordum. 1. sınıftaydı, ben ise henüz üniversiteye başlamamıştım ve önümüzdeki bir yılı yolda geçirmeyi planlıyordum.

MELANKOLİ ve ÇILGIN DÜŞLER

Ders dönemi bittiği için yaz günlerini genelde gün doğumuna dek film izleyerek geçiriyordu Pam. Eve geldiğimde her seferinde bana katılmak ister misin derdi. Gece yarısından sonra art arda filmler izliyorduk. Günde 4-5 film izlediğimiz oluyordu. Filmlere gömüldükçe ikimizin de kendi gerçekliğinden uzaklaşma olasılığı doğuyordu. Oysa bütün filmler birbirine benziyordu. Klişelerle her karşılaştığında Pam sinirleniyor, yönetmeni beceriksizlikle suçluyordu. Yine de bazı filmlerde her şeyi unutarak gülerken, bazılarında da gözyaşlarına engel olamıyordu.

Korku filmlerinde sımsıkı bana sarılıyor, “Sığınacak bir yerin olmasından, daha huzurlu bir şey yok”  diyordu. Sabaha doğru, yeni planlar yapmaya başlıyorduk. Gece yarısı 3‘ten sonra her şey ulaşılabilir ve meşru görünüyordu. Bu planlar tutarsız ve birbirleriyle ilgisizdi. Film çekme tasarılarından, Hindistan’daki komünlere katılmaya; ıssız bir ormana yerleşmekten, otostopla Route 66’i geçmeye dek uzanan garip planlar… Sonra yıldızların hızla bu yalnız gezegenden uzaklaştıklarını fark ettiklerinde ne yaptıklarını soruyordu bana. Varoluşçu olmaya karar verdiler, diyordum.

Ani coşkulanışları, hemen ardından gelen melankolik tepilerle gölgeleniyordu: “Susuzluğum geçmiyor. İlacımı da almadım.”

-Ne kullanıyorsun Pam? Getirmemi ister misin?

-Bunu söyleyemem. Kullanmamam gerekiyor. Anlarsın ya, her türlü alışkanlık kötüdür.

Konuşurken parmakları titriyordu. Ellerimi tuttu:

-İki elinle tutarsan titremesini durdurabilir misin?

Ellerini ellerimin arasına aldım. Titreme durmuyordu.Yalan söyledim:

-Bak artık hareket etmiyorlar Pam.

-Gerçekten mi?

Aradan birkaç hafta geçti. Hayat anlaşılmazdı. Zaman bizi birbirimizden uzaklaştırmıştı. En çok da demişti bir yazar -şu an kim olduğunu anımsamıyorum (Belki bu konuda saçmalayan ben de olabilirim)- gün doğmadan önce bir şehri terk etmeye karar verdiğinde bunun geri dönüşü yoktur. Nirvana nedir? Bir müzik grubunun ismi sadece. Belki de sadece müzikle ulaşabildiğimiz bir şeydir. Benim için de öyle olmuştu. Arka planda The Doors’un yola dair şarkılarından biri çalıyordu. Aylardan Ağustos’tu, çantamda siyah kaplı bir defter, bir tane sprey boya ve birkaç tişörtten başka bir şey yoktu. Ben –bir başkası olsaydım- kendimden vazgeçerdim -ki bu (bir açıdan) ben\ikazanmanın tek yolu olurdu.

İstanbul’u terk etmem tam olarak işte böyle oldu.

İKİNCİ DÖNGÜ-İZMİR (Bir yıl sonra)

FESTİVAL GÜNLERİ

Belki seninle aynı festivalde karşılaşmışızdır. Aynı şarkıda yarım kalıp aynı mavi ütopyaya kendimizi inandırmışızdır…

“Elbette bir Woodstock değil” demişti telefonda Cenk, “ama Foça’da festivalde çok önemli bir toplanma olacak ve tanıdığımız herkes şu an oraya nasıl gidilebileceğinin yolunu araştırıyor.” Festival ne zaman diye sorduğumda, “bu sabah” diye karşılık vermişti. Ben Ankara’daydım ve gün doğumuna birkaç saat vardı. Öğle saatlerinde Bursa’da toplanmak üzere anlaştık. Hippi minibüsünü andıran bir araçla, birkaç arkadaşın da katılımıyla İstanbul üzerinden gelecekti Cenk. Ben Bursa’da gruba katıldım.

Festivale ulaşmaya çalışanlar, Bursa-İzmir yolunu istila etmişti. Sayı tahmin edilenden çok daha fazlaydı ve biz minibüsün kapasitesinin sınırını zorlayana kadar, otostop yapan kim varsa araca aldık. Istanbul’dan gelenler arasında Cenk’in dışında tanıdığım bir diğer isim de Deren’di ve aracın arka tarafında yanıma düşmüştü. Onunla 15 dk.sı Moda’da, 15 dk.sı MSN’de olmak üzere toplamda yarım saatlik bir konuşmamız olmuştu. Bu konuşma The Clash’in mi yoksa Sex Pistols’ın mı daha iyi olduğuyla ilgiliydi. Bu yüzden onu fark eder etmez:

“Yine de, The Clash daha iyi” dedim.

“Ama ya!” dedi heyecanlı bir ifadeyle.

Bir şeyler almak için benzinlikte durduk. Ton balığı konservesi, bolca bira, çilekli süt ve diğer ıvır zıvırlar…

Tekrar minibüse atladık. Yaklaşik 20 kişinin bu küçük hippi minibüsüne sığması inanılmazdı. Ardı ardına açılan biralar etkisini göstermeye başladı. CD çalarda bu sefer son ses Guns N’ Roses’tan Sweet Child o’Mine çalıyordu ve araçta şarkıya eşlik etmeyen bir kişi bile yoktu.

She’s got a smile that it seems to me
Reminds me of childhood memories
Where everything was as fresh as the bright blue sky

Geçmişi anımsamak hep hüzünle karışıktı biraz. Şarkı bir şeye, önemli bir şeye yaklaştığımızın habercisi gibiydi sanki. Foça gittikçe yaklaşıyordu. Şarkının etkisiyle Deren  kendini o kadar kaybetti ki birayı tişörtüne boşalttı. Sırılsıklam olmuştu. Bunu diğerleri izledi, şimdi herkes birayı birbirine püskürtüyordu. Bu karmaşa festival alanına varana kadar devam edecekti.

BEN BÖYLEYİM

Öğreneceğiz, yazın gelmesiyle kızgın kumlara çıplak ayakla basarken Morrison’ın neden bir kumsalda The Doors’u kurmaya karar verdiğini…

Festivalde yoğunluk inanılmazdı. 20 kişilik grupla festival alanına ulaştıktan sonra her şey çok hızlı gelişti. Hepimiz aynı şeyin parçası olduğumuzu hissediyorduk, adını koyamadığımız bir şeyin…

Kamp alanında yoldan geçenleri durdurup, “Şarkının gerçek adı neydi: Hey hey my my mı, yoksa My My hey hey mi?” diye soruyorduk. Sonra kitle kısa sürede bir marşa dönüşen sözleri haykırıyordu:

Hey hey my my, Hey hey my my!

My my hey hey, My my hey hey!

Ad Astra will never die! Ad Astra will never die!

Bir süre sonra histerik bir çılgınlık festival alanına hakim olmuştu. Gruptakilerin dans etmesi için müziğe bile gerek yoktu. Dans bir kez başlayınca herkes tüm gücüyle olduğu yerde zıplıyor, bitkinlikten düşene kadar garip koreografilerin parçası oluyordu.

Saatler sonra kendimi festival alanındaki bira stantlarının yanında, bir güneşliğin altında buldum. Son 48 saattir gözümü bir an için bile kırpmamıştım. Yanımda gökyüzü meditasyonu yapanlar vardı. Bense bir sonraki biranın bir şeyleri değiştirip değiştirmeyeceğini merak ediyordum. Onunla orada karşılaştım. Bana çok tanıdık gelen ama kökenini çıkaramadığım ifadesiyle gözlerim bakışlarıyla buluştuğunda, dudağının hemen sol üstünde başlayan gülümsemenin benimle bir ilgisi olup olmadığını da bilmeden; sadece selamlamak için elimi kaldırmıştım ve o karşılık vermişti. Sonraki bir dk. boyunca zihnimin bir noktasında hep o gülümseme olmuştu ve istemsizce gözlerim ona her yöneldiğinde gözlerini hiç ayırmadan bana baktığını görmüştüm.

Son bir yılda, 1000’den fazla insanla, bir masanın çevresinde ya da bir kampta ya da ayakta ilerken karşılaşmıştık… O, onlardan birisiyse ona dair hiçbir şey anımsamıyor oluşum çok garip olurdu. Lakin birkaç dk.dır tek kelime etmeden, 1960’ların romantizmini andırır biçimde karşılıklı birbirimize bakmamız ve bunu umursamayışımız da oldukça garipti. Belki de bunu daha fazla uzatmamak için ona elimi uzattım ve beklenmedik bir sıcaklıkla elimi tuttu: “Devin,” dedi, “burada karşılaşacağımızı hiç tahmin etmezdim. İzmir’e yolunun hiç düşmediğini söylemiştin…”

“Hiç gelmiyordum,” dedim, “ama şimdi hepimiz buradayız…”

“Biz ve bizim gibiler” dedi gülümseyerek. Üzerinde bir The Doors tişörtü vardı ve saçını sanırım koyu siyaha boyatmıştı. Kolyesinde 1968’in “Peace” işaretini gördüm ve geçmiş çok hızlı şekilde zihnimde birleşti. O, Pam’di.

“Pam” dedim, “seni ilk görüşte tanımadığıma inanamıyorum.”

“Belki de” dedi Pam, “son bir yıl çok değiştirmiştir beni ya da sen geçmişini silmeye karar vermişsindir.”

Haklıydı, AN’a odaklanma saplantısıyla 18 yaşından öncesini hafızamda dondurmuştum ve son bir yıl dışında neredeyse hiçbir şey anımsamıyordum.

“Kafka, Milena ve acı arasında kaldığında acıyı, Kerouac yol ve aşk arasında yolu, Ian Curtis müzik ve evlilik arasında kaldığında ölümü seçer” demiştin dedi Pam imalı bir ifadeyle… “Siyasetle hala ilgileniyor musun?”

“Artık siyaset her yerde,” dedim. Hayatımın bir döneminde, kendimle  ütopya arasında seçim yapmam gerekmişti ve kendimden vazgeçerek ruhumu parçalamıştım. Söyleyeceğim hiçbir şeyin, bir yıl önce İstanbul’dan çekip gitmemi açıklamayacağını biliyordum. Şimdi karşımdaydı… Gerçekti… Hayatımın duygusallığa en uzak döneminde onunla karşılaşmış olmama rağmen, bu gezegende hiç kimsenin benim bir dönem ona odaklandığım kadar odaklanmadığına bahse girebilirdim…

Sol bileğindeki yeni dövmesini gösterdi bana: “Love will tear us apart again” yazıyordu. “Kadıköy’de yaptırdım” dedi gülümseyerek, “belki sen de artık bir dövme yaptırmalısın…”

“Bu tişörtüne bayılıyorum” dedim.

“Israr etme, o benim” dedi sahiplenir ifadeyle, “ama bugün sahip olduğun en değerli şeyi bana vereceksin…”

Tam da bu sırada, Athena’nın yorumuyla “Ben Böyleyim”in ilk sözlerini duyduk. Şarkı çevremizdekileri harekete geçirmişti… Başımı yana çevirdiğimde Bursa’dan İzmir’e birlikte geldiğimiz arkadaşları gördüm. Cenk, Deren ve diğerleri… Hepsi oradaydı. Elimi Pam’e uzattım: “Belki biz de katılmalıyız onlara” dedim, “şarkı AN’ı tanımamıza yardım edecek…” Şarkı çalmaya devam ediyordu… Alanın her yerinde sözleri yankılanıyordu şimdi…

“Bir yanım çılgınca dans etmek istiyor, bir tarafımsa Jim Morrison kadar utangaç” dedi Pam. Ve elini uzattı. Koşarak dans eden kalabalığa karıştık. Şarkı ilerledikçe karmaşık bir histeri gruba hakim olmuştu. Cenk’in elinde nereden bulduğu tahmin edilemez olan bir şampanya şişesi vardı ve bir Formula 1 pilotu gibi önünde fotoğraf çektirilen podyumun üzerine çıkmış, şampanyayı püskürtüyordu. Şarkı yükseldikçe, büyük bir toz bulutu alanı kapladı… Karmaşanın ortasında bir an için Pam’i kaybettim. Onu bulduktan hemen sonra kaybetmeyi göze alamazdım… Böyle anlarda, birbirimizi bulmak için belirlediğimiz şifreyi devreye sokarak, “Hectooor” diye bağırdım. Ne var ki alanın her yerinden onlarca kişiden karşılık geldi… Çığlık dalga dalga festival alanında yayıldı. Şifre işe yaramamıştı. Sonra bir el dokundu omzuma, kalabalık çılgınca dans ettiği için ayakta durmak olanaksızlaşmıştı. Ve sımsıkı sarıldı bana:

“Birbirimizi tutarsak düşmeyiz belki” dedi Pam.

“İkisi de dünyadan kaçmak istiyordu, sonra birbirlerine kaçmaları gerekti” diye karşılık verdim. Ve istemsizce dudaklarımız birbirinde buluştu. Sonra tekrar öptüm onu, daha uzun, daha sert.” Birkaç haftalık sakalıma dokundu ve “Neden Jim kadar uzatmıyorsun” dedi. Üzerinde hala favori The Doors tişörtü vardı.

LOVE WILL TEAR US APART AGAIN

Aslında ilginç olan aşk, cinsellik ya da platonizm değil, iki insanın birbirini deneyimleme olasılığıdır. Daha da ilginç olan buna cesaret edişleridir.

Gece 3’e doğru çadırlara döndük… “Bu senin çadırın mıydı” dedi Pam. “Hayır” dedim, “senin çadırın olduğunu düşünüyordum ben de…”

Gülümsedi: “Ne önemi var ki işte şimdi bir aradayız, sen ve ben… İkimiz de 19 yaşındayız ve dünya asla bu kadar gerçek olmayacak…”

Evet, ikimiz de 19 yaşındaydık ve her şey olanaklı görünüyordu…

Çadırın içi soğuktu, üstümüzü örtecek hiçbir şey yoktu… Biraz ısınmak için birbirimize sarıldık. “The Doors saplantılıydım,” dedi Pam, “hala da öyleyim. Bence sen de tekrar şiir yazmalısın…”

“Artık hiçbir şey yazmıyorum” dedim, “yazmak olanaksızlaştı…”

“Biliyorum” dedi Pam, “ama bir gün bu geceyi yazmalısın…”

Son bir yıldan ve en çok da Ankara’dan bahsettim ona… “Biliyor musun” dedi, “Ankara’ya hiç gitmedim ben…”

“Yaptığımız yazılamalar Kadıköy’de duruyor mu?” diye sordum ona.

 “Siliyorlar,” dedi, bir an için duraksadı ve sonra devam etti: “Ama tekrar yazıyoruz. Her seferinde tekrar…”

Sonra bana döndü. Karanlıkta ifadesini göremesem de orada, tam karşımda bana baktığını hissediyordum.

“İnsan ısınmak için de birini öpmek isteyebilir belki” dedi Pam. Ve onu her öptüğümde, aradaki birkaç sn.lik mesafede bile birbirimizi özlediğimizi hissediyorduk:

“Asla bu kadar birbirimize yakın olmayacağız” demiştim… “Aslında ilginç olan aşk, cinsellik ya da platonizm değil, iki insanın birbirini deneyimleme olasılığıdır. Daha da ilginç olan buna cesaret edişleridir.”

“Ama sol bileğimde Love will tear us apart again(Aşk tekrar bizi paramparça edecek)” yazıyor demişti.

“Jim, Venice Beach’te takıldığı dönemlerde plajdan insanları gelişigüzel çevirir ve uçmayı denemek ister misin diye sorardı. Belki de denemeliyiz…”

“Bu bana Yavuz Çetin’in ölüme doğru attığı son adımdan önce yüzündeki gülümsemeyi anımsatıyor” dedi Pam. “O da bir şarkı yazmıştı uçmaya dair… Onun bir şarkısını söylemek istiyorum birlikte, bana eşlik eder misin?” Ve şarkıyı mırıldanmaya başladı:

Sadece senin olmak istedim dünyada
Sadece sana ait olmak
Aşk denen duyguyu yeniden keşfettim
Sadece senin olmak istedim…

Biz çadırın içinde şarkıyı mırıldanırken, çevredekiler duymuş olacak ki, bizim gibi çadırda olan başkaları da şarkıya katıldılar… Şimdi birbirini hiç tanımayan insanlar, birbirini hiç görmeden çadırın içinden aynı şarkıya eşlik ediyorlardı:

Sa-de-ce se-nin ol-mak is-te-dim dün-ya-daa

Bu hepimizi birleştiren, sihirli bir andı.

“Çok fazla bira içtim, WC’ye gitmeliyim” dedim.

“Çadırı tekrar bulabilecek misin?” dedi Pam.

“Kesinlikle bulacağım” diye karşılık verdim.

Çadırdan ayrılmadan önce “Bir sn.” dedi ve son bir öpücük verdi: “Çabuk geri gel, seni özlüyorum.”

Başta sendelesem de kaçınılmaz bir kararlılıkla yolu izledim. Festival alanında müzik devam ediyordu. WC’ye giden yolda Hürcan Abi’yle karşılaştım. Orta yaşlardaydı. Elinde bir defter yaprağı vardı. Üzerine Cin Ali ve Cin Ayşe çizilmişti. Yoldan geçen herkesi durdurarak Cin Ayşe’yi gösterip “Sevgilimi kaybettim, resmi bu, tanıyor musunuz?” diye soruyordu.

Beni uzaklardan tanıdı:

“Nerelerdesin dostum” dedi, “gece daha yeni başlıyor… Ben daha 14. biradayım.” Bir başkası söylese buna inanmazdınız ama Hürcan Abi için 14. birada olduğu halde içmeye devam etmek normal bir durumdu. Onunla bir yıl önce Moda’da karşılaşmıştık. Kalabalık bir grupla Olimpos’ta kamp yapma tasarımız vardı o sıralar… Hürcan Abi, kampa katılmak için İstanbul’dan bir arabayla Olimpos’a kadar gelmişti. Lakin sarhoş olmadığı dönemde baskın çıkan utangaç kişiliğinin etkisiyle kamp alanının 100 metre yakınına kadar gelmiş ama kampa katılmaya cesaret edememişti. Geceyi arabadan denizi izleyerek geçirdikten sonra sabah arabayla İstanbul’a geri dönmüştü. Lakin şu an festivalin en çılgın kişisi görünümündeydi.

Çadıra geri döndüğümde Pam yoktu. Bir an için çadırları karıştırdığımdan şüphelensem de WC’ye gitmeden önce çadırın girişine 1968’in Peace logosunun olduğu bir sticker yapıştırdığımdan doğru çadırda olduğumdan emindim. Birazdan döner diye düşündüm. Çadırın içinde, görünmeyen gökyüzünü izledim. Sanırım sahnede Kurban vardı ve “Yalan Dostum”u çalıyordu:

Yalan dostum aşk diye bir şey yok!

ASLINDA ALKOL HALA DAMARIMDA

“Yaz günleri böyle geçer,
Sonbahar gelince bütün büyüsü gider…”

Yaklaşık bir saat boyunca, çadırın içinde tek başına konseri dinledikten sonra uyuyamayacağımı anladım ve Pam’in o gece geri dönmeyeceğini kabullendim. Çadırdan çıktıktan sonra, kamp alanında biraz dolaştım. Alanda, yola birlikte çıktığımız grubu buldum. Grubun sayısı 5-6 katına çıkmıştı ve şimdi yaklaşık 100 kişilik bir grup iç içe geçen büyük bir çember oluşturmuştu. Hürcan Abi de oradaydı ve elindeki birayla grubu motive etmeye çalışıyordu. Sürekli Grup Anemi’den Ta A.K.’nın çalınması için istek yapıyordu. Çok gürültü çıkardığı için, çadırlarında uyumaya çalışan birisi, çadırdan çıkarak ona köpürdüğünde: “Uyumaya mı geldik kardeşim!” diye karşılık veriyordu ve sonra ekliyordu: “Gitaarrrr, çalmaya devam et…”

Sonra uzaklardan bir Hector çığlığını duyduğunda, istisnasız biçimde her seferinde “Hector’un A.K. size bir şey olmasın” diye karşılık veriyordu… Sonra kendini kaybetmiş biçimde Hector diye bağırmaya devam ediyordu. Saat 05.00 civarıydı.

Gün doğumu yaklaştıkça gruptakilerin sayısı azaldı… Sonra bir an için grup içinde bir hareketlenme oldu… “Kilink geldi” diye bağırdı birisi… Bunu diğer mırıltılar izledi. Kilink, özellikle İzmir çevresinde kulaktan kulağa bir efsane gibi yayılan underground bir gruptu. Ve o an için Kilink’in kamp alanında görünmesi, sinematografik bir andı.

Grup hiçbir şey söylemeden gitarı devraldı ve “Aslında Alkol Hala Damarımda”yı çalmaya başladı. O an için hepimizi en iyi anlatan şarkı buydu. Güneş birazdan doğacaktı. Ve şimdi uyumamak, yeni güne hiç uyumadan başlamak ve alkolle ayakta kalmayı denemek demekti. Alkolün etkisini doğrudan hissediyordum. Yazın bitişi yaklaşıyordu. Son bir yıl benim için iniş çıkışlarla geçmişti. Sonra onunla karşılaşmıştım. Bu şarkıyı benimle birlikte dinlemeni isterdim Pam, diyordum içimden.

Ama sonraki 4 yıl boyunca onu bir daha görmedim…

ÜÇÜNCÜ DÖNGÜ-TAKSİM (4 Yıl Sonra)

ŞARKIDA GİZEMİN ÇÖZÜLÜŞÜ

Birbirini gerçekten tanıyan iki insan, hislerini anlatmak için artık sözcüklere ihtiyaç duymaz ve şöyle der: “Ben şarkıyı söyleyeceğim sen anlayacaksın!”

Aylardan Haziran’dı. Taksim, benzeri en son 68’de Paris’te görülen büyük bir çılgınlıkla sarsılıyordu… Parkın düşmesinin üzerinden birkaç gün geçmişti… İstiklal Caddesi’nde endişeli yüzler vardı, hüzünlü yüzler ama her şeye rağmen cesaretle gülümseyen yüzler…

Bu kaosun ortasında, Asmalımescit tarafında gezginlerin kaldığı bir hostel kendini harekete adamıştı. Dünyanın her tarafından tarihi değiştirmek için Taksim’e akan Beatniklere ev sahipliği yapıyordu. Hostelin adının yazdığı giriş tabelasının üstü rengarenk bir kumaşla örtülmüştü. Üzerinde “Per aspera ad astra” yazıyordu. Kapıdan içeri girildiğinde, ziyaretçileri iki büyük poster karşılıyordu. Birinde John Lennon barış işareti yapmıştı, diğerinde ise Jim Morrison’ın psychedelic bir fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğrafın altında “Kaçmaya, saklanmaya çalıştım” yazıyordu. Posterlerin arasında yer alan kısım, hostelin cafesiydi. Buradaki ziyaretçilerin önemli kısmı yurt dışından gelen gezginlerdi.

Devin, onların arasında bir yerdeydi, elinde bir kahve kupası vardı, üzerinde kırmızı renkte bir tişört… Masada sonu gelmez tartışmalardan biri dönüyordu.

“Sahip olduğumuz her şeyi kaybettik” dedi içlerinden birisi…

“Bu yüzden kazanan biziz” diye karşılık verdi Devin, “biz yeni başlıyoruz ve henüz son sözümüzü söylemedik…”

Tartışma bir süre daha devam etti… Sonra eline Sartre’ın Bulantı’sını aldı Devin, okumak için hostelin cafesinin sessiz bir yerine geçti… Neden sonra onu gördü. Yanında bir arkadaşı vardı. Saçlarını kısa kestirmişti ama ifadesi aynıydı, değişmemişti. Göz göze geldiklerinde, bu karşılaşma çok normalmiş gibi elini kaldırmıştı Pam, onu selamlamak için. Devin de aynı şekilde karşılık vermişti.

Sonra tekrar kitaba dönmüştü. Ama kitaba bu şekilde devam etmek olanaksızdı. Birkaç dk. sonra, bir şeyler yazmak için odasına döndü. Odanın duvarları kırmızıydı, masada siyah kaplı defter duruyordu. Yolda geçen, sonu görünmeyen bir şey yazıyordu.

Bu sırada odanın kapısı çaldı. Gelen Pam’di… Yıllar sonra karşılaşan, üniversiteden iki arkadaş gibi tokalaştılar… Sonra masanın önündeki sandalyeye geçti Devin… “Ne yazıyorsun” dedi Pam, “bana göstermek ister misin?”

Devin önündeki yapraklardan birkaçını ona uzattı. Pam, gözlerini ayırmadan sayfaları okudu. Öykü Nevada’da Ölüm Vadisi’ndeki bir festivalde birbirini kaybeden bir çiftten bahsediyordu. “Bu çok tanıdık” dedi Pam, “sanki bizden bahsediyormuş gibi… Başka bir ülkede, başka bir festivalde ama bizden…”

“Üzerinde hiç düşünmeden sadece yazdım” dedi Devin.

“Olabilir mi böyle şey” dedi Pam, “aynı öyküler, farklı zamanlarda tekrar ve tekrar yaşanıyordur belki de… Bizim bunu anlamamız için, 4 yıl önce festivalde birbirimizi kaybetmemiz gerekmişti…”

“Döndüğümde çadırda yoktun Pam” dedi Devin.

“Ben çadırdan hiç ayrılmadım” diye karşılık verdi, “dönmeyen sendin! Beni terk ettiğini düşündüm.”

Yaşananlar anlaşılmazdı. Devin, doğru çadıra döndüğüne emindi. Çıkmadan önce çadırı stickerla işaretlemişti. Ama Pam’in gözlerine baktığında onun da yalan söylemediğini görebiliyordu.

“Belki de” dedi Pam, “sen WC’ye gitmek için çadırdan ayrıldığında zaman çizgisi ikiye bölünmüştür. Ve ben çadırdan hiç ayrılmadığım halde, senin içinde bulunduğun boyutta Pam çadırdan ayrılmıştır.”

“O halde şu an hangi Pam’le konuşuyorum” diye karşılık verdi Devin, “çadırdan hiç ayrılmayan Pam’le mi yoksa çadırı terk eden Pam’le mi?”

“Biz susalım, müzik karar versin buna” dedi Pam, “Ben şarkıyı söyleyeceğim, sen anlayacaksın!”

Çantasından bir mızıka çıkardı… O mızıkayı, 18 yaşındayken Kadıköy’de Devin hediye etmişti ona. Ve şarkının ilk notaları duyulmaya başladı:

“Sadece senin olmak istedim
Sadece senin olmak istedim

Aklında olmak yetmez bana bu gece
Yanı başında olmak isterim

Şarkı bittikten sonra birkaç sn. için hiç konuşmadan birbirlerine baktılar… “Anımsadın mı” dedi Pam, “ben her saniyesini anımsıyorum!” Heyecanla gülümsese de gözleri dolmuştu bunları söylerken…

“Anımsıyorum,” dedi Devin, “bu dünyada bir kez karşılaşmak tekrar karşılaşmayı gerektirirdi. Uzak yıldızların ışıkları hala dünyaya ulaşmamıştır. Bazı fikirler ve düşler henüz yaşanmamıştır. Ve bazı doğru insanlar henüz karşılaşmamıştır.”

“Kalıcı bir dövme yaptıracağım,” dedi Pam, “sol omzum üstüne… Ne yazdırmamı isterdin?”

“Per aspera ad astra!”

enjolras

23.08.2020.

Open in Spotify

.

The following two tabs change content below.

enjolras

Per aspera ad astra l adastraa.net

Email adresiniz paylaşılmayacak